8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
679
Okunma
Benimki o kadar büyük değil. Göz gezdirdikçe aklıma Robinson geliyor: Bir mağaraya yerleşmiş, etrafını çitle çevirmiş, çitin önünde orman oluşmuş, bir yere kendine tarla açmış, başka yere ağıl kurmuş. Bütün bunlara rağmen düzenli olarak adasına gelen zenciler ne onu farketmiş, ne de o zencileri. Dedim ya büyükmüş adası. Benimki öyle değil.
Uzunluğu en fazla iki metredir, genişliği de bir. Yine de kendimi bir kayanın üzerinde duruyor gibi hissetmiyorum. Belki de zeminin yumuşaklığındandır. Kayalardan bahsedince aklıma bir başka kazazede olan Robert Pinzetti geliyor. Robinson’dan farklı olarak o kendini bir kayalıkta buluyordu. Ne tarla açma imkanı var, ne de hayvan besleme. Bindiği tahliye sandalının peksimet kutusu bile yokmuş. Sadece kayalığın üzerinde uçuşan, arada sırada da konan martılar... Onlardan birini yakalamaya çalışırken Pinzetti kendi ayağını kırıyor. Çok geçmeden ayağı kangren oluyor. Adam, en azından bu noktada şanslı çünkü öncelikle kendisi bir cerrah. Daha da iyisi, anestezi yapmasına kısmen yarayacak şekilde elinde uyuşturucu var. Çekiyor uyuşturucudan, kesiveriyor ayağını bir çırpıda. Kesik parçayla bir süre karnını bile doyuruyor. Benim ise ne tepemde martılar var, ne elimde piyasa değerini hesaplayamayacağım kadar uyuşturucum. Ayaklarımda yerinde çok şükür!
Son kumanyam olan kutu gazozu da az önce bitirdim. Diyet olduğu için zaten besleyici bir değeri yoktu. Reklamlarındaki gibi susuzluğa da birebir gelmiyor. Böylece karnımın gurultusuyla başbaşa kaldım. Gazoz kutusnun üzerindeki tüketici hattı numarası bir kurtarıcı olabilirdi, eğer elimde telefonum olsaydı.
Eğer telefonum olsaydı her şey başka olurdu zaten. İlk olarak eski karımı arardım: Onun sesi mutlaka beni hareket geçirirdi. Bir kurtuluş yolu arardım. Onu haksız çıkaracak bir kurtuluş yolu... Dedim ya, telefonum yok. Ne onu arayabiliyorum, ne de başkasını.
Gözünüzün önüne mavi, sonu gözükmeyen bir deniz geliyorsa, gelmesin. Öyle hafif çırpıntılı sularda filan değilim. Kahverengi bir denizdeyim. Adam dışında görebildiğim her yer kahverengi. Bildiğimden değil ama yine de tik ağacı derdim; bu kahverengi denizi oluşturan kalasların türünü söylemek için. Zamanında iyi bir ustanın elinden çıkmış olmalılar; hala yıllara meydan okuyorlar. Üzerilerinde yürüyebilsem çatırdamalarını duyardım. Şimdi ise kulağıma gelen iki sesten biri üzerinde oturduğum, iki metreye bir metre olan kanepeye ait kumaş döşemenin çıkardığı hışırtı. Bir ucundan diğerine ben hareket ettikçe hışırdıyor.
İnebilsem inerdim kanepeden ama çakıldım kaldım. Pinzetti gibi ayağımı elimle kesmedim. Sakat filan da değilim; daha bu sabah yürüyerek bu odaya girdim. Yine de inemiyorum. Aşağıda, beni çocukluğumdaki gibi yatak altında yaşayan canavarlar beklemiyor. Keşke bekleseler...
Bir karafatma koşturuyor tik ağacından olduğunu düşündüğüm zeminde. Kınkanatlarının hışırtısını duyduğumu düşünüyorum. Biraz ileride bir başkası... Kaç tane var etrafımda sayamadım. Ama sanki hepsi 101 nolu odadan fırlayıp buraya gelmişler. Üzerilerine basma cesaretini çocukluğumda kaybetmiş olmalıyım. Bir tanesi terliklerimden birine girip çıktığından beri onları da giyemez oldum. Çıplak ayakla yere atlayıp kaçmak mı: Deli misiniz? Ben değilim.