YATIRIM
"Hocam müsaadeniz olursa ben bir şey sormak istiyorum" diye fırlayınca kalabalıktan "ayıp bu soru namahremin içinde sorulmaz" demeye fırsat bulamadım.
Bir anda oldu.
Öyle saf saf konuşulanları dinlerken aniden ayağa kalkıp bir eli havada, öğretmeninden söz isteyen ilk mektep veletleri gibi düştü ortaya.
Hocafendi, muhterem ağır bir zat. Âlim adam, her soruya bir cevabı muhakkak olur. Asla cevap vermeden durmaz.
Başıyla, yani mübarek başıyla işaret buyurup "evet evladım sor bakalım" icazeti verince bizimki "Hocam ben gece rüyamda sizin hanımı gördüm" der demez o nur yüzlü hocafendinin mübarek cemalini bir morartı sardı ki deme gitsin.
Cemaatte ses soluk kesildi. Bir akl-ı selim de çıkıp "Be münasebetsiz bu kadar artiz, dansöz, manken dururken bula bula allame-i cihan hocamızın muhterem zevcini mi rüyanda..."
Cemaatte çıt ilaçlık arasan yok tallahi.
Ağızları bıçak açmaz halde, anla yani. Hoca az önceki nurlu haline dönebilmek maksadıyla gözlerini aşağıya, bakışlarını bacak arasına doğru itip, elindeki kehribar dosan dokuzluk tespihi gittikçe artan tempo ile çekmeye başladı.
Bir tek o çekse neyse, cemaat sorunun akıbetini düşünüp hep beraber çekmeye başladı.
Çık tık çık tık tespih tanelerinin bir birine değince çıkardığı sesten başka sinek vızıltısı duyulmuyordu hocafendinin milleti kabul buyurduğu dergâhın büyük salonunda.
Bizimki de sorduğu sorunun bu kadar takdir göreceğini zannetmemiş olacak ki kendisine hayretle bakan gözleri süzüyor, bütün ilgiyi üzerine boca etmenin keyfini ve gururunu derinden hissediyordu da, galiba yanlış anlamıştı milletin bakışlarını.
Ağzını büyük bir nefes alıp “Ğıııııııııııh!” diye temizledikten sonra “Hocam gece sizin hanım yanıma geldi ben bir sedirde yatıyordum, üzerimde de beyaz uzun bir tuman…”
Hocafendi kesilen tespihten halının üzerine dağılan taneleri gözleriyle takip etti. Eliyle “biri orda, diğeri şurada” işareti yaparak rüya ile pek alakadar olmadığını anlatmaya çalıştıysa da cemaatin ileri gelenlerinden Boynuzluzade Fetiş Hasan ile Çıbanbaşı Sefer Mırtık ve Kakmazoğlu Asım Kakmaz ayağa fırladı.
Neden fırladı derseniz üçü de büyük ihaleler almış büyük müteahhitlerdi ve bu dosyaların adrese teslim zat-ı cenaplarına tevdi edilmesinde en büyük ve muhkem rol Hocafendi hazretlerinindi ve bu takdirin karşılığı olmasa bile bir nebze olsun nur yüzlü efendi hazretlerinin hoşuna gidecek bir atraksiyon yapmaları gerekliydi.
Onlar dururken cemaatten emekli muallim Fesat efendinin veya Kabaktandolma Ziyan beyin itiraz etmesi abes karşılanabilirdi.
Oysa onların hışımla ayağa fırlamasına itiraz edecek,”Fırlama!” diye uyaracak bir kul dahi yoktu kabul salonunda.
Üç mübarek ayakta ellerini yumruk etmiş vaziyette bizimkine doğru dikilince ilk söz memleketin limanlarında büyük emeği bulunan Boynuzluzade Fetiş Hasan Efendi hiddetle ve tok sesiyle : “Sen ne yüzle derdi millet, yükü himmet, ruhu asalet, kuvveti adalet, gözleri saadet, her hali gayret hocafendi hazretlerinin muhterem zevcini rüyanda görürsün. Ahlaksız!
Yoksa sen efendi hazretlerinin zevcesinin önceki adının Nathasa Verenkeva olduğunu mu ima etmeye çalışıyorsun bre deyyus?
Ya da değerli hanımın hocafendiden sadece otuz üç yaş küçük olduğunu güya bir hiciv ile anlatmaya mı çalışıyorsun?
Seni ne alakadar eder efendi hazretlerinin muhterem eşinin derisinin bembeyaz olması, misler gibi kokması, göğüslerinin dik ala oluşundan, dudaklarının beni ham yap diye bağırmasından sana ne be münafık, imansız!
Efendi hazretleri “yaratılmışı severim her bir şeysinden ötürü” düsturu izanı idrak ile nimeti mükellef ve lezzeti muazzama arzu eylemişler ise senin o ifsat dolu yüreğin bu hayır ve Salih hali bu denli kirli, ziyade rüsvan anladıysa kabahat kimdedir ey gafil?
Değerli hatun eski adı Nathasa olsa da sonradan irtihal ederek aldığı Miyave ismi seni ne alakadar eder?
Sana ne hocafendi muhterem eşiyle ilgilenemiyor ise veya ilgilenecek şeysi kalmamışsa, artık o mevzulardan kendini çekip, cinsellikle alakalı münzevi bir hal yaşıyor ve sadece öbür dünyası için çalışıyor ise sana ne rezil, adi, küstah, füşfük!
-Füşfük mü?
“Evet füşfük ya !
-Ne demek o Fetiş Efendi?
“Ne biliyim ya, attım işte, şimdi millet çok kötü bir şey zanneder diye şey ettimdi”
Diyerek yerine geçti. Gözlerinde hala hırs ve öfke okunuyordu. Hocafendi olduğu yerde çıt çıkarmadan dağılan taşların gittiği yöne doğru bakıyordu.
Bu defa sözü Mırtık Efendi aldı. Fakat Mırtık Efendi Fetiş Hasan Efendiden daha mülayim daha içten ve derin bir zattı. Onun bazı kerametleri görülmüş olduğundan cemaatin ona karşı sevgisi alakası bir başkaydı.
Çıbanbaşı Mırtık Efendi söze nasihatle başladı, bizimkine öncelikle nasıl durması nerde susması nerde kudurması gerektiğine dair sözler etti. Bizimki kaşları yukarda ağzı oldukça açık vaziyette ve hayretle anlatılanları dinliyordu.
Mırtık Efendi “Siz saadetlü hanımımızın nasıl bir hamur ile yoğrulduğunu bilirmisiniz? O hem hal ahaliyi düşünen bir hatundur. Onun çamaşırları bile sırf diğer insanların hakkına tecavüz etmemek, onların hakkı olan kumaştan hak geçmesin deyü küçücük çamaşırlar giymektedür.Bilesüz ki bu hatun kişi bir ip inceliğinde ve kesafetinde çamaşırı ile hepümüzün gönlünü feth-ü azam eylemiştür”
“İşte onu içündür ki Miyave hatun derhal biizat tarafımdan aynı hamur gibi yoğrulmalıdır”
Çıbanbaşı Mırtık Efenedinin deruniliği, içtenliği böylece daha iyi anlaşılmış mesele de izahat edilmiş oluyordu bizim münasebetsiz münafığa.
Kakmazoğlu ailesinin dış memleketlerde okumaktan emekli olmuş evladı Asım kakmaz Efendi olduğu yerden “ Bir tek göz değdi ise mal-ü müşkülünüze, ben hizmetkâr olayım derhal keşkülünüze” adlı divan şiirini tekmil okuyarak söze başladı.
İnce ruhlu, asil, sınıfında bir numara, yağmurda çamurda yol tutuşu süper, virajlarda güvenli, park sensörlü, dizel bir insan olan Kakmazoğlu Asım yazdığı şiirlerle de sırf Avrupa’da değil bütün kıtalarda adından bahsedilen, sevilen sayılan ve kış aylarında kayılan bir insandı. Kar yağmaya başlayınca çevresindeki hanımlar olsun beyler olsun onunla Uludağ’a gitmek için can atarlardı. Zira o muhabbetiyle de neşe katardı soğuk kış gecelerine. Neyse oralara girmeyelim zira çıkması için çok dolanmamız gerekecek.
Kakmazoğlu Asım söze kendi şiirleriyle devam etti: “ Bulutları yaladı bir el, gökyüzüne tüneyen baykuşlar ağladı, gündüz derdimizi çeken kel, gece oramızı buramızı yağladı”
Cemaat Asım’ın şiirleriyle mest olup kendinden geçince içlerinden biri “buna şair diyenin anasını…” diyecek oldu ağzını sıkıca tuttular.
Bu arada arka tarafta bir zat hocafendi’nin kerametlerinden bahsediyor, bizzat şahit olduğu birkaç olayı yemin billâh anlatıyordu etrafındakilere. Kakmazoğlu sözünü bitirince oluşan sessizlik sebebiyle bu dervişin konuşması yayıldı kalabalığa. Derviş de dinlendiğini hissedince sesini biraz daha yükseltip heyecanlı fıldır fıldır dönen gözlerle olayı tekrar baştan aldı.
Hocafendi bir gün kendine bağlı dervişlerle sohbet etmek için Karamürsel’e giderken trafik kazası geçirdi. Aracın içerisinde sıkıştı kaldı. Olay yerine gelen sağlık ekipleri ve itfaiye kurtarma timi efendi hazretlerini sıkıştığı yerden çıkardılar fakat aracın ön kısmı çarpışmanın etkisiyle hocafendinin alt kısmına ağır hasar vermiş. Hocanın af buyurun cinsel organını küçücük bir operasyonla yerinden alınıp hastane bahçesine defnedilmek zorunda kalındı. O defin işini yapan daha sonra efendi hazretlerine intisap eden Yukarıkamışyemişli Fuzulettin idi. O zaman Domalan Devlet Hastanesinde hastakakıcı gibi bir şeydi. Bunlar hastabakıcılardan farklı olarak sabah hastaları kaldırır ameliyata gidecekleri ameliyata, ölecekleri öbür tarafa hazırlardı.
Velhasıl bu durumu bilen birkaç kişiden biri de bendim. Fakat söz ağızda durmaz, tutamazsın öyle yıllarca. Hemen bir çaresine bakalım diye araştırmaya koyulduk.
Hastaneden çıkarken birkaç zenci ile karşılaştık. Gözleri yorgun dertli bir halleri vardı. Hallerini sorup yardım etmek istedim. Birkaç kelime edince dilimizi bilmediklerini anladım. Çünkü kıvırcık saçlı zenci yanındaki diğer kıvırcık saçlı zenciye bir şey söyleyip, elindeki çantayı açtı ve bana saat satmaya kalktı. Sonra yanlarına onlardan nispeten genç olan kıvırcık saçlı bir zenci daha geldi ve dilimizi biliyordu şükür. Onunla anlaştık. Anlattığına göre kuzeni “Makagulakuu Numbarasi Kuma Kuma “ sevdiği hapı alamayınca intihar etmişti. Hastaneye kaldırılan şu tam üst satırdaki isimli kıvırcık saçlı zenci gençte doktorların bütün müdahalelerine rağmen “beyin ölümü” meydana gelmiş, beyin ölümü meydana gelir gelmez de saçma sapan konuşmaya başlamıştı.
Ağzından çıkanı duyamadığından olur olmaz laflar ediyor hekimler bu hali “Beyin ölümü” ne bağlıyordu. Bir ara deniz suyu sıcaklığı şu kadar derken birden gelecek hafta çıkacak sayısal loto sonuçlarını veriyor, bir müddet duraksayıp sonra yeniden o hafta ölenler içerisinden cennete girenlerle giremeyenleri isim isim açıklıyordu. Cennete girenler arasında tanıdık isme rastlamadım zaten toplasan üç isim saydı üçü de Gazzeli çocuklardı. Fakat cehennem listesi oldukça kabarıktı ve çok tanıdık isimler vardı. Bir de bu kıvırcık saçlı genç beyin ölümlü listedeki isimleri teker teker zikrederken cehenneme gitmelerine sebep olan günahları da sıralıyordu.
Birkaç isim anımsıyorum mesela Tanju Topik; cinsiyete muhalif faaliyetler, Soton Mor; üç “o” harfli isim almaktan, Yosma Geldi; isim benzerliğinden, Memati Baş; senaryo gereği olur olmaz sıkmaktan, Galip Kutuşcu; “baldız baldan tatlıdır “ felsefesini icra etmekten, Hacı İmam Nuh Böcülük; abdestsiz ibadetten gibi şeylerden bahsediyordu.
Velhasıl beyin ölümü gerçekleştiğinde beyin işimize yaramazdı da efendi hazretleri ayılmadan eksik organı yerine monte edebilir miydik diye düşünüyordum ki zencilerden kıvırcık saçlı olan “ baba oldu sen ver yirmi iki bin dolar al maslahat ok” dediğinde sadece yirmi iki bin dolar kısmını anlayabildim. Tabi anında itiraz ettim “ Çok para kara uşak, bu çok pahallı, bir de sanki piyasası varmış gibi ne o yirmi iki bin dolar, lan ya yirmi beş de ya yirmi düz”
O kıvırcık saçlı olan zenci “ No, no, noooo, var para var organ yok para yok organ” dedi. Alaşağı ver yukarı testisler hariç on beş bin dolara anlaştık. Fakat fiyatı başkalarına söylemememi rica etti. Zira bunlar meğer santimi bin dolardan ihraç ederlermiş memleketlerinde. Diğer sakatat kısmı için de iki bin dolar ödeyip takım olarak satın aldık ve doktora götürüp verdik.
Doktor poşeti alır almaz “Ya ne zahmet ettiniz de bana balık getirdiniz” deyince müdahale edip meseleyi anlatınca “ya hu ben de bu sene deniz bereketli, mahsul hem bol hem de baya büyük dedim içimden” diye izah etti.
Velhasıl gece bir operasyon ile organ müştemilatıyla hocafendiye monte edilince rahatladık. Efendi hazretleri bir gün sonra tamamen uyandı. Ben odanın dışında bekliyordum. Bir çığlık koptu “Anammmm yetişin !”
Koştuk, odaya girdik hocafendi yatağın ucuna doğru kendini atmış endişeli gözlerle bize bakıyordu. “hayırdır efendim?” diye sordum. “ Ahhğğğğ..ısıracak beni,ölürecek acep zehirli midir? Nerden geldi bu hayvan buraya!” diye feryad ediyordu.
Hemşire hanımı çağırdık gel bir iğne yap, bir sakinleştirici veya yumuşatıcı bir şey yap dedik. Sağolsun geldi “Neyin var amca, neden korktun. Yaa sen bi de bizi düşün” diyerek kahkaha ile odadan çıktı.
Sonradan öğrendik ki hemşire hanımın zenci bir sevgilisi var ve hem de kıvırcık saçlı.
O sırada yumuşatıcı iğneyi de yapmıştı. Enjeksiyonun neticesinde hocafendi önce sakinleşti sonra mışıl mışıl uyudu.
Hazret olanı biteni anlattıktan sonra normale döndü. Ve her yeri bembeyaz olan değerli zat bir tek o kapkara bölgesiyle anılır oldu.
“Karakamışlı Molla Müşüt Efendi” olarak nam saldı bütün dünyada.
Aslen dedeleri Sarıkamışlı’ydı. Fakat hocanın babası altmış dokuz zamanında hocafendi yirmi dokuz yaşlarındayken hanımı köy muhtarına emanet etmiş komşu kızını katıra yükleyip bizim buraya; Karakamışlı’ya göç etmiş.
O günden sonra namı yürümüş altı vilayette.
Hastaneden çıktıktan sonra hocafendi hazretlerinde bazı ruhsal değişimler daha doğrusu inkişaflar meydana geldi. İlk günler sakin geçti. Sonraki hafta hocafendi hanımlara verdiği sohbetlerde duygularını gizleyemez oldu. Nasıl gizlesin, yani, belli oluyordu.
Fakat bir gece Miyave Hatun ile halvette iken efendi hazretlerinin montajlı organı dikişlerin ecele ve yetersizliği sebebiyle yerinden çıktı ve demonte vaziyette hastaneye kaldırıldı zat-ı muhterem.
Efendim o günden sonra kendini bu yola verdi. Bazı kısımlar dışarıda kaldı fakat umumiyetle bu yolda oldu hazret.
Derken bizimki soru sorduğuna bin pişman eli havada ağzı açık vaziyette iki adım attı ve salonun ortasında durdu.
“Ben hocafendinin muhterem eşini çölde susuz perişan vaziyette can çekişirken elime bir tas su verirken gördüm ağalar” dedi.
Çıt çıkacak yer bulamıyordu.
Suratların rengi hocafendinin yeni organının rengine dönmüştü
Bir tek efendi hazretlerinin zevcesi Miyave hatun paravanın arkasından “Педик хренов!” dedi ve ben dâhil hiç kimse anlamadı fakat “âmin deyip ellerini yüzüne sürdüler.