26
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2284
Okunma


Yaz ayları bizim için meşakkatli ama bir o kadar da bereketli geçen aylardı. Ekinler, hasatlar, meyve bahçeleri derken, bütün aile tuttuğumuz gündelik işlerden harçlığımızı çıkartır, bu paralarla okul zamanı lazım gelecek eşyaları alırdık. İtiraf etmeliyim ki, ben bu konuda da en küçük kardeşlerimden bile tembel ve beceriksizdim. Tarlada ot yolarken gözüm sık sık ellerime ilişir, bu eller dünyayı kasıp kavuracak bir virtüözün elleri olamaz diye iç geçirirdim. Tırnaklarımın arasına dolan toprak ve çayırları temizlerken, kemanın telleri arasında yel gibi eseceğim zamanları hayal etmeye çalışır, kırılan umutlarımı tazelerdim. Sürekli dalgın olduğumu fark eden tarla sahipleri, ertesi gün gelmemem için ricada, hatta tembihte bulunurlardı. Yeşme burada da imdadıma yetişirdi. Kazandığı paraların çoğunu bana verir, kendisine birkaç yumak parası bırakırdı. Elbette bundan kimsenin haberi olmazdı.
Güzel Sanatlar Lisesine kayıt yaptırdığımızın ertesi haftası patates sökme işi çıktı. Bu hiç sevmediğim bir iş olsa da, okul için gerekli olan müzik aletlerini alabilmem için çalışmak zorundaydım. Üstelik okulların açılmasına bir hafta kala enstrüman seçmeleri vardı. Acilen kemanımı almalıydım. Sonra bir yolunu bulup, şehirdeki belediye kursuna yazılıp keman dersi alacaktım. Sabahın erken saatlerinde Yeşme’yle birlikte çalışacağımız tarlaya vardık. İşçilerin başını bekleyen adam önce tarlanın otunu biçmemizi istedi. Bu korkunç bir şeydi benim için. Uçsuz bucaksız tarla patatesle birlikte otlarla kaplıydı. Otları biçmek esas işe iki saat geç başlamak dolayısıyla işi geç bitirmek anlamına geliyordu. Üstelik bunun için ekstra bir ücret de verilmeyecekti. Kimse sesini çıkartmadı. Hepsi traktörün arkasındaki orakları kapıp işe koyuldu. Yalnız ben ve Yeşme tarlanın kenarında emanet gibi kalakaldık.
O anda Yeşme ondan beklenmeyecek bir iyimserlikle “Bütün bunlar geçici abla” dedi. “Sen buraların insanı değilsin. Bir gün o ellerin ipeklerden ve kemanından başka hiçbir şeye dokunmayacak.” Uzak ormanların birinde derinden derine bir guguk kuşu öttü. Sabah rüzgarında dalgalanan otlara baktım. Buraların insanı olmak, dedim içimden. Bu istemediğim bir şey miydi? Evet, istemediğim bir şeydi. Biri bana çıkıp da seni evlat edindiler dese inanacaktım. Kendimi bulunduğum hayata işte o kadar yabancı hissediyordum. Bu bayağı bir küçümsemeden ziyade, doğuştan gelen bir dürtüydü. Anneme ya da babama benzer bir tarafım yoktu. Ne doğuştan gelen hasletlerim, ne de ruhi özelliklerim onlara benzemiyordu. Yalnız sol yanağımdaki gamze annemin kızı olduğuma bir nebze delil olabilirdi. Yeşme gibi gurur duyulabilecek hiçbir özelliği olmayan bir kız kardeşi, Mehmet gibi anarşist bir ruha sahip ve hiçbir baltaya sap olamayacağı şimdiden ayan olan bir erkek kardeşi kendime layık bulmayışım neyle izah edilebilir, bilmiyorum. Galiba Yeşme’nin günlüğüne yazdığı sözler doğruydu. “Bu ailedeki herkeste bir şey eksik. Gökyüzünden aşağı düşüyoruz. Bizden başka herkesin yanında bir şeyi var. Ona sımsıkı tutunmuşlar. Düşüyorlar ama korkmuyorlar. Nedir bu sarıldıkları bilmiyorum. Bizde ondan yok. Hani ölümü bekler insan, ama korkmaz; imanı vardır. Biri uçaktan atlar, korkmaz; bilir ki az sonra paraşütü açılacak. Bizde hiçbir şey yok. Tutunacak dallarımız ne vakit alındı elimizden? Herkes düşerken bile kendi aleminde.”
Eksiklerimiz aslında en olması gerekenlerimizmiş. Keşke bunu Yeşme kadar idrak edebilseydim. O bildi ama, pasifti; elinden hiç bir şey gelmezdi. Bilmesine rağmen herkes kadar hatta; belki de herkesten daha kuvvetli bir sarsıntıyla düştü. Ben bilebilseydim…Annem “Bir ölü için en kötü şey, geceyle gündüzü ayırt edememek olsa gerek” demişti bir keresinde. Biz ölülerden bile basiretsiz çıktık. Gözümüzün önünde birbirine dolanan ak ve karayı birbirinden ayıramadık.
O gün Yeşme benim yerime de çalıştı. İşçi başının görmediği yerlerde oturup hayallere daldım, Yeşme’yi izledim. İntikam alır gibi otları yolmasını, eski bir hazineyi arayan define avcısı gibi toprağı aşkla eşip patatesleri çıkartmasını, sonra onları itinayla sepetlere dolduruşunu, alnından şakaklarına sızan çocuk terini izledim. Akşama doğru tarla sahibi geldi. Onu görünce bir iki iş de ben yapayım diyerek ayağa kalktım. Yeşme patates sökme işini bitirmiş, işçi başından izin alarak tarlanın kenarındaki kadife otlarını biçmeye koyulmuştu. Bu annemi sevindirmek içindi. Annemi sevindirmek için, ineklerini memnun etmek kafiydi. Eve döndüğümüzde Yeşme’nin sırtındaki ot yığınını görünce gözleri ışıl ışıl gülecek, neredeyse ağlar gibi bir sesle kızına teşekkürler edecekti. Yeşme de mutlu olacaktı elbette. Bu karşılıklı bir aşk. Zaten bütün çaba bir an sürecek mutluluk için değil miydi? Kısa bir süre için de olsa sevildiğini hissedebilmek ve artı hanesine bir çentik daha attırabilmek için değil tarlanın, yeryüzünün bütün otlarını yolabilirdi Yeşme.
Elime bir orak geçirip yanına doğru yürüdüm. Ardımdan tarla sahibinin kızı geldi. Bu kıza oldum olası hayrandım. Belki de kendimden aşağı bulmadığım yegane insanlardandı. Çok güzeldi ve her şeye sahipti. Lise son sınıfta okuyordu. Babasının onu gelecek yıl Kıbrıs’a özel bir üniversiteye göndereceğini duymuştum. Yeşme’yi bir kenara bırakıp onunla sohbete daldım. Sonra ikimiz birlikte bir yarışa tutuştuk. Belirlediğimiz sınıra kadar en çok otu biçen bu oyunu kazanacaktı. Bir ara Yeşme’ye baktım. Yaşlı kadınların yanında iki büklüm olmuş hem ot biçiyor, hem de dargın gözlerle bana bakıyordu. Yine de baktığımı görünce gülümsedi.
Otları kesmeye başladık. İkimizde başa baş gidiyorduk. İşaretlediğimiz varışa çok az kalmıştı. Arkadaşım hem yaşça benden büyük, hem de bedenen iriceydi. Dolayısıyla yorulmak nedir bilmiyordu. Nefesim tükenmişti ki, uzaklardan Yeşme’nın sesi geldi:
“Ablam benim! Ha gayret, sen kazanıyorsun!”
İçimde bir balon şişti sanki. Son noktasına kadar şişti ve kara bir el onu benim gökyüzüme saldı. Utanç, pişmanlık, gurur ve hırsla bütün gücümü toplayıp son orağı salladım. Aynı ota aynı anda yarış arkadaşım da orak vurdu. Sonrası dönen bulutlar, çığlıklar, kıpkızıl bir uyku hali…Kız orağı elime saplamış, dört parmağımın üzerinde kemiğe değen kesikler açmıştı.
*
Yaralarım çok geç iyileşir benim. Hatta tam manasıyla iyileşir demek de doğru olmaz; mutlaka geriye bir iz kalır. Elimin acısı daha önce yaşadığım hiçbir acıya benzemiyordu. Birkaç yıl önce, incir dalından düşüp dikenlerin içinde delik deşik olduğumda bile böyle bir acı yaşamamıştım. Hatta o düşüş acı bile sayılmazdı. Zaman geçtikçe çektiğim sıkıntıyı unutmuş, düşüş anında hissettiklerimi mübalağalı bir dille anlatıp kendimle dalga geçmeye bile başlamıştım. O olayın şakağımdaki belli belirsiz yara izi dışında bende bıraktığı tek unutulmaz şey, Yeşme’nin benim için hazırlanan ilacı yok etmesi oldu. Bunu bildiğimi hiçbir zaman kendisine söylemesem de, vicdan azabı çekmesi için elimden geleni yaptım. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum. Bugün inşallah bunu başaramamışımdır diyebiliyorum ancak.
Şu anki kalbimle onu anlamam mümkün. Ne de olsa uzun bir seyrin ardından, kayığı karaya çekip durulur gibi oldum. Kendi hikayemi hesaba katmadan söylüyorum bunları. Mukayese yapmadan. Bu ayrıma girersem, yeniden o eski hastalığımın nüksetmesinden ve dünyanın en yüksek tepesinin en sağlam taşı olduğumu düşünmeye başlamaktan korkuyorum. İnsan biricik özünü nasıl mahkum edebilir. Hele de gördüğü tek yüz, boynu bir yana devrilmiş, sürekli ağlayan, sürekli kara geceler gibi bakan kendi garip portresiyse. Benlikte şeytan tüyü var. Ne yapıp edip kendini sevdiriyor ve en kanlı muhakeme neticelerinde bile haklı çıkmayı başarıyor. İnsan kendini büsbütün haksız bulsaydı, evet, gerçekten buna samimiyetle inansaydı yaşayabilir miydi? Galiba pek çok intihar bu yüzdendir. İşte, yeryüzünün en dürüst insanları bu uğurda ölenlerdir. Ben denedim. Fakat yeterince dürüst değildim. Kendimi kandırmam hiç zor olmadı. Bu yüzden hala yaşıyorum.
Seçmelere üç hafta kalmasına karşın, parmaklarımdan sarı iltihabi sular akmaya devam ediyordu. İlk zamanlardaki kadar acımasalar bile, hala onları oynatmakta güçlük çekiyordum. Doktorun günde üç kere sürün dediği merhemleri belki sekiz on kere sürmeme rağmen sonuç değişmemişti. Kursa gidebilecek gibi değildim. İşte bu benim için dünyanın sonuydu. Bunun yanında, başıma gelen felaket için içten içe Yeşme’yi suçluyordum. Onu suçlamak için bir dayanağımın olmasına gerek yoktu. Kız kardeşim bu ailede suçlanabilecek en zayıf halkaydı zaten.
İnsan tek suçlunun kendisi olduğunu bilse de, içinden çıkamadığı her durumda suçlayacak birini arıyor. Çünkü kendisine ceza kesmeye cesareti ya da ehliyeti yok. İnsanın kendisine kestiği ceza, acının hararetini, bir başkasına ödettiği bedel kadar azaltmıyor. Birileri, bir şeyler hep suçludur zaten. Hiçbir suç tek başına işlenmiyor ne de olsa. Birileri bire bir suça iştirak etmese de, mutlaka dolaylı yollardan varlığını gösteriyor. Kendime şaşıyorum. Görüyorum ki onca şeye rağmen hala bu sakat düşünce tesellim olabiliyor.
Bir sabah uyandığımda Yeşme’yi sargıdaki parmaklarımı oynatmaya çalışırken buldum. Hafif bir sesle o çok sevdiği şarkıyı mırıldanıyordu: “Seni kaybetmenin korkularını, bir bilebilsen.” Hiçbir konuda anlaşamadığımız gibi, müzik zevkimiz de asla uyuşmuyordu. O sevdiği arabesk sanatçılarının gazetelerde çıkan resimlerini bir defterde toplar, altlarına şarkı sözleri yazardı. Bu hobiyi anlamam mümkün değildi. Sonuçta insana hiçbir getirisi olmayan bir uğraştı. Küçük dünyasında acılı şarkılar ve alaturka sanatçılar renk katıyordu.
Saat en çok beş olmalıydı. Henüz karşıki köye güneş düşmemişti. Güneş bizim köyün arkasından doğar, bizden evvel karşı köyü aydınlatırdı. Her iki taraf da günün hangi saatinde olduğunu buna göre tayin edebilirdi. Annem saat altıya doğru uyanırdı. Onun uyanışıyla ev derin sessizliğinden sıyrılır, kalın gece kabuğunu soyar, laleli sarı perdelerimizin duvarda iz bırakmış yerlerine çekilmesiyle, yeni gün için zırhını kuşanırdı. Kulağıma Yeşme’nin şarkısından başka ses çalınmadığına göre saat konusunda yanılmıyordum. Belki de kardeşim hiç uyumamıştı. Elimi onun çelimsiz parmaklarının arasından sıyırıp doğruldum. Hala ona karşı kin doluydum. Yüzüme baktı ve gülümsedi.
“Abla, yarın pazartesi. Git ve kursa yazıl. Parmakların sapasağlam.”
“Bunu nasıl söyleyebilirsin! Neredeyse yaralarımdan kurt düşecek görmüyor musun?”
Hala gülümsüyordu. Bunu beni kızdırmak için özellikle yaptığını düşündüm.
“Bence hata ediyorsun. Kendini acındırmaktan vazgeçmezsen önündeki büyük fırsatı kaçıracaksın.”
“Ne demek bu şimdi?”
“Birkaç gün sürecek geçici bir ilgi için hayallerinden olma demek.”
“Çok biliyordun da neden okulu bıraktın?”
Bu ona söylenebilecek en acıtıcı söz olmalıydı. Bile isteye onu acıtmayı murat ettim. Fakat o sadece sustu ve yutkundu. Hepsi bu. Birkaç saniye gözlerini kapadı, sonra yine aynı sevecenlikle gözlerime baktı.
“Ben hata ettim. Hatamı gördüm. Hata yaptığını anlayan insan henüz hata yapmamış bir insandan daha fazla şey biliyor demektir. O yüzden sana yalvarıyorum.”
Eteğinin cebinden çıkarttığı buruşuk paraları bana uzatırken annemin, anın dramatikliğini paramparça eden sesini duyduk. Yine söylenecek bir şey bulmuştu. Hemen ardından babamın sitem dolu sözlerini işittik.
“Kocan olacağıma, sığırın olsaymışım! Ben işe aç gidiyorum, mübarekler sabahın köründe tıka basa doyuruluyor.”
“Onlar, hiç değilse…”
“Söyle, çekinme. Bir işe yarıyorlar, de.”
İlerisini dinlemeye hacet yoktu. Hep bildiğimiz şeylerdi nasıl olsa. Babam annemin hazırladığı sofraya oturmaz, söylene söylene evden çıkardı. Annem sofra başında kalakalır ve gözyaşlarına boğulurdu. Babam, annemin tahammül edemeyeceği şeylerden birinin kurduğu sofraya oturulmaması olduğunu çok iyi biliyor, yeri gelince bu zaafı en acımasız bir şekilde değerlendiriyordu.
Yeşme yeniden yaralı elimi avuçlarına aldı.
“Abla, bu paraları al. Sattığım masa örtüsünün parası. Sen buradan kurtulabilirsin. Zorla kendini. Bak okulu kazandın, babamı kayıt için ikna ettin. Bunlar seçmelere girmenden daha imkansız görünmüyor muydu? Babam seni kayıt ettirebilmek için yeni aldığı telsizi sattı, biliyor muydun? O telsizi ne çok istediğini, bunun için bir yıl para biriktirdiğini en iyi sen biliyorsun. Hiç değilse bunun hatırına…”
Babamın kayıt parasını nereden bulduğunu böylece öğrenmiş oldum. Yeşme kendince iyi bir şey yapmaya çalışıyordu. Fakat bilmeden körüklediği isyanımdan habersiz sözlerine devam etti.
“Hem biliyor musun dün sabah anneme ne dedi. “Bir gün Sahra’nın arkasında bağlama çalacağım. Koca bir salonda. Belki de televizyonda.” Annem ona biraz kızdı. “Hep sen sokuyorsun kızın aklına bunları. Konserin birinden torunla dönerse o zaman seni görmek isterim. Belki arkasından uzun hava bile okursun” dedi. Ama annemi bilirsin. O bizim orospu olmamızdan korktuğu kadar Allah’tan korkmaz.”
Sanırım güleceğimi umuyordu. Oysa ben içimde yıkılmakta olan dağlara, kıyı köşede birikmiş çer çöpten direkler dikmekle meşguldüm. Babam benim için telsizini satmıştı. Üstelik bana dair hayalleri olduğunu bir başkasından duyuyordum. Bunları kaldırabilmek gerçekten kolay değildi. Hele benim arkamda bağlama çalma hayalinin hiçbir zaman gerçek olamayacağını düşününce ağlayacak gibi oldum. Keman resitalinde bağlamanın ne işi olabilirdi? Bir an kendimi kalabalık bir salonda babamı seyirciye taktim ederken hayal etmeye çalıştım. Orkestra çukurunun içinde kendi çukuruna dolanan bir amatör bağlamacı…
İsviçre’de yaşayan halam önceki yıl köye bir arkadaşıyla birlikte gelmişti. Kadının ataları eskiden bizim köylüymüş. Fakat kendisi ilk defa köye geliyordu. Altın halhallar ve ayak parmaklarına dahi süslü yüzükler takıp köyü dolaştılar. Anavatanlarına o kadar yabancılaşmışlardı ki, hayatının yirmi beş yılını köyde geçirmiş olan halama bile rehberlik etmek zorunda kalmıştık. İkindiye doğru yorulup bir tarla kenarındaki çimenliğe oturdular. Tarlada dört beş adam çapa yapıyordu. Halam adamları göstererek eğreti bir gururla “Bizim buraların adamları hem çok çalışkan hem de efendidir” dedi. Kadın adamları biraz seyrettikten sonra halama doğru eğilip “Bu tipte adamları bilirim Neri. Gündüz böyle efendi geçinir, gece çamaşır iplerinden kadın donları çalarlar” dedi ve kelimenin tam manasıyla –biraz klişe olacak ama- çirkin bir kahkaha attı. Altmış yılın Neriman’ı, sonradan Neri adını alan halam da ondan geri durmadı. O ikisi gülerlerken ilk defa köyümü sevdiğimi ve ne yazık ki kibir konusunda kime çektiğimi anladım.
Kadın gülmeye ara verip çok mühim bir şey anlatacakmış gibi gözlerini kocaman gererek,
“Geçen yıl Selçuk’u ziyaret için Berlin’e gitmiştik. Bir sabah Berliner Zeitung gazetesini açınca ne göreyim! Aynı böyle şalvarlı, cepkenli bir pala bıyığın suratının orta yerinde kalın siyah bir bant. Sabah yürüyüşüne çıkan kadınlar adamı şikayet etmiş” dedi.
“ Ne yapmış densiz, kadınlara mı sarkmış?”
“Öyle olsa iyiydi. Çöp kutusuna tecavüz etmiş sapık.”
“Yalan!”
“Vallahi yalan değil. Gazete yazdı. Adaptasyon sorunu yaşayan Türkler, diye alt başlık atmasınlar mı bir de? Rezil ettiler bizi. Bakma bu efendi duruşlarına, hepsi erkek işte. İşin komik tarafı ne biliyor musun? Çöp kutusu tutanaklara “mağdure” diye geçmiş.”
Yeniden hortlayarak zihnimde çınlayan kahkahaları, babamı konser salonuna taktim ettiğim hayalin içine bomba gibi düştü. Bir an o asil duruşlu insanların, orkestra çukurunda şalvarı ve cepkeniyle dikilen babama “don hırsızı, çöp kutusu tecavüzcüsü” diye tezahüratta bulunduklarını işitir gibi oldum. Yüzümde nasıl bir ifade belirdiyse, Yeşme; babam, bağlaması ve konser hakkındaki düşüncelerimi anladı. Elimi hızla fırlatıp ayağa kalktı.
“Beğenemedin galiba. Bunun olabileceğine dahi ihtimal veremiyorsun. Ama unutma ki; kuyudan çıkan çıplak Yusuf köle iken Mısıra sultan oldu. Aslında bu sözü senin için söyleyecektim. Kendine güvenmen için. Fakat görüyorum ki; babam bu teselliye daha layık ve daha muhtaç!”
Yeşme bir daha tek kelime etmeden odadan çıktı. Şaşırmıştım. Kız kardeşimin böyle cümleler kurabilmesine hayret etmiş, belki de ilk defa ona imrenmiştim. Haklı olduğunu biliyordum, yine de ona olan öfkem bir kat daha arttı. Sözde bana iyilik yapmak istiyordu ama omuzlarıma yıktığı yükün farkında bile değildi. Babamın hayalleri, ailenin benden beklentileri. Bütün bunlar korkutucu görünüyordu. Onların sandıkları kişi olamamaktan korkuyordum. Belki de kursa gitsem bile enstrüman seçmelerinde başarısız olacak, babamın umutlarını yerle bir edecektim. Onun umutlarından daha önemlisi gözündeki yerim değişebilirdi. Elime baktım. Belki de bu yara benim için bir nimetti. Kesik elle hiçbir şey çalamaz, çalsam da başarılı olamazdım. Suçlu ellerim, der işin içinden çıkardım. O yüzden ne kadar geç iyileşirsem o kadar iyi diye düşündüm. Hatta iyileşmemek için elimden geleni yapmalıydım. Evet, keman çalmayı çok istiyordum, ama hayal kırıklığına da tahammül edemezdim. Divanın altındaki sepeti çektim. İçinden ilaçlarımı çıkarttım. Sonra sargıları çözüp, parmaklarıma baktım. Kötü görünüyorlardı fakat eskisine nazaran daha iyi durumdaydılar. Belki gerçekten de birkaç gün daha dişimi sıkar, doktorun verdiği ilaçları kullanır ve tarif ettiği egzersizleri yaparsam kursa gidebilir, keman çalabilirdim. Ama hiçbir şey bana başarı garantisini veremezdi.
Enstrüman çalamamak dünyanın sonu da sayılmazdı. Hem sesim de güzeldi. Karanlık bir köşesinde saklanıp keman çalmayı hayal ettiğim orkestra çukurundan çıkıp, şık giysiler içinde en önde, herkese daha yakın bir yerde şarkılarımı söylemek, o delirtici müziğin yerini pekala tutabilirdi. Kendimce bunun gibi bir sürü teselli buldum, sonra hiç birini beğenmedim. Korkuyordum, içimde kara bir nefes, ciğerlerimin her köşesine doluyor, değdiği yeri yakıp burun deliklerimden dışarı çıkar çıkmaz, yeniden ağzımdan bedenime giriyordu sanki. Sınav sonrası içten içe kazanacağıma inandığım halde, sonuç kağıdı gelene kadar kimseye kesin bir şeyler söyleyemedim. Hatta soruların çoğunu yapamadığım, sınavın ortasında başımın döndüğü ve erken çıkmak zorunda kaldığım yalanını uydurmuştum. Olası bir hüsrana önceden herkesi hazırlamak, omuzlarımdaki yükü biraz olsun azaltmıştı. Yeşme’nin okulu bırakması, Mehmet’in iniş çıkışlarla dolu sorunlu okul hayatı babamın bütün hayallerini bana yönlendirmesine neden oluyordu. O çok zeki olmasına rağmen okuyamamış, içinde hep bir yarayla yaşamak zorunda kalmıştı. Bu yüzden sınava gireceğim gün benden telaşlıydı. Evden çıkmadan beni karşısına alıp,
“Sahra, senin adını anneannen koydu biliyor musun? O bilge bir kadındı. Sahra’nın çok geniş ve bütün güzellikleri bağrında saklayan, gah kurutan sıcaklığın, gah yeşerten vahaların, hem de öldüren serapların anası olduğunu biliyordu. Senin de Sahra gibi olman için sana bu adı verdi. Biz evvela bu ismin manasını bilemediğimiz için sana Zehra dedik. Anneannen bir gün bize Sahra’yı anlatana kadar…Sana güveniyorum kızım. Sen okuyacaksın, ben bitiremediğim bütün okullardan mezun olacağım. Baban için okuyacaksın, anlıyor musun beni. O yüzden sorulara iyi bak. Hemen çıkma, otur. Belki biri bir şey fısıldar, ne bileyim; işine yarar bir şeyler duyarsın. Sahra, seni seviyorum babacığım” dedi.
Böylelikle ince omuzlarıma bir altın külçe daha koydu. Ben birkaç santim daha yere aşağı büyüdüm. Bir yandan kendimle gurur duyuyordum, bir yandan başarısız olmaktan ve kendimle beraber bir çok kişiyi daha yerle yeksan etmekten korkuyordum.
Bir akşam annemle tartışıyorlardı. Yeşme ve Mehmet çoktan uyumuştu. Annem ağlayacak gibi konuşuyordu.
“Numan, ikicilik yapıyorsun. Sahra’yı kayırıyorsun. Çocukların hepsini en küçük hatalarında dövmekten geri durmazken, Sahra’ya ters bakmaya bile kıyamıyorsun. Tamam, sinirlisin. Paran olmayınca ne yaptığını bilemeyecek kadar öfkeleniyorsun. Sonra bütün hırsını Yeşme ve Mehmet’ten çıkartmak için bahaneler üretiyorsun. Başkaları oğlum olsun diye çırpınırken, sen oğlunun yüzüne karşı “Keşke sen olacağına dört kızım daha olaydı” demen neyle açıklanır? Bu vicdansızlık. Oğlan senin gözüne girebilmek için nasıl uğraşıyor görmüyor musun? Senin gibi giyiniyor, senin gibi yürüyor, senin sevdiğin şeyleri seviyor. Ya Yeşme…Onu daha şuncacıkken annene verdin. Yavrumun başına neler geldi. Ölümlerden döndü. Ama Sahra hep paşa gibi büyüdü. İtiraf etmeliyim ki, bunda benim de suçum yok değil. Ama artık büyüdüler. Her şeyi anlayacak yaştalar. Yapma böyle. Yeşme bir yumak parası istedi “Ben o parayı elin günün kapısında kazanıyorum” diye kükredin. Tamam hata etti. Okulu bırakmamalıydı. Ama sana bir yükü yok. Onlardan kestiğin parayı Sahra’nın okula gidiş gelişine harcayacaksın. Ben sana demiyorum ki kızını sevme. Ama adil sev Numan.”
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra bir su sesi. Babam sürahiden su alıyor olmalıydı. O üzüntülü anlarında çok susar, telaşlı anlarında ise sık sık tuvalete giderdi.
“ Yeşme, hata üstüne hata yaptı. Affettim, babalık ettim. Başıma atılan, kimsenin tahammül edemeyeceği o utanç taşlarını ben şu içimde nasıl öğütüp kum tanesine döndürdüm ve o kumları ne sancılarla gözlerimden döktüm sen biliyorsun. Mehmet’e gelince. Elimde değil, ona istediğim gibi yakın olamıyorum. O haylaz bir çocuk. Beni utandırıyor. Vukuatsız bir günü yok. Her hafta okul müdürünün karşısında şapkamı tiftiklemekten usandım artık. Sahra öyle değil, okumak istiyor, okuyor da. O yüzden çalıştığımdan, size bir ekmek parası ayırıp, geri kalan bütün kazancımı onun peşine harcayacağım. Emin ol, diğerleri de okusa aynı şeyi onlar için yapmaktan çekinmezdim.”
Bu sözleri duyduğumda ağlamıştım. Elbette ki, her zamanki gibi içimdeki o kara nefesin eşliğinde.
İnsan ne kadar ilerisi için temennilerde bulunursa bulunsun, ne kadar umut ederse etsin yapıp yapamayacaklarını biliyordur belki de. Ya rüyalarda, ya da bir şekilde bilinçaltına sızan düşüncelerde saklı olmalı bu sır. Belki de bunu hissettiği için dualara sımsıkı sarılıyor insan. Ben babamı yarı yolda bırakacağımı hissediyordum. Onun gördüğü gibi bir insan olmadığımı benden iyi kim bilebilirdi?
Ellerim titriyordu. Kuruyup gerginleşen yara kabukları elimi hareket ettirdikçe acıyordu. Ancak ilaç bu gerginliği giderip, acıma son verebilirdi. İlacı poşetten çıkarttım. Fakat az evvel düşündüklerim aklıma gelince, onu elime sürmekten vazgeçtim. Bu el, iyileşmemeliydi. Çünkü o artık sabıkalıydı. Sevgili elim, çok yakında benim bütün mesuliyetlerimi sahiplenecek, sırtımdaki yüklerden bir kısmını alacaktı.
Daha önce hissetmediğim bir duygu beni yavaş yavaş ele geçirdi. Duyduğuma kesinlikle emin olduğum bir ses, kulağımın dibinden hem de, “Yap şunu artık” diye fısıldıyordu. Tam bir çılgınlık haliyle, yüreğimin sıklaşan çarpıntılarıyla, sağlam elimin parmaklarını, henüz yeni yeni yapışmakta olan kesiklerin üzerinde gezdirdim. Kulağımdaki ses şimdi tam içimdeydi. “Yapabilirsin, yap şunu. Yapmalısın!” Şiddetli bir korku ve keskin bir cesaret arasında gidip geliyordum. Kaç defa elimi geri çekip, tekrar kesiklerin üzerine koydum bilmiyorum. Nihayet canhıraş bir çığlıkla kesiklerden birini ayırmayı başardım. Öyle bir acı hissettim ki, kesinlikle elim kesildiğinde bile bu kadar şiddetli acımamıştı. Kan parmaklarımın arasından sızmadan önce, yaranın içindeki kırmızı ete birkaç saniye baktım. Bu et miydi insanı ayakta tutan, acılarımıza ev sahipliği eden, kabaran ve eksilen ve bu sayede insan ömrünü gelgitlere boğan? Bu eti ince ince doğrayıp, kemiklerin üzerinde onları bir arada tutmaya yarayacak kadar saydam bir zar bırakmak nasıl bir şey olurdu acaba?
Bu çılgın düşünceyi kaç kere tatbik etmeye kalktım, hatırlamıyorum bile. Onca denemeye rağmen, hala düşünüyorum bunu. Ve biliyorum ki; üzerinde bunca yıl düşünülen bir mevzunun imkansız olmayan ama insanın işine gelmeyen bir yanıtı vardır. Yeryüzünde cevapsız tek bir soru olmadığını anlayacak yaştayım artık. Cevapları bildiğim için belki de bunca yıldır hala kendime bu soruları soruyorum. Her zamanki gibi gerçeklerden kaçıyorum.
İlk parmaktan sonra, acının beni en azından öldürmediğini gördüğümde, ikinci, üçüncü ve son olarak dördüncü yarayı da ayırmayı başardım. Üstelik hiç acı hissetmeden. Korkunç bir soğukkanlılıkla parmaklarımın arasına aldığım yarayı yavaş yavaş ayırırken, içimde bir delinin kahkaha attığını duyar gibiydim. Acı çekmek bu kadar zevkli olabilir miydi? Kendi bedenime zarar verdiğimi bildiğim halde, nasıl bu kadar metanetli olabilmiştim. Açıklaması yok bunun. Hiçbir zaman da olmadı. Ne zaman bedenimi kanatsam, o zevki duydum. Ama kelimelerle anlatılamayacak kadar olağandışı, gizemli ve delice olan bu zevkin kaynağını bulamadım. Kayla bunu başkalarından alamadığım hırslarım yüzünden yaptığımı söyledi bir keresinde. “Başkalarını acıtacak kadar cesur olabilseydin, asıl zevkin kendi kanını değil, bir başka canlının kanını akıtabilmekte olduğunu bilirdin” derken, gözlerinde vahşi bir bakış vardı. “İşte böyle” diyerek kolumdaki taze kesiği tırnaklarıyla ayırdığı an, demek istediği şeyi yüzünde gördüm. Bu korkunç bir yüz ifadesiydi. Kısılan gözleri, ısırdığı dudakları ve kanı görünce titreyen vücudu ne olursa olsun asla olmak istemediğim kişiyi gösterdi bana. Şükürler olsun ki, kötülüğümün sınırları yalnızca kendi içimdeydi.
Ellerimden sızan kan çarşafa bulaşmıştı. Kanı çarşafla kurulayıp ilacı sürmeden yaraları sardım. Dışarıdan sesler geliyordu. Büyükannemin ve dedemin sesi. Yatağıma bitişik pencerenin eksik camından başımı uzattım. Annem, dedem ve büyükannem avludaki oturacakta çay içiyordu. Yeşme elinde tepsiyle birlikte hemen yanlarındaydı. Annemin, talihsiz fakat uslu kızı… Yeşme, ah çirkin kız kardeşim…
A.ENGİNDENİZ