“İnsanlar hatalarını mutluyken değil ancak mutsuzken anlar.” Daniel Defoe “İnsanların mutlulukları yada mutsuzlukları,talihin olduğu kadar Kendi karakterlerinin de eseridir.” La Rochefoucauld ÖLEN EŞİMİN ARDINDAN Sevgili eşim, değerlim, ciğerparem, gözümün nuru, ecem, bir tanem, canım, cananım. İki göz bebeğim… Bu söylemleri hayattayken yeterince sana söyleyememenin vicdan azabıyla şimdi yüreğim lime lime. Islak gözlerle, nazik bedenini izlerken, son yolculuğuna uğurlamanın dayanılmaz kahrını iliklerimde hissetmekteyim. Oysa her eş gibi fazlasıyla hak ediyordun bunları. Tenezzül edip de parasız pulsuz bir sevgi kırıntısına vesile olabilecek bu ifadeleri sana hep çok gördüm. Yahut ta gereksiz. Oysa susuz kalmış bir goncanın solamaya yüz tutması gibi sevgi terennümlerine, herkesten daha çok ihtiyacının olduğunu biliyordum. Şimdi hayatta değilsin. Bulutların ağladığı buğulu bir akşam vakti bana veda ettin. Gözyaşlarım gitmene engel olamadı. Seni tanımadan önce, mahzun ve biçareydim. Henüz dalları budanmamış bir ayrık otundan farkım yoktu. Dünyama girdin, ruhumun tülü, bedenimin bahçıvanı, hayatımın anlamı oldun. Kaba dallarımı ihtimamla budayarak bir goncaya döndürdün. Ruhuma lambalar yaktın. Adam gibi, karşılıksız ve beklentisiz sevdin. Bana gerçek sevginin ne olduğunu öğrettin. Yaşamanın ne olduğunu hissettirdin. Ben se sunduğun bu eşsiz hazineleri görmezden geldim. Ya da sıradan bir şey sandım, ta ki elimden Anka kuşu uçana kadar. Bütün bunları önemsiz addederek ve sadece kendimi önemseyerek yeterince söyleyemedim sağlığında. Meğer nelere, ne bitmez tükenmez hazinelere sahipmişim de haberim yokmuş. Şimdi yoksun. Yüreğimde hasretinin yangınları yalım yalım. Sevgiyle tutamadığım nazik ellerin, bir gül dalı gibi kırık, solgun ve küskün. Beyaz bir gülün narin terennümü gibi gelinliğinle ne kadar da sadeydin. Kaf dağının ardından getirdiğim bir kardelendin yüreğimde adeta. Yine beyazlar içindesin, fakat giydiklerin bu son yolculuğun yakasız gömleği. Bu duygularımı hiçbir zaman seninle paylaşmaya fırsatım olmadı. Çünkü benim için işim daha önemliydi. Mesleki kariyerim, derslerim, mesai arkadaşlarım, toplantılarım, ve bitip tükenmeyen anlamsız seremonilerim. Sense zaten benimdin. Güzel sözler söylemeye, sürprizler yapmaya, doğum günümüzde dışarıda baş başa mum ışığında bir yemek yemeye, küçücük taze bir demet çiçekle eve gelmeye daha vardı. O yüzden şimdilik zaman yoktu, gerek de. Kendi kariyerim ve prestijim adına toplantıların/seminerlerin ardı sıra ilden ile koşarken, hiçbir zaman beraberce gitmeyi akıl edemedim. “Bir gün nasıl olsa götürürüm” diye düşünüyordum. Fakat o bir gün hiç olmadı. Ben ihmal ettim, sen sabrettin, geç geldim, uykusuz, yorgun sabahlara kadar yolumu bekledin. Eve aldığım yiyeceklerin bile en iyisini misafir gelir diye saklayarak hep mütevazı bir hayatı yeğledin. İsteseydin, en alasını yer, içer, hatta saçar, döker, israf eder yeniden isterdin. Fakat istemedin.Yuvanın en muti koruyucusu, eşinin en sadık dostu, malının bekçisi oldun. Bütün bunları yuvamız tarumar olduğunda, ortada bir şey kalmadığında, sam yelleri estiğinde anladım. Fakat iş işten geçti. Saçımı yolmanın, sızlanmanın yararı yok artık. Meğer öncelikle önemli olan aileymiş, aile sadediymiş. Eldeki değerin kıymetini bilmek, korumak, kollamak, sevmek, sevdiğini hissettirmek, küçük sevinçleri mutluluğa dönüştürmekmiş esas olan. Şimdi üzerine titrediğim işim, kariyerim, toplantılarım, amirlerim, protokollerim, mesai arkadaşlarım yok artık. Emekliliğimle birlikte hepsi tükendi. En muhtaç olduğum, dalım, varlığım, dayanağım, evimin neşesi, gönlümün dört köşesi olduğunu geç anladığım sen de yoksun. Hayatın anlamsızlığını, yalnızlığın hicranını, eksikliğinin nasıl can yaktığını şimdi anlıyorum. Başım yeni taşlara değdi, fakat pişmanlığımın bedeli kocaman bir hiçten ibaret. Gülsüz bir diken, susuz bir kaktüs gibi şimdi hayat denen çölde yapayalnızım. Yaşamak zevksiz, duygular tatsız, günler anlamsız. Ve ömrüm sensiz. Bazen kara gözlerinde nemler görürdüm, sorduğumda “hiç” derdin. Bu hiçler hep işime geldi. Olayların kapanması için yeterliydi benim için. Sandım ki sunduğum maddi imkânlar her şeyi çözmekte. Çünkü fazla zamanım yoktu. Lüzumsuzca, başkalarına cömertçe ayırdığım, fakat sana bulamadığım zamanım. Oysa önemli olanı unutmuştum hep. Duygularının da bir ihtiyacının olabileceği aklımın köşesinden bile geçmedi. Bu yüzden bir kerecik olsun seni dinlemek, acını, hüzünlerini, sorunlarını paylaşmak, çare aramak aklıma gelmedi. Hüzünlerinin bilinçaltındaki nedenlerini merak etmedim. Istıraplarına ortak olmayı beceremedim. Sevinçlerine de. Oysa bana en sadık dost, en sevgili, en ala kariyer sendin. Gün gün bedenimi ve ruhumu santim santim kemiren iş stresimin verdiği gerginliği, akşamları ikiye katlayarak eve taşıdım. Mesai arkadaşlarıma, amirlerime, astlarıma gösterdiğim sabrı, hoş görüyü ve güler yüzü sana çok gördüm. Sokakta gösterdiğim kibarlığım bile evimizin içine giremedi. Çünkü çalışan erkek ciddi ve sinirli olurdu, az konuşur, az ilgilenirdi. Böyle kodlamıştı bilinçaltımıza birileri. Tebessümle açtığın gül bahçesinden farksız evimizin kapısından hep kaşları çatık girdim. Sen gonca açan çiçek, ben se sana acı veren bir kaktüstüm adeta. Bahçeyi ve gülleri perişan eden zehirli bir kaktüs. Bir nebze sana zaman ayırabilsem, hatırını sorabilsem, benim için ağarttığın ipek saçlarını okşayabilseydim. Ruhunda kim bilir ne nadide çiçekler açacak, saçtığı kokularla hayatımızın bahçesi gülistana dönecekti. Belki de sen şimdi hayatta olacaktın. Şimdi vakit çok geç. Ve sen beyazlar içinde son yolculuğuna çıkmak üzeresin. Ağlamaya takatim yok, üzülmeye mecalim. Beyaz çiçekleri ne kadar da severdin. Bazen büroma gelen çiçeklerden getirirdim. Buruk bir tebessümle boynunu bükerdin. Sebebini hiç anlayamazdım. Meğer sana özel olarak alınmasını yeğlermişsin. Değer verildiğini, düşünüldüğünü, sevildiğini anlamak, görmek, hissetmek için. Alamadığım üç kuruşluk sevgi çiçeklerinin yerine, şimdi pahalı hüzün çiçeklerini toprağına sermenin, beni affetmene yetip yetmeyeceğini bilemiyorum. Bildiğim tek şey, her şeye geç kaldığımdır. … Evliliğimizin üzerinden yıllar geçti. Bu akşam geçen yılları yaşadım yeniden, bir anda hüzünlendim. Nasıl oldu bilemiyorum, eşimin öldüğünü düşündüm. “Ya ölseydi acaba neler olurdu” diye hayatımı yeniden gözden geçirdim. Beraber geçirdiğimiz yılları tahlil ettim. Yaptığım hataları, gösterdiğim ihmalleri, kaçırdığım fırsatları yapabileceğim güzel şeyleri düşündüm. Bu duygu san ki aklımı başıma getirdi. Bir anda kaybedebileceklerimin ne kadar değerli olduğunu anladım. Böyle bir değerlendirmeden sonra hayatımı yeniden gözden geçirmem gerektiğine karar verdim. Sahip olduklarımın kıymetini gördüm, yeterince kıymetini bilemediğimi de. Çok şükür ki sevgili eşim hayatta. O’ na karşı davranışlarım mutlaka değişecek müspet anlamda. Ve şaşıracağını da biliyorum. Henüz vakit geçmiş sayılmaz. Anlattıklarım bir aile hayatında yaşanabilen, fakat arzu edilmeyen olayların mizanseniydi. Bunlardan bazılarını bizzat yaşadım. Diğer olabilecekleri de geniş bir perspektif çizerek ifade etmeye çalıştım. Gerçek sevgi, sevdiğine değer vermek ve üzmemektir galiba. Mutluluk ellerimizde. Öyleyse haydi … Bir gün çok geç olabilir… |