5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1468
Okunma
Babam bana her hafta iki sakız alır çarşıdan. Birini bir dahaki haftaya kadar saklarım. Böylece bir hafta boyunca düşününce, beni heyecanlandıracak, gülümsetecek bir şeyim olur. Ders yaparken, kap yıkarken ve uyumadan önce sakızımı düşünüp, içime geniş bir nefes çekerim.
“Örtmenim, Aylin yine işemiş.”
Kenan’a kulaklıklı cep teybi getirdi halası. İsviçre’den. Dün gördüm. Bahçe duvarının üzerinde oturuyordum. Yanıma geldi. Abin evde mi, dedi. Başımla hayır yaptım. İki sıçrayışta çıkabildi yanıma. Şişko. Ha bire yiyor. Yakında dünya doğurdu diye yazacak gazeteler. “Bu nedir biliyor musun?” Yok. “Sidi çalardır.” Hı hı. “Sallama kız başını. Bir kere de konuş benimle.” Kulaklığın tekini bana uzattı. Sonra biraz daha yanıma sokuldu. Omzu omzundan bir karış yukarıda. Elimdeki kulaklığa baktım. “Kulağına tak” dedi. Taktım. “Nasıl, güzel şarkı değil mi?” Sakızım geldi aklıma. Ansızın gelir öyle. Güzel yanı da bu ya. Gülümser gibi oldum sanırım. Dirseğini kaburgama vurdu. “Ne gülüyorsun allasen? Ağlanır bu şarkıda.” Bu akşam ölebilirmiş bir adam. Beynime diyor bunu. Kulağımın en dibinden beynime ne var şurda. Beynime diyor. Kenan’ın omzuna baktım yine. Süveterinin kol lastiği başka renk. Şimdi orda olsak ikimiz. O kol lastiğinin kenarcığında. Şöyle bir, bilemedin iki santim olsa boyumuz. Karafatma gibi.
“Yok, işememiştir o. Terlemiştir. Di mi Aylin?”
Gerçekten de ağlatıcı şarkıymış. Dünyanın ne kadar kederi varsa bende sanki. Ben annem miyim? Hayır değilim. Bin milyar hücresinden bir tekini bana verdi diye…Yok canım. Daha neler. Ben annem değilim. O efkarlıdır. Su taşırken kollarına baktım. Elleri dizine kadar geliyordu. Adamın kolu uzar mı? Oysa dolabın ikinci rafına yetişemez. Kısa, francala gibi kolları var. O yüzden sakızımı oraya saklıyorum ya. Her şeyden bir şey aşırmak gibi bir huyu var annemin. Ekmeği saklarken bir çimdik koparır atar ağzına. Reçelin kapağını kapatırken parmağını içine daldırır, yalar. Takvimin sıradaki yaprağını kopardıktan sonra, Aralık ayına doğru neler var diye bakar. Yemek tarifi olan sayfaları yırtar saklar. Babamın paketinden sigara çalıp asmanın arkasında tüttürüyor geceleri. Sakızımın da yarısını kırıp alırsa ne yaparım? Fırıncıların Kadriye göründü ağaçların arasından. Elinde, kızının altınında kuyumcudan aldığı çanta. Şişinin biri görünüyor. “Kız Aylin, evde mi Fatmabam?” Hı hı. Kenan kulağındakini çıkartıp bana döndü. “Doğru cevap versene. Dilsiz diyorlar senin için.” Omzumu silktim. O da. Süveterinin kol lastiği toplanıp genişledi bir kere. İyi ki orada değilmişiz. Düşerdik. Benim omzuma düşerdik. Belki de düşmezdik. Karafatmalar düşmez. Mecbur kalınca uçarlar.
“İşedi örtmenim. Bu kadar, demirci babam bile terlemiyor.”
Göl gibi kokuyor bu kadın. Fırıncıların Kadriye. Kurumuş yaprak, kurbağa yumurtası, balık sümüğü, terkedilmiş yılan gömleği, cam kırığı, şişmiş çocuk bezi, yosunlu taş…hepsinden biraz kokuyor. Yanında yeni evli kızı Gülsüm vardı. Bahçe kapısını açarken eğildi kulağına bir şey dedi. Gözlerimi yumdum. Adam hala beynimi tehdit ediyor. İlle de bu akşam ölecek. Gözümü kapatınca ne görüyorum ben. Yukarıdan aşağı, sağa sola yalpalayarak düşen, toplu iğne ucu büyüklüğünde tozlar. Bazıları parlıyor. Çok sıkınca kendimi. İşte bu tozların arasından Rıza Hocafendinin tıraşlı başı göveriyor. “Suizan zinhar haramdır.” Gözlerimi açtım. Ana kız bana bakıyorlar. Sonra bir fısıltı faslı daha. Gel de suizan etme. Bile isteye ettim işte. Kadriye kızına dedi ki, bu ikisi yatıp kalkarlarmış. Evren boşluk kabul eder mi? Etmez. Boş görünen her şey hava ile doludur. Biri diğerine sessizce bir şey fısıldıyorsa, bir başka diğerine fısıltıyı istediği gibi seslendirmek düşer. Bu Kuantum kanunudur. Başka bir şey kanunu da olabilir. Adı mühim değil.
“Aylin! Tahtaya doğru yürü.”
Kenan saatine baktı. Kulağımdakini nazikçe çekip, kabloyu teybe doladı. Sonra aşağı atladı. “Gene gelirim. Sevdiğin bir şarkı var mı?” Hı hı. “Ne?” Gök gürültüsü, yağmur, toprak kokusu. Elini gözlerine siper edip baktı bana. Burnunun üstünü kırıştırdı. Sarı dişleri göründü o zaman. Olsun. “Çüş!” He, çüş. “Öbürleri neyse de toprak kokusu da nerden çıktı?” Ne bileyim. O ikisi olunca, yani gök gürültüsü ve yağmur…Toprak kokar. O bana kalsın tamam. Sen gürültüyü ve yağmuru getir. Arkamda yürüyen kara bulutun gölgesi geçti Kenan’ın yüzünden. O da çekti elini. Teybini omzundaki çantaya sokup gitti. Karşıda bir yol var. Öte tarafı orman. Ormanın içinde bir keçi patikası. Kenan o yoldan gitti. Dallar gri süveterinin son parçasını da örtene kadar arkasından baktım. “Aylin! Kız git Havva Yengenden şeker al gel. Annem sonra verecek de.” Havva Yengem trafonun dibinde yaşıyor. O eve gitmeye korkuyorum. Üzerimden karmaşık bir şeylerin geçmesini hiç sevmiyorum. Kabloları, telefon tellerini, kuş sürülerini, birbirinden kopuk bulutları, ipleri dolanmış uçurtmaları. Trafonun yanındaki dev demir yığını şirktir. O kadar çıkılır mı göğe. Allah adamı kınamaz mı? Gittim ama. Yengem kapıda fasulye ayıklıyordu. Bir de kocakarı vardı yanında. Sürekli eteğini çitileyip duran. Kınalı parmaklı. Beni görünce höykürdüler. “Tu Allah belanı vermesin! Öyle gelinir mi çakal gibi.” Kocakarı ön dişlerini geri itti. Dış kapının önünde yatan enikli köpek yama kulaklarındaki sinekleri silkeledi. İçeri girdim. Dolabın tülünü başımın üzerinden atıp şeker kasesini aldım. Az kaldım öyle. Tüle sinekler kondu. Gözlerimin üzerinde gezindiler. Sonra koşarak çıktım dışarı. Başımı kaldırıp trafoya baktım. Kuşlar öttü. Keşke bunu da deseydim Kenan’a. Kuş sesini. “Ne aldın kız?” Kaseyi gösterdim. Ağzını buruşturdu. Yerdeki kerestelerin üzerine çıkıp yürüdüm. Baktım şekeri dökmeden yürüyebiliyor muyum? Yürüyebildim tabi. Fakat sonra durdum. Zınk diye, birden bire. Yengem kocakarıya kısık sesle bir şey söyledi. Suizan ettim haliyle. “Bunlar var ya, biz olmasak açlıktan geberirler.”
“Kalkmıyor örtmenim. İşedi dedim ben.”
Yol üstündeki çeşmenin yalağına oturdum. Elimde şeker kasesi. Annem Kadriye’e ne diyordu acaba? “Ay size de ayıp oldu öyle şekersiz şekersiz.” Camdan yola bakıyordu illaki. Sonunda kocakarı kalın kabuklu bir salyangoz gibi göründü ufuktan. Gah yürüdü, gah değneğine dayanıp soluklandı. İndim, çeşmenin arkasına saklandım. Beklemek hiç güzel bir şey değil. Çeşmenin duvarında bir sürü karınca saydım. Nihayet tam karşımda durdu ihtiyar. Bir metre ötemde. Yeleğinin cebinden bir avuç leblebi çıkartıp ağzına attı. Çiğnedi. Yutkundu. Sonra parmağını ağzına sokup arka dişlerini sıyırdı. Tam zamanıydı işte. Bir mutluluk, bir acı. Hayatı nötrleştiren mükemmel denge. Nasıl fırlatırsam, kasenin kırık kenarı tam şakağına gelir. Hesapladım. Bir ona bir kaseye bakarak. Kuşlar hep öttü tabi. Bir ara rüzgar esti. Kase sendeler diye korktum. Hey Allah’ım, ben o şirkin altından hiç geçmiyorum. Lütfen rüzgarı çek yukarı, dedim içimden. Kase kendi etrafında döne döne, hiç rotasından şaşmadan kocakarının şakağına çarptı. Yer çekimi hangi hallerde iptal oluyordu? Kasenin çizdiği doğru yatay, kocakarının düşüşü dikey. Doksan derece. Konya tahıl ambarı, dördüncü cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel, fermuar bin dokuz yüz on üçte icat edildi. Dersim de tamamdı. Kocakarının üzerine şekerden kar yağarken, koşa koşa eve gittim. Lastiklerimi ta bahçe kapısında çıkartıp, salonda çay bardakları elinde bekleyen kadınların gözlerinden yarım saniyede geçerek yatağıma girdim.
“Kalksana Aylin! Bak bir kere daha söylemeyeceğim.”
Güneş varken yatınca gece bir türlü olmuyor. İki kere uyudum uyandım, yok. Pencereden sızan ışık tahtalara serilmiş. Elbiselerim orda burda. Çantamın ağzı açık. Çorabımın bir bacağı ters, sandalyeden asılıyor. Kulağımın içinde o adamın sesi. Bu akşam ölürüm. Geber ulan. Geber. Herkes gebersin. Birer birer de değil, yüzer yüzer. En başta bizimkiler. Bir kayığa dolsunlar, okyanusa gitsinler. Alabora mıydı, öyle olsunlar işte. Dün akşam abim babama bir şey sordu sofrada. Annem kepçeyi eline vurdu. Sofrada konuşulmazmış. Nerde konuşulur? Dört kişi, ettehiyyatü okur gibi diz çöküp, sofra bezini dizlerimizin üzerine çektik. Yedik, içtik. Allah ne verdiyse. Sonra selam verdik. Yarım saat bir aile. Yoksa yok. Bu kadarı da olmasın. Ölsünler. Ben dururum kendim. Neler neler düşündüm. Daha bir sürü şey. Annem avludan seslendi bir ara. “Ömrümü yiyesice, çık da gel, iki kap doldur.” O da haklı, ne yapsın. Dalından dal kır, toprağa sok. Köklensin. Sonra seni sevmesin. Sonunda o an geldi. Babam kapımı bir tekmeyle duvara yapıştırdı. “Kalk kız. Yetti senin yaptıkların. Ne istedin ihtiyar kadından? Ne diye kırdın kafasını.” “Kamil, allasen yapma. Bilmiyor o. Bilmiyor.” Kalktım. Abim ikisinin arkasında dikiliyordu. Tehlike anında ilk kaçacak kişi. Müdür odasının yeşilimsi metal dolabı gibi bir şey o. Sakızım geldi aklıma. Keşke şimdi onu sakladığım yerden çıkaracağım anda olsaydım. Gülümser gibi oldum sanırım. Babam çok kızdı. Göbeğimin altı neden ağrıdı böyle? Bacaklarım sırılsıklam. Tahtanın üzerinde gittikçe genişleyen bir daire kilime kadar dayanıp şeklini kaybetti. Baktım babamın ayağı hala havada. Ne kadar çabuk oluyor bazen her şey. Annemin çeyizlik kilimine de yazık oldu. Daha namaz da kılınmaz üstünde. Sundurmanın altına sererler bunu artık.
“Neden sürekli altını ıslatıyorsun Aylin? Ortaokuldasın. Yapma bunu. Bir hastalığın mı var yoksa? Çekinme söyle, baban sayılırım senin.”
Anlattım ya örtmenim. Böyle oldu işte.
“Örtmenim, bu e’leri de ters yazıyor, üçleri de.”
“Konuşmuyor da örtmenim. Cinli, cinli.”
“Tamam. Çıkın. Aylin, velin gelsin pazartesi.”
Olur. Derim.
Montumu belime bağlıyorum. Örtmen evine gidiyor. Karısına sınıfta bir deli var diyecek. Aaa diyecek karısı, kaşlarını kaldıracak hayretle. İşte bu beni en kestirme yoldan tanımlayan ifadedir. Kenan’ı gördüm bahçe duvarının üstünde. “Gel kız, yağmur sesi getirdim sana. Gök gürültüsü bulamadım.” Öyle olmaz ki. Yanına oturup kulaklığı takıyorum. Şır şır yağmur sesi. Ipıslak. Ipıslak. Ama olmuyor işte, toprak kokmuyor.
A. ENGİNDENİZ