10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
916
Okunma
Son bir yemek hakkınız olsa ne yerdiniz? O güne değin hep adını duyduğunuz ama bir türlü tadamadığınız pahalı yemeklerden birini mi? Yoksa çocukluktan kalma, annenizin mutfağından çıkma bir tadı mı? Belki de hayatınızın en mutlu gününü bulur, o gün ne yediyseniz onu tekrarlamak istersiniz. Acele etmeyin. Karar vermek zorunda değilsiniz. Ama ben zorundayım. İnfaz görevlileri başımda dikilmiş, idamdan önceki ne yemek istediğimi öğrenmeye çalışıyorlar. Birinin elinde tablet bilgisayar, şu kadar mil çapındaki bir alandan, maliyeti bu kadar doları geçmeyecek yemek söylememi bekliyor. Bilgisayarı isteyip seçeneklerimi görmek istiyorum. Hayır! Dışarıya erişimim yasak. Belki de Kentucky Kemik’tekileri kendime acındırıp, isyana teşvik edeceğimden korkuyorlar. Olabilir diyemiyorum çünkü kimin benim gibi biri için rahatını, dahası düzenini bozup başkaldıracağını düşünemiyorum.
Benim gibi biri... Kolay değil benim gibi biri olmak. Ben bile geldiğim bu noktaya şaşıyorum. Kaçınılmazı beklediğim şu son dört yıl boyunca sık sık olayların düğümlendiği noktaya dönmeye çalıştım. “Her şey şununla başladı”dan çok, “Her şey şu noktadan sonra geri dönülmez hal aldı”yı aradım. Neydi o nokta?
...
Savcı konuşmasını bitirip yerine geçince, savunma avukatı Malvein Andrews ayağa kalktı ve kapanış konuşmasını yapmak üzere jüriye döndü. Bir çok meslektaşı gibi önce karşısında oturan on iki kişiyi süzdü. Sessizliğin uzunluğunun yeterli kıvama geldiğini düşününce söze girdi:
“Sayın jüri üyeleri! Savcı Theripper’ın iddilarını son kez dinlediniz. Bir kez de olan bitenin çarpıtılmadan özetlenmesi en büyük hakkınız. Şimdi size bu fırsatı sağlayacağım.”
Sözlerinin nasıl bir etki yarattığını görmek için jüriye tekrar baktı. Aradığı empatiyi yüzlerde göremedi. Hafif duraksayıp, devam etti:
“Müvekkilim, Charles Milles, gerek iş dünyasında, gerekse sosyal çevrelerde son derece itibar gören bir katildir... Pardon, bir kişidir.”
...
Hayır! Artık bu freud sürçmesinin geri dönmenin imkansızlaştığı nokta olduğunu düşünmüyorum. İdam kararı kesinleştikten sonra hep bu ana dönmüş, kararda sersem avukatımın sürçmesinin bağlayıcı olduğuna inanmıştım. Ama bu kadar yıldan sonra her şeyin değişebileceği anın mahkeme salonun dışında olduğunu farkettim.
Fazla zamanım kalmadı. Birazdan ısmarladığım tavuk butlarını getirirler. Ne yazık ki giderayak bira içmeme izin vermediler. Halbuki çakırkeyif idam yatağına gitmemin ne sakıncası olabilirdi? Kendileri bilirler. Yemekten iki saat sonra prosedür başlar. Rahip ziyareti, sağlık kontrolü derken son yürüyüşe geçilir. Yürüyüş bir duvarı tek taraflı camlı odada son bulur. Camın öbür tarafındaki özel davetlilerin bakışları arasında zehir vücuda zerkedilir. Sonra ölürsün. Yani ben ölürüm. Size bir şey olmaz.
...
Tekne dalgasız denizin ortasında hareketsiz duruyordu. Uyku mahmuru, kamaradan çıktı. Rüzgar olmadığı için sabitlenmesi anlamını yitirmiş bumbaya anlamamış gibi bakıp, yanıma geldi.
“Okyanusa ne oldu?”
“Duruldu. Sana bunu göstermek istedim. Sargasso denizindeyiz. Doğaldır böyle olması.”
“Bu kadar sakinlik biraz korkutucu.”
“Yalnız değilsin.” dedim, “Kolomb da buradan tedirginlikle bahseder. Korkacak bir şey. Hem birazdan sevdiğim bir dalış mekanına varacağız.”
“Okyanusun ortasında mı dalacağız?”
“Şahanedir, göreceksin.”
İkna olmamış bir şekilde kamaraya geri döndü. Rüzgardan umudumuzu kestiğimiz için motoru çalıştırdım. Tekne kayarcasına ilerlemeye başladı. Motorun homurtusunun kedi mırıltısı gibi huzur verici olduğunu düşündüm. Güzel bir gündü, fazlasıyla güzel.
Elinde kahve fincanıyla tekrar güverteye çıktı. Çıplak ayakla dolaşmaya çoktan alışmıştı. Beyaz mini şortu, bikini üstü, rüzgarda birbirine karışan saçlarıyla öteden beri bu teknede yaşıyor gibiydi.
“Şekerin kalmamış.”
“Şeker kullanmıyorum.”
“Misafirlerin de mi kullanmıyor?”
“Teknede pek misafirim olmaz.”
“Niye?”
Cevapsız sorulardan biri daha. Ufka bakıp konunun kendi kendine geçişmesini bekledim.
“Bana yok mu?”
“Var tabi. Ne zaman içmek istediğini bilemediğim için getirmedim.”
Rica etmeme gerek kalmadan, fincanını güverteye bırakıp yerinden fırladı, kamaraya koştu. Çok geçmeden kahvem elimdeydi. O da kendisininki alıp bana yaslandı.
“Bugün dalacak mıyız?”
“Tabi ki. Bunun için buradayız.”
“Dalmasak?”
“Dalmayıp ne yapacağız?”
“Motoru kapatır, tekneyi salarız. Kendimize de birer bira açarız. Onlar bittiğinde ikincilere geçeriz. Sonra da üçüncülere. Belki arada konuşuruz. Sen nasıl birisi olduğundan bahsedersin, ben de neleri sevdiğimden. Dünyada ikimiz varmış gibi yaparız. Akşam gelince de şekersiz kahvenle ayılmayı deneriz.”
“Kahve ayıltmaz, biliyorsun.”
“O zaman sarhoşluğumuz kalıcı olur; fena mı?”
Dediğini yaptık. Motoru kapatım, aşağıdan bir buzluk dolusu bira getirdim. Rüzgar olmamasına rağmen denizde hafif bir çırpıntı başlamış, tekne belirli bir ritimle salınmaya başlamıştı. Birer bira alıp, dümene yakın sedire sığıştık. Daha ne kadar çok zamanımız vardı...
...
Eğer hala o geri dönülmeyen noktayı anlatmaya çalışmamı bekliyorsanız daha çok beklersiniz. Ben buna dört yılımı harcadım. Şu kalan son iki saatimi tabi ki hayatımın en güzel gününe geri dönmek için kullanacağım. Yeterince şanslıysam o zaman diliminde sıkışır kalırım. Ama sanmıyorum. Yine de koskoca iki saatim var, sonsuzluk kadar uzun.