15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1524
Okunma

Katıra babasını sormuşlar, “at dayım olur,” diye cevap vermiş. Konuya balıklama dalışımı mazur görün. Konuşurken kendimi o kadar çok kısıtlıyorum ki yazarken bunu yapmak içimden gelmiyor. Kalemle dostluğumun insanlarla dostluğumdan çok daha uzun sürmesinin nedeni budur belki.
Armudun sapını, üzümün çöpünü, dahası, ölümün körünü kaleme fısıldayarak rahatlayanlardanım. Bunu biraz da kimseyi kırmadan, kendi gönlümü almak gibi kabul ediyorum. Yazıda savrukluğun, konuşurkenki densizlikten daha saygın olacağına inanıyorum galiba. Gözü yummak, ağzı kapatmaktan daha kolay geliyor sanki. Bir satırı okumadan atlamak, kulağı tıkamaktan daha kolay değil midir sizce? Kaldı ki rahatsız edildiğinde kırpılmak, gözün refleksi. Kulağın böyle bir yeteneği yok. Eşiğinden içeri aşana buyur demek zorunda kulakçık. Dışarı çıkanın küpe deliğine takılması, ne gözün ne kulağın marifetlerinden. O, aklın depolama yeteneğindenden çok mukayese kabiliyetinden olsa gerek.
"Ölünün körü" derken, bu deyişteki körlük dirinin gözüne değil, Farsçanın goru’na denk geliyor. Ölünün mekânı, mezarı demek. Dil, sözcüğü evire çevire, zaman içinde kör ediyor biraz. Kalem hiçbir kelimeye bunu yapmaz işte. Göz, kapaklarını kısar, kirpiklerini perdeler, kalemin yazdığını görmezden gelirse bile, yazı bunu asla yapmaz, sözcüklere.
“Eliyin körrü!” Derdi Emine Teyzem. Konuyu üstünkörü geçmek istediğinde, ısrarla açılım istediğim anlarda söylerdi bana ve öfkesinin şiddetine göre değişirdi l ile r’lerin sayısı. L’de fazla oyalanıp r ’ye üç saniyeden fazla basıyorsa, söz çoktan bitti, sırada okkalı bir tokat var demekti. Çocuktum, toydum ama anlardım.
Söz uçar yazı kalır derler, ancak yazı denilenin de bir göz kırpımı kadar hükmü olduğu unutulmamalı. Bakmanın görmek demek olmadığı gibi gereğinden uzun cümleler hangi küpeye nakşedilir, edildi diyelim, o küpe hangi kulağa yakışır, bilemiyorum.
İnsanoğlu tüm dikkatini dış dünyayı denetim altında tutmaya harcadıkça içindeki isyanlara hazırlıksız yakalanıyor. Kalem, insanın içinin sesine uzanan mikrofonu gibidir. Kimi zaman sesler o kadar birikmiştir ki, tıpkı şu an bana olduğu gibi, hangisine kulak vereceğini kalem de şaşırır, onu tutan da. Şu, soyu ata dayanan katır sözü mesela… O ses nerden düştü kaleme, seçemedim şimdi, ancak kalemi zihnimin dehlizlerinde biraz daha dolandırırsam yerini tespit edebileceğimi biliyorum. Kendimi azıcık daha yorarsam, o tabire neden olan hatırayı, kafasını kuma gömmüş deve kuşu gibi yakalayacağımdan eminim.
Hep birlikte konuşan bir grup insandan, sesi en tiz olan mikrofonu ele geçirir. Vay okuyanın haline demeyin. Orada göz devreye giriyor, endişeye gerek yok. Bu yazıda hiçbir kelimeyi atlamayanlar bu satırda benimle birlikte yürümeye devam ediyorlar ama birilerini yukarıda bir yerlerde bıraktığımızdan öyle eminim ki. Kimlerinin daha ilk cümlede takılıp kalmış olmaları çok mümkün. Kimilerinin hepimizi sollayıp sona çoktan ulaşmış olmaları da şaşılası değil. Peki, okumanın doğrusu, ya da yazanın arzusu nedir? Yazan atın dorusuna, yiğidin delisine, yazının da efendisine taraf. Dolayısıyla yalpalanıp duruyor harflerin arasında şimdi. Kendisinin iç sazlarının okurun sesine akortlu olduğunu kim iddia edilebilir? Ben değil…
Bu şekilde tasnif edilen bir fikir çekmecesinde, insanın, “insanlar yazışa yazışa anlaşır,” diyesi geliyor. Aksi de mümkün tabi. İnsanlar yazışa yazışa savaşır gibi. Kolay çürütülesi bir sav değil bu, kabul edin. Ama doğruluğuna da çok güvenmeyin. Düşünsenize, gideri altı üstü bir kalem, bir kâğıt ve yazma hızına bağlı biraz zaman... Peki ya geliri? Okuyanın da yazanın da ereceği huzurlu bir sessizlik mi… Sanmıyorum. Olsaydı keşke. Konuşmayı bırakıp yazmalara yüklenseydik, gözde tik tavan yapardı ve yine görmek istediğimizi görüp, hoşumuza gitmeyeni tiklerdik. Tıpkı duymak istemediğimize, elsiz ayaksız kulak tıkadığımız gibi.
Sonuç?
At, avrat, silah tabi ki…
Gerisi Emine Teyzemin dediği kadar önemli anca.
Yazmak, her zaman en iyi tedavi yoludur. Her yazı okuyana kâr mıdır, bilemem. Bilsem de söylemem, ama yazana daima yararlıdır kalem denilen nesne.
Dayısının at olması, katırı soylu kılar mı? Zor… Hem, soylu olanlar soyu ile övünmezmiş. Öyle derdi Emine Teyzem. “Sen soyunla değil, soyun seninle övünsün” derken, kalem tutmayı ya da okumayı kastettiğini sanmıyorum. Kendisi okuma yazma bilmezdi zaten.