5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1826
Okunma
“Babam Gitti, Aç Gözlerini Anne” Makalesinin Ardından
Bakmakla görmek arasındaki fark, sanatçı ile diğerleri arasındaki özellikleri ortaya koymakta sanırım. Yazar, fotoğrafçıdan da farklıdır, sadece tespit yapmakla kalmaz detayları da irdeler. Hatta sebep ve sonuçlarını didikler. Max Weber’in sosyolojik tespitlerinin bir kritiğidir adeta bu irdelemeler.
Hatta yazarın kendine özgü bir de psikolojik yordamaları vardır. İç dünyamız, eylemlerimize neden olan duygu ve düşünce yapımız, jest ve mimiklerimiz, vb. Yazar için bulunmaz malzemedir. Belki de yazarı kendisi yapan yönü budur. Hatta Freud’un “Buzdağı Analojsi” dediği bilinç altının kişiliğimizi oluşturmadaki rolünü irdeler. Bazen eserlerin büyük bir kısmı yorumlarla, betimleme, tahlil, analiz ve sentezlerle oluşturulur bu yüzden.
Neticede iyi bir yazar; sosyoloji, ekonomi, psikoloji, antropoloji, mimarlık, mühendislik, sosyal psikoloji, son yıllarda moda olan tabiriyle “toplum mühendisliği” vb.konularında bilgili olmak durumundadır.
Bunları şunun için yazdım. Aynur ENGİNDENİZ’ in olayları tespit ve tahlillerinde, bütün bu argümanları o kadar yerli yerinde ve ustalıkla kullanmış ki. Eğer böyle olmasaydı ortada sadece; simitçi, pastane, bank, çöp kutusu ve lüks binalar kalırdı.
Oysa üç beş basit sözcükten; özgün ve nadide bir eser ortaya konmuş ki yazarlık da burada başlamakta zaten.
Şimdilerde simitçilerin bilmem kaç yıllık emek ve göz yaşından ortaya çıkan ve yazarın dizelerinde;
“Kentin en meşhur pastanesinin yanında kurmuştu tezgahını. Rüzgara karşı ıslık çalmak misali…Her sabah kederli gözlerle süzerken gelip geçenleri, cılız bir sesle:“ Taze, sıcak simit !” diye bağırırdı. Dizleri delik pantolonu, yakası kim bilir kaç kere devşirilmiş gömleğiyle, hayatımın direnç timsaliydi simitçi. Gün ağarırken ışıklı vitrinlerine meşhur pastanenin, O, ya Bismillah deyip, elli simitlik tezgahını kurardı. Elinde ucuzdan bir gazete, alnında darbelerden hatıra kesikler, avuçları nasırlı, kirpikleri ağlamaya yatkın, garip simitçi.”
Şekliyle ifadesini bulan “ tarihi “simitçi” kelimesini de sermaye çevreleri çaktırmadan çaldılar. Kurdukları devasa binaların adını “simit sarayı” diye tanımladılar. Simitçilerin asırlık göz yaşı emeğini bu şekilde-yine yorulmadan- nalıncı keseri gibi kendilerine yonttular.
Simit yemek bir zamanlar belli bir gelir dağılımının altındaki insanların-belki de mecbur kalarak- tercihi ve karın doyurma argümanı iken, birden bire kılık değiştirerek sosyetenin nostaljisi ve eğlence takıntısı oldu.
Böylelikle:
“Saçsız başını gür bıyıkları örterdi de, yaşlılığını ele verirdi, gözlerine giden çatlak yollar. Güneşin altında kırıştırdığı yüzü, kim bilir kaç kurak yazın haritasıydı. Kim bilir kaç düşmek üzereyken sivri taşlara tutunmanın hatırasıydı avuçlarındaki çatlaklar. “
Tanımındaki bitmez tükenmez çileleri ile “bir kaç simit daha fazla nasıl satarım” ın endişesini yüreğinde hissederek, borçlandığı fırına gün batmadan borcunu ödeyebilme hüznü ile yorgun bedeni bir kat daha bitkin düşen simitçi kayboldu.
Bunun yerine, müşteri endişesini; “daha fazla talebi nasıl karşılayabilirim” şeklinde hisseden, zahmetsiz, meşakkatsiz ve fakat daha fazla kazanan post modern simitçilik sektörü doğdu.
Yazar ne güzel betimlemekte bu duyguyu:
“… Gözleri kuytulardan, aç karınlara bakardı. Zengini zengin eden, fakiri ezgin eden, karnını “hava”* ile doyuranlara…”
Ancak yazar aynı anda endişesini duyduğu bir olguyu, “kentin meşhur pastanesi” gerçeğini de, da bizim simit sarayı tanımlamamızın yerine koymakta. Biraz buruk, biraz hüzünlü. Bir ihmal ve bir görmezliğini de vurgulayarak:
“… Her sabah bakışırdık, günaydınsız, merhabasız. Onu ilk gördüğüm gün de bakmıştı yüzüme bir garip. Arkamda kentin meşhur pastanesi, gözlerimin ta dibinde sokak simitçisi. Aslında içeri girerken görmemiştim onu. Yağmur vardı, acelem de vardı. Yine aceleye getirmiştim bir insan yüreğini daha. Ben de simitçiye sırtını dönenlerden olmuştum. Elimde meşhur pastanenin ışıl ışıl parlayan marka yazılı poşetiyle, simitçinin önünden geçerken, hayatımda ilk kez bacaklarım birbirine dolandı. Yüzüm kızardı. Elimi yaktı kör olası markalı poşet…”
Yazar utanma duygusunun kendisine yüklediği mahcubiyetle bir bakıma “tecâhül -i ârif” sanatı yaparak bilmezden gelmekte. Oysa “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali sorumlulara ve topluma da göndermelerde bulunmayı ihmal etmemektedir:
“…Ah be simitçi. Sen de tezgahı yanlış yere açanlardansın. Göğe uzanan binaların arkasında saklı kalan, bahçe içindeki küçücük kulübeleri kim görebilir ki? İnsanlar hep göğe bakar simitçi. Yükseğe bakar. Su içen tavuk misali…Ama şükür için değil. “Daha ver” için…”
Böylelikle, burnu kurduğu binalardan daha yükseklerde olanların gölgesinde kalanların, fark edilemeyeceğini de vurgulamaktadır. Bir de “veren el alan elden hayırlıdır” düsturunu kendi egoları için tersine çevirenlerin doymazlığını, aç gözlülüğünü.
Sonra da global sermaye uzantılarının simgelerini hatırlatmadan geçemez:
“…Hem sen siper etmişsin sırtına küçük bir akasya ağacını. O senden bitap…Eğilmiş de eğilmiş. Senin arkanda Özgürlük Anıtı mı var, senin arkanda Kuveyt’in palmiyeleri mi var?..”
Yine bilmezden gelerek, simitçinin çaresizliğinin girdaplarına tabiri caizse limon sıkar yazar:
“… Neye bu inadın a simitçi? Bak görmedim seni. Bak nasıl da insafsız adımlarla geçiyorum önünden…”
Sonra da yüreğinin labirentlerinden dökülen hüzünle gerçeğe vurgu yapar:
“…Haydi kalk o akasyanın dibinden, meşhur pastanenin, yoksul tezgahını bulamayacağı ücralara sığın. Bana inan, orada “ hava” ile beslenmeyen, gerçek açlar var…”
Karnı doyduğu için, sorunu olmadığı için pazardan haberi olmayan, ekmeğin, yumurtanın fiyatından habersiz; “ ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” komikliğini ve gafletini unutturacak tarzda sorumsuz ülke yöneticilerinin yanında “bu ülkede hala aç insanlar mı var” şaşkınlığı ile komşusunun açlığından bihaber yaşayanlara fiske vurmaktan da geçemez yazar.
İlk siftahını yapan esnafın; “ ikinciyi de komşumdan al, O siftah yapmadı” şükrüyle dükkan açanları bir çırpıda silip süpürerek, devasa “süper marketler” zinciri ile esnaf tabakasını acımasızca yok edenlere de bir çift söz vardır:
“…Oralara göndermeye tenezzül etmez patronlar, papyonlu garsonlarını. Utanırlar, ters düşer satış ilkelerine. Kantini binlerce dolarlara ihale edilmeyen, küçük varoş okullarına git. Simidin nimetten sayıldığı küçük mahalle kahvelerine git. Oralarda sana kimse hor bakmaz. Yağmurda bedava kasketinin altına değil, sıcak çatılar altına sığınırsın. Orada zabıtalar racon kesmez, rızık kesmez…”
Aslında bu tür yapılanmalarda hedef bellidir. Böylelerinin ilkeleri içinde utanma yoktur. Hatta utanma duygusu, böylesi şirketlerin portföylerinde acizlik ve yetersizlik sayılır. Çünkü acıma, merhamet, insaf vb. hasletler sermaye dünyasının lügatinde yer almaz.
Rekabet, acımasızlık, fırsatları paraya endeksleme ve yok etme vaz geçilmez hedeflerdir.
O bakımdan yazarın: “…utanırlar…” söylemi burada adeta iyot gibi açıkta kalmış bana göre. Bu tür sermayeler, hükümetlere bile nüfuz ederek -eğitimin doğrularına rağmen- kantinlerde her türlü zararlı gıdaları da pazarlamaktadırlar. Kazancı okula kalan, öğrencileri, işbaşında alış verişe alıştıran, sağlıklı ve kontrollü tüketim sunan okul kooperatiflerinin kaldırılmasının müsebbibi de bunlardır. Obezite salgınınında.
Bir defasında fırından ekmek alırken, sıradaki, on iki tane bayat ekmek istedi. Fırıncı da “ şu anda bulunmadığını söyledi.” İsteyen dışarı çıktığında safiyane bir tavırla; “neden taze ekmek almıyor” dedim. Fırıncı; “bayat ekmekleri yarı fiyatına veriyoruz. Nüfusu çok geliri yok” dedi. Yıkıldım adeta, saflığıma ve hayatın gerçeklerinden gafil olmama da esef ederek.
Bu toplumun gerçekleri budur, göremesek de. Şimdilerde sofrası bir nebze yemek gören kuşağın da geçmişi aynıdır. O yüzden yazar burada acıtan gerçek saptamayı yapmaktadır:
“…Babamı gördüm çaresizliğinde…”
Sonra da bu ülke için yaşayanlarla, bu ülkeyi sömürmek için yaşayanlara dokunur kalemi ister istemez:
“…Yağmur akasya fidanının çamurlarını yıkayıp, simitçinin garip kirpiklerine akıtıyorken , en meşhur pastanenin ropdöşambırına sarılmış beyefendisi, on ikinci kattaki hiperlüks dairesinin, yerden tavana camlı odasında, purosundan çıkan zehri aleme yayıyordu. Yerdeki insancıklar zehri pay ederken, üç mahalle aşağıdaki gecekonduda, bayat ekmekleri buharda yumuşatıyordu bir kadın…”
Ve ülkenin sırıtan gerçeklerinin örneklemlerinin toplandığı bir yaşam kesiti:
“…Reyonlarında Keban Barajı kuruyan butikler, bir yıl sefa sürmesi için, sadece iki araba satması kafi olan galeriler, ucuz malları beğenilmeyip, alanların da hakir görüldüğü, öte yandan, entel olma adına, masasına bir evin aylık mutluluğu bırakılan, Çinlilerin, Çin lokantası, mankenleri canlı iç çamaşırı mağazası kaldırımlar, vitrinlerde giyinik plastik mankenler, içindeki cızırtıyı sokağa taşıran A La Franga cafe’ler. Penceresinden ciklet sesi dağılan, erkekten bozma kafaların hava attığı “La coiffeur/euse Metin” tabelalı erkek kuaförü…İçine insan serpiştirilmiş iş hanları…"
İşte ülkeden insan manzaraları ve ülkenin paydaşları. Fakat bu seçkin(!) topluluğa yazar simitçiyi yakıştıramamaktadır. Aslına bakarsanız simitçi, yanlışlıkla kaz yavrularının içine karışan “çirkin ördek yavrusu”dur. Gerçeği görmeli ve kendi grubuna dahil olmalıdır bir an evvel. Zaten şair sonraki gözlemleri ile simitçinin gitmesi gereken yere bir daha dönmemek üzere gittiğini ifade etmektedir.
Yazar kendi toplumuna, yaşam biçimine aykırılıkların kıskacında mahzun ve hüzünlüdür:
“…Ne kadar yabancıyım, ne kadar tabloya aykırı. Sessiz sakın, durağan…Oysa, dört nala koşuyor her şey…Oysa zaman, bir yerinde duracak kadar tekin değil…” derken.
Ve her hüzünlenenin, her tehlikeyi görenin çareyi aradığı adresi fısıldar dudakları:
“…Anne…Saçlarımı kesmedim, uzasınlar…Kim bilir, bir gün anne, sarkıtırım kentin saçaklarından, tutunur gelirsin…” feryadı satırlara böyle başını koyar. Belki de anne bağrına ıslak gözlerle saçlarını yayamamanın hüznüdür bu.
Geleceğinin korkulu gözleri yüreğine zehir akıtırken teselliyi yine, “…çaresiz değilsiniz, çare, sizsiniz” vurgusu ile kendi söyler:
“…Çünkü biliyorum, bir gün mutlaka geleceksin ve ömrümüz hep yaz olacak…Bu kentte, armut dikenleri vuruyorlar anne…”
Tebriklerim kaleminiz için.
Sonsuz teşekkürlerimle…