10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1386
Okunma

Sitemizdeki çok değerli arkadaşlarımdan birisi olan Esma Kahraman ‘’Neleri Yapmadılar ‘’ başlığı altında güzel bir yazı yazmış. İşte bu yazı bana yine acı bir nostalji yaşattı. Onu sizlerle paylaşayım.
25 Şubat 1954 Tarihinde Ankara Cebeci Doğum Evinde ( şimdi sanırım ismi değişik olsa gerek ) daha doğum odasına bile giremeden sanki bi bok varmış gibi erkenden fırlayıvermişim.
11 Aylık bir bebek iken kanguru misali iki ayağım üzerinde durmaya ve divana, kanepeye tutunarak ayağa kalkmaya başlamışım ama sonra birden ne olmuşsa yerimden kalkmaz olmuşum. Bunun üzerine hastaneye götürmüşler beni ve acı gerçek söylenmiş anneme babama ‘’ Çocuğunuzda Polio sekeli var’’…Yani efendim sol bacağında çocuk felci var. Çaresi: Yok. Ancak bir takım eksersizlerle - tam olmasa da - yürümesi ve hayatını sakat değilmiş gibi idame ettirebilmesi mümkün.
Kısacası modern tıbbın yapabileceği pek bir şey yok. Bu durumda tabii ki devreye alternatif tıp giriyor…Yani hocalara okutmaktan tutun da kaplıca tedavisine kadar, ottan-boktan ne varsa kaynatıp suyunu içmekten tutun da sakat bacağı yumurta ile kaplamaya kadar aklınıza gelebilecek ya da gelmeyecek her şey…
İlk hatırladıklarım arasında bu yumurta olayı var…Zavallı -rahmetli - annem her gün diğer kardeşlerimin aç bakışları arasında üç beş tane yumurtayı kırıp iyice çırptıktan sonra sol bacağıma sürüyor ve daha sonra saatlerce ovuyor bacağımı - şifa niyetine - Sonra yumurta işi pahalıya patladığı için olsa gerek daha ucuz bir yönteme baş vuruluyor: Ceviz yaprakları kaynatılıyor ve ben o rengi mosmor olan sıcak suyun içine giriyorum belden aşağı. Yine annem tarafından ovuluyor bacağım. Uzunca bir süre belden aşağım mor derili oluyor.
On yaşlarımda filanken okulumuza bir sağlık ekibi geliyor. Ama diğer sağlık ekiplerinden çok farklılar. Ellerinde şırıngalar filan yok. Kaynatıp kaynatıp içine doldurdukları sıvıları kolumuza enjekte etmiyorlar yani. Tüm öğrencileri sıraya dizmişler, ellerinde birer adet kesme şeker. Üzerine ispirto renginde bir sıvı damlatıp elimize veriyorlar ve ‘’bunu ye ‘’ diyorlar. Bu sıvının felç aşısı olduğunu öğrendiğimde ne kadar sevindiğimi anlatmama imkan yok…Ben de artık sakatlıktan kurtulacağım… Çocukluk işte…Hatta daha çabuk iyileşeyim diye bu şekeri yemek istemeyen arkadaşların bana vermelerini söylüyorum ama sağlıkçı ablalar, ağabeyler ‘’Fazla yersen zararlı olur ‘’ diyorlar o bakımdan hakkıma razı oluyorum. Bu ispirto renkli sıvının ,iyileştirici değil de koruyucu olduğunu öğrendiğimde uğradığım hayal kırıklığı ise sözle anlatılacak gibi değil.
On iki yaşımda bir başka çare öğreniyorum: Biliyorum inanması güç ama bana bunu bile yaptırdılar… Bir bayram öncesinde ayakkabılarımı boyatmak için saçı sakalı birbirine karışmış keş kılıklı bir boyacının sandığı önünde durunca adamla muhabbete başladık ve sonunda adam bana bu illetten kurtulmak için mastürbasyon yapmamı önerdi. ( Tabii ki mastürbasyon demedi…Herkesçe malum olan diğer adını söyledi . ) O zaman akledemedim tabii ki ‘’ Madem ki bu kadar kolay , doktorlar niçin bunu tavsiye etmiyorlar ‘’ diye sormayı. ‘’Denize düşen yılana sarılır ‘’ hesabı , ayakkabıları boyatır boyatmaz doğru eve koşup o boyacının tarifi üzere bu çareye de baş vurdum. Ama ayak aynı ayak, ben de aynı bendim. Sadece yeni bir kötü alışkanlığım olmuştu o kadar.
On iki yaşıma kadar seke seke de olsa koşabiliyordum. Ama ne yazık ki benim sakatlığımı hiç bir zaman dert etmeyen çok sağlam arkadaşlarım olduğu gibi sakatlığımla alay edenler de vardı. İşte o zalimlerin ‘’Karga gibi sekiyor ‘’ ve benzeri alayları yüzünden koşmaktan vazgeçtim. Şimdi en acil durumlarda bile koşamıyorum.
5 Ekim 1971 de bir kardeşim daha geldi dünyaya ( Ailenin 7. Evladı ) Kısa süre içinde onun da ayağının sakat olduğu anlaşıldı.Ancak bu sefer tıp bir hayli gelişme kaydetmişti (!) Bir takım operasyonlarla kardeşim bu sakatlıktan kurtulacaktı güya. Ayağından, göğsünden ve boynundan geçirdiği bir kaç ameliyattan sonra ilk halinden bin beter sakat oldu. Operasyonlardan önce hiç olmazsa koltuk değneği kullanmıyordu. Adeta bir deney kobayı gibi kullanıldı hastanelerde. Şu anda zekası ve çalışkanlığı ile oldukça önemli bir şirketin müdür yardımcısı pozisyonunda ama ilk görevi o iş yerinde ambar memurluğu idi. Ki o göreve bile İzmit Vali’sinin ricası ile sakat personel kontenjanından ve asgari ücretli olarak girebilmişti ancak…Yani İktisat Fakültesi Mezunu olması yetmemişti daha iyi bir işe girmesine…Yıllarca ambara giren - çıkan malın kaydını tutmuş; sonunda zekası , çalışkanlığı ve -henüz kimselerin anlamadığı bir dönemde- bir bilgisayar dahisi olması sayesinde ancak bu günkü pozisyonuna gelebilmişti.
Benim için hayatta yapılabilecek tek şey vardı. Okuyarak adam olmak…Ben diğer kardeşlerim gibi bedenen hayatını kazanan biri olamazdım. Okudum ben de. 1974 Yılında Liseyi bitirdim. O sene de askere çağırıldım. Hatta yerim bile belli olmuştu: Manisa…Sınıfım: Topçu…Üç senelik liseyi beş senede bitirdiğimi görünce sanırım benim için en uygun sınıfın topçu olacağını düşünmüşler. Tam Kıbrıs Barış Harekatının olduğu yıl…Yani sağlam bir insan olup askere gitsem yine sakat olarak dönme ihtimalim çok. Allah da biliyor ya çok istedim gitmeyi. Ama olmadı. Gülhane Askeri Tıp, raporu verdi ve o zamanlar kullandığımız bol yapraklı nüfus cüzdanımıza yazıldı. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir şeydi : ‘’ D-5, F-11 Polio Sekeli…Askerlikten büsbütün çıkarılmıştır. ‘’
Aynı yıl Üniversite sınavında başarılı olup İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünü kazandım ve 1978de mezun oldum. Artık bir Tarih öğretmeni adayı idim. Lakin üniversiteye girerken ‘’Sakat mısın-sağlam mısın ? ‘’ diye sormayanlar öğretmen olmak için müracaat edince ‘’Sen sakatsın, yurdun her yerinde görev yapamazsın ‘’ dediler. Yani öğretmen olabilmem için almam gereken Tam Teşekküllü Devlet Hastanesi Raporunu alamadım ilk etapta. Tüm hayallerim yıkıldı. İstemeye istemeye Defterdarlıkta Vergi Memuru olarak işe başladım. Ama aklım öğretmenlikteydi…İkinci kez müracaat ettim ve bu sefer ‘’ Sol bacağı sakattır-Durumu yasalara uyduğu takdirde öğretmenlik yapabilir ‘’ diye saçma sapan bir rapor aldım. Ama o rapor kimsenin nazarı dikkatini çekmemiş olacak ki öğretmenliğe kabul edildim ve de başladım.
İlk görev yerimde bazı arkadaşların uyarısıyla gelir vergisinden muaf olmak için Antalya Devlet Hastanesinden heyet raporu almaya karar verdim. Çünkü arkadaşımın birisi ‘’ Benim bir tanıdığım var. Adamın sol el işaret parmağı eksik olduğu için gelir vergisinden muaf. Sen de kullan bu hakkını ‘’ demişti.
Neyse efendim. Ben de bu hakkımı kullanayım dedim. Sonuç: ‘’ Ayağının sakatlığı vergi muafiyetini gerektirecek bir durum değildir ‘’ raporu ile hastaneden şutlandım resmen. Yani ben askerlik yapamayacak kadar sakatım ama vergi verecek kadar sağlamım. Tam bir ‘’Yaşar ne yaşar ne yaşamaz’’ hikayesi. Öğretmenliğimin on beşinci senesinde bir kez daha müracaatta bulundum bu vergi muafiyetinden faydalanmak için. Sonuç yine fiyasko.
Kadın hastanın prostat ameliyatı olduğu (!) ve tedavi ücreti olan parayı devletten geri tahsil edebildiği, vekilimiz efendinin birinin mutluluk çubuğu taktırmak için yurt dışına çıkıp uçak parası da dahil devletten binlerce lira ( O zaman milyarlar tabii ki ) tedavi ve harcırah ( Yolluk ) aldığı bir ülkede ben askerlikten muaf olacak kadar sakatım ama gelir vergisinden muaf olamayacak kadar da sağlamım aynı zamanda.
Avukat bir arkadaşın uyarısıyla vazgeçtim daha sonra bu işten…Bana dedi ki ‘’ Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olursun. Madem ki sakatsın o halde öğretmenlik yapamazsın deyiverirlerse ne yapacaksın? ‘’ Arkadaş haklıydı…’’Aman aman kalsın. Öğretmenlikten olmaktansa paşa paşa öderim gelir vergimi ‘’ dedim ve kapattım gagamı. Bir daha da kendi hesabıma engelli vatandaşlar için tanınan hiç bir haktan yararlanmadım, yararlanmaya da kalkmadım. Hâla belediye otobüslerine binerken çatır çatır ücretimi öderim.
Bizim aile maalesef özürlülük konusunda oldukça şansız bir aile…Amca kızlarından birinin ayağı benim gibi felçli. Bir diğeri ise memlekette tandıra düşmüş ve ayağı yanarak kalçasına yapışmış vaziyette ( ben de dahil , hep hayattaki ikinci çocuklar…Bu da başka bir ilginçlik. )
Benim çocuklarımın ise üçüncüsü özürlü olarak doğdu…Hem Celebral Palcy denilen bir kas hastalığı var, hem de Epilepsisi var ( yani sara ) %80 oranında özürlü…Devletin bu durumda olan vatandaşlarına belirli bir yardım yaptığını öğrendiğimizde ilk müracaatımızı yaptık. Rapor almak, diğer evrakları tamamlamak filan derken bir aylık bir uğraşma ve üç aylık bir beklemeden sonra Benim çalışıyor olmam ve çocuğumu 18 yaşına kadar bakmak mecburiyetimden dolayı bize böyle bir maaş bağlanamayacağı gerekçesiyle böyle bir haktan yararlanamadık. ‘’Eyvallah’’ dedik. Lakin çocuk 18 Yaşını bitirdikten sonra artık benim sosyal güvenlik haklarımdan faydalanamaz oldu. Bunun üzerine Yaşlı ve özürlülerle ilgili 2022 sayılı yasadan faydalanalım dedik. Bu arada annesiyle boşanmıştık. Çocuk - velayeti annesinde olmasına rağmen - benim tarafımdan bakıldı. Ama yine faydalanamadık bu yasadan. Çünkü Yasa şöyle diyor: İş bu aylıktan faydalanabilmek için özürlü kişi ile birlikte aynı çatı altında yaşayan insanların toplam gelirlerinin o çatı altında yaşayan insan sayısına bölünmesi sonucunda ortaya çıkan rakam …Neyse tam yazayım da vahameti görün…Özürlü Aylığı: Muhtaçlık sınırının (01/01/2008 itibariyle 79,18YTL) altında olan kimselere, muhtaçlık sınırı tutarında ödenen aylıktır. Yani aynı çatı altında yaşayan kişilerin her birinin kazancı 2008 senesi itibarıyla 80 lira ve yukarısı ise özürlü vatandaş bu haktan yararlanamıyor. Dört kişilik bir aileydik. Diğer iki oğlum hiç çalışmasa da bu aylığı alabilmemiz mümkün değil. Çünkü sadece ben en az 1000 Tl emekli maaşı alıyorum ve bunu dörde böldüğümüzde 250 Tl gibi müthiş bir rakam çıkıyor ortaya. Ye ye bitmez…
Geçen sene Haziran ayında nihayet özürlü oğlumun annesinin aklına geldi bir özürlü evladı olduğu. ‘’ Yunus’u bana ver..Ben ona bağlanacak olan bakıcı maaşını da direkt ona bağlanacak maaşı da alabilirim. Çünkü resmiyette hiç bir işim yok’’ dedi. Bu teklif üzerine özürlü oğlumu annesine verdim…Tekrar rapor alındı. %80 özürlü yine…Müracaat 2011 Haziranında yapıldı…Bakıcı ücreti olarak ödenen asgari ücret tutarı ancak bir sene sonra bu senenin 20 Mayısında bağlanabildi. Doğrudan doğruya çocuğun kendisine ödenecek olan ise altı ay kadar sonra ödenecekmiş.
Velhasılı kelam bu memlekette özürlü olmak çok zor…Çooookkkkk. Ama hepsi bu kadar değil tabii ki. Kalanı da bir başka sefere.
NOT:Yunus’u tanıtmıştım sizlere…Beni de tanıyorsunuz…Bu sefer de yukarıda bahsettiğim Kardeşim Zekai’yi tanıtayım sizlere…Sol baştaki…Ortadaki Üvey Annem…Sağdaki ise en küçük kardeşim Sezai…