12
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
2272
Okunma


Bir kadın, üç çocuğuyla indi minibüsten. Hep beraber Körfez durağının soğuk bankına oturdular. Çocuklardan küçük olanı annesine sokulup, alnına dökülen saçları geri sıyırdı ve yukarı baktı.
Yukarısı büyük. Gittikçe genişleyen bir hendese gök dedikleri. Çocuklar için bir uçurtmalık delikler de var. İri ruhların arasından sıyrılıp geçsinler diye ince ama korunaklı koridorlar da.
“Anne” dedi. “Bir liran var mı?”
Kadın el dokuması çantasını yokladı. “Yok o kadar” dedi. Dönüp çocuğa bakmadı. Büyük oğlan caddenin karşısındaki belediyecileri izliyordu. Adamlar ellerindeki demirlerle toprağı gürültüyle delerlerken, ağızlarındaki sigaralar titriyordu. Sonra bir duman geçti önlerinden. Şehremininin siyah otosunun egzozu. Mübarek güzel de koktu. İşçiler doğruldular. Ellerindeki demirler hala ötüyordu. Biri kasketini çıkarıp, geri taktı bir daha. Yere tükürdü ve yeniden döndü işine. Sonra diğerleri. Kadının biri önlerinden geçerken topladı kırmızı eteğinin uçlarını. Kimse kimseye değmedi böylece.
Ortanca çocuk gözlerini ovuşturdu. “Ne kadar çok insan” dedi sessizce. “Bir de çok konuşuyorlar.”
Kadın belirsiz bir noktaya dikti gözlerini. Arada şehrin akışına doğru kaysa da bakışları, çarçabuk toparlanıp yeniden o kör noktaya döndü. Sonra kararlı bir hızla kalktı yerinden. Çocukları cem edip, caddenin karşısına geçti. Şaşkın mimikler ve el kol hareketleriyle yürüdüler. Eski çınarların altından ip gibi geçip, ayakkabıcılar çarşısında un ufak oldular. Mısırcı, bir gazoz kapağı gibi tıkadı kayboldukları yeri.
-Körfez durağının bankına baktım tekrar. Başkaları gelmiş oturmuş. Başkaları başka şeylere bakmakta. Kimin vaadi vardı böyle, dünya boş kalmıyor. Hiç boşluk yok. Sonsuz çizgiler ve kırılmayan çizgiler…Hiç dilimlenmemiş düzlemler. Bankta gazete okuyan bıyıklı bey bilmiyor az önce kalkıp giden kadına ek olarak buraya gönderildiğini. Sorsalar sigortaya gitmek için geldim der. Hepsi gidince gece, sistem değişmeyecek. Önce birkaç sarhoş, kirli kediler, sonra onların kokusuna gelen sinekler ve nihayetinde tiksinme nedir bilmeyen melaikeler gelecekler banka. Az ötesi zaten sabah. İşçiler, çocuklar, doktora gidecek hanım teyzeler. Hiç boşluk yok işte. -
Kadın ve çocuklarının arkasından bir gölge yürüdü. Durağın hemen yan tarafındaki büfenin arkasından zıplayıp indi caddeye. Silik hatta saydam. O da kararlı ve hızlı adımlarla geçti aynı yerlerden. Sağ eli cebinde. Başka kimse onu gördü mü bilmiyorum.
Belediye anons etti kaç kere. Fırtına da fırtına. İşçiler toplanıp bindiler çamurlu bir traktöre. Sigaralarının dumanı uzadı arkalarından. İleride sırtı çuvallı birini durup aldılar. Biri tam türkü tutturmuştu ki, imam efendi mikrofonu tıklattı. Kızdılar ama seslemediler.
Minarenin evvelden beri tekleyen hoparlörü rüzgarla sallandıkça, ezan boğuldu. Hoparlörün huyunu bilmeyen, pekala imama kıyıyorlar diye camiye koşabilirdi bak.
Rüzgar burula burula girdi semtin yıkık kapısından. Tepedir orası. Paslı bir borunun ucunda bir büyük bayrak salınır. Bir de uzun çayırlar umursar rüzgarı orada. Üçü tanıştır.
Taşların, dalların ve eski mezarların arasından süzülerek aşağılara inen rüzgar, önce tek yaşayan bir kocakarının kapısını gıcırdattı. Sofadan geçip pencereden çıktı sonra. Üşüdü kocakarı. Eğilip şalını aldı düştüğü yerden. Sarındı. Isınınca bir çentik attı masada dikilen muma. Bugün Cuma.
Rüzgar yürüdü. Fırtına var bugün. Maarif takviminde yok böyle bir şey. Belki de o yüzden inanmadı kimse. Nihayet semt göründü rüzgara. Etekleri uçuştu kızların. Ağaçlar hışırdadı. Açık kitaplar, çamaşırlar ve kavak pamukçukları uçuştu. Köpekler bilir diyorlar, vallahi doğru. Uludular, uludular. Sesler seslere, küller küllere karışıncaya kadar.
Körfez’in üzerinden ilk defa geçti hortum. O da acemiydi, biz de. Denizin üzerinden öfkeli bir kement gibi yükselip tepemize durdu. Şaşırdı semt. Herkes bir tarafa kaçarken, adamın biri fırladı Tekelden dışarı. Elindeki kutuyu havaya kaldırıp “Şerefine lan!” dedi. “Yıkıp geçmezsen bu şehri hatrım kalır!”
Çatılar başka çatıların üzerine uçarken, şehremini belediyenin balkonundan bakıyordu. O da acemiydi. İsyanlar, salgınlar, yangınlar vardı, evet. Fakat hortum bir ilkti. Heyecanlandı. Yanındaki, uykulu gözlerle bakan kadına eğilip talimatlar verdi. “Yarın yazar bunu gazete” dedi. “Vali gelir.”
Ertesi gün, Kadirağzı Deresinde bir kadın cesedi buldu, yüz yıkamaya inen işçiler. Omuzunda dokuma çantası. Gözünün teki beyaza durmuş. Açık. Göğsünün altında kabarıp donmuş bir kesik. Üzerindeki kontrplağı uçurmasaymış hazret rüzgar, kim bilir kaç gün daha kokacakmış oracıkta ceset.
Şehremini balkondan seslendi ahaliye. “Çok şükür bir kayıpla atlattık bu tufanı.” Herkes şükretti içinden, birbirlerine sarılıp etlerini kontrol ettiler. Hepsi sıcak ve kıpır kıpır. “Yaşıyoruz, yaşıyor!”
Hiçbir gazete yazmadı bizim hortumu. Önemli bir semt değiliz biz. Alt liglerde bile takımımız yok.
Çocuklar mı? Hortum aldı götürdü.
Ecza görmemiş muamma mı var? Cevapsız sual, ya da karşılığı olmayan herhangi bir yargı? Faili meçhullerin dahi -en basite indirgenmiş bile olsa- bir faili var: Ecel. Boşluk yok işte.
Aynur ENGİNDENİZ