17
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2226
Okunma

Aslında ölmek istemiyordum. O yüzden Metin’i saat beşte arayıp, beş buçuğa randevu verdim ve beş yirmi beşte, buluşacağımız kafenin önündeki bankta bileklerimi kestim. Hava, kesiklerin acısını erteleyecek kadar soğuktu. Mevsim kıştı. Yerlerde erimeye yüz tutmuş kar öbekleri vardı. Uğultulu bir kalabalıkla gömülmeyi hayal edenlere, kış hiçbir zaman, ölmek için ideal bir mevsim değildir. Onlar ekseri Haziran için niyazda bulunurlar. Bunaltmayacak bir sıcak, memlekete dönen hısım akrabalar vesaire. Fakat benim gibi kendi varlığını bile umursamayan yapayalnızlar için, kardan ötürü cenazeye gelemeyecek cemaatin hiçbir kıymeti yoktur. Elbette bunları düşünmenin sırası değildi. Avucuma dolan kanın yapışkanlığını hissedebiliyordum. Bu his, o an, yağan çamurlu yağmurdan, üzerime yapışan giysilerimden, ıslanıp yüzüme gözüme tutunan saçlarımdan daha fazla rahatsızlık vermeyen bir histi.
Metin sokağın ucundaki sokak lambasının kadrajına girdiği an, adımlarının hızlanması için Allah’a yalvarıyordum. Çünkü bu sefer durum diğer iki denememden daha ciddi olabilirdi. Bisturiyi bilinçli bir şekilde kullanmıştım. Diğerlerinde olduğu gibi yatay kesikler değildi şimdikiler. Bunu, zonklayan kesiklerin birbirine sürtünmesiyle içimi saran tuhaf duygunun yoğunluğundan da anlayabiliyordum. Şehir kütüphanesinin arkasındaki iki tecrübemde, içimde daha baskın bir yok olma arzusu olduğu halde, bisturiyi gerektiği gibi kullanmayarak sağ bileğimde yalnızca deriyi kaldıran kesikler açabilmiştim. Ama o zararsız kesikler bana kendim hakkında bilmediğim bir şeyi öğretti: Sandığımdan cesur olduğumu ve hayatın kolay kolay kurtulamayacağım bir bela olduğunu.
Eğer şimdi ölürsem gerçekten üzülürüm, diye düşündüm. Çünkü henüz sırası değildi. Evet, hayat peşimden sürüklediğim ve beni dallara yahut dikenli tellere takılmak durumunda bırakan, renkli ama gereksiz bir uçurtma kuyruğu gibiydi. Üstelik ardım sıra çıkardığı rüzgarımsı gürültü sinirlerimi bozuyordu. Hala insanlara, kendimi hapsettiğim belirsiz bir evren noktasından bakıyor, onları ve acılarını, hanelerini dolduran kahkahalarını, ilkel sevişmelerini, çığırından çıkmış üreme güdülerini ve cinayetlerini anlayamıyordum.
Hala çok sevdiğim bir yemeğin tam ortasında, kendimin de bir av, dolayısıyla müstakbel maktul olduğumu düşünerek kaşığı bırakıyor, evin kuytu köşelerinden gelen - ya da geldiğini farz ettiğim- tıkırtılara kulak kabartıyordum. Sesler bana varan yol üzerindeki eşyalara ellerini süre süre, ayaklarını aralıklı döşeme tahtalarına vura vura yaklaşıyor, kulaklarıma sımsıkı bastırdığım parmaklarımın arasından serin bir rüzgar gibi süzülüp, beynime doluşuyordu. O hayalet hiçbir zaman oturduğu yerden kalkmayacaktı. Beynimdeki yüzsüz kız… Beline değen saçlarını gördüğüm, yanık ellerini, kırık tırnaklarından sızan kanı, ayak tırnaklarıyla beyin etimi tırmaladığını gördüğüm bu hayalet ancak ben ölünce, ayak tırnaklarıyla açtığı tünelden dışarı çıkacaktı. Bütün bunlara rağmen ölüm için doğru bir zamanlama olmadığını düşünüyor, Metin’in bir an evvel gelip beni kurtarmasını bekliyordum.
Hava kararmış, caddenin ışıkları birer birer yanmaya başlamıştı. Bileklerimi dizlerimin üzerine serip Metin’in gittikçe irileşen ama her saniye biraz daha bulanıklaşan siluetine bakıyordum. Daha bir saat önce şiddetli bir kavga neticesinde, artık bana ve anlamsız bakışlarıma katlanamadığını söylemişti.
Beni matruşkalara benzettiğini, iç içe geçmiş insan güruhundan ibaret olduğumu, oysa sakin bir hayat, sıradan bir semtte ev ve bir sürü çocuk hayal ettiğini yinelemiş, ağlayarak alyansını avuçlarıma bırakmıştı. Bütün bu sözleri sarf etmesine neden olan vaka, sık sık şehrin öbür tarafındaki koruya saklanıp gece yarılarına kadar ortaya çıkmayışımdı. Oraya neden kaçtığımı, neler düşündüğümü bilmek istemiyordu. Beni oturduğum kaya dibinden zorla söküp arabaya bindirdiği en son olayda yüzüme bile bakmamıştı. Eve vardığımızda anahtarı avucuma bırakıp arkadaşında kalacağını söyleyerek çekip gitmişti.
Nihayet gelip önümde durdu. Yağmurluğuna değen damlaların sesini duyabiliyordum. Bir de hızlanan soluklarını.
“Umarım önemli bir sebebin vardır.”
Bu ses ondan mı geliyordu, bileklerimden mi? Hava birden ısınmış, yerdeki kar ölüleri eriyip toprağa karışmıştı. Yavaş yavaş avuçlarımdaki kanın sıcaklığını ve kesiklerin sızısını hissetmeye başladım. Sokak lambaları kafeden gelen hareketli müzikle dans edercesine dönüyor, renkleri parçalanıyor birer havai fişek gibi gözlerimin önüne dökülüyordu. Bir eşikte olduğumu, karanlık ve aydınlığı ayıran o ince zarın içinde nefes aldığımı biliyordum. Artık kontrol bende değildi. Sendelediğimin de farkındaydım. İki taraftan birine biraz eğilmemle zar yırtılacak, kendimi, özgürce gülebildiğim ve pişmanlıklarımın olmadığı bir dünya da ya da; kurtulmak istediğim kuyruğa daha bir dolanmış vaziyette bulacaktım.
Ölürken neye benzediğimi hiçbir zaman bilemeyecek olmak bana haksızlık gibi geliyordu. Bunu görmeye en layık kişiyken, bir ömrü kendimden saklanarak geçirmiş, en sonunda kendimi terk etme basiretini gösterebilmişken, ben değil de bir yabancının bilinçsizce debelenen bedenimi seyretmesi haksızlıktı.
“Zehra! Beni duyuyor musun? Kafeye girelim, dedim sana. İyi misin sen?”
Ayağa kalkmaya çalıştım. Belki biraz zorlasam kalkabilirdim de. Fakat vazgeçtim. Buraya kadar gelmişken, bu eşikte, bu saydam zarın tadını almışken artık geri dönmek olmazdı. Yeniden aynı anlamsız devinimlerin içinde yitirdiğim cevapları aramak, bulduklarımı beğenmeyip reddetmek, bitimsiz yalnızlık ve korku ve acıların kucağına dönmek istemiyordum. İçimden annemin gülümseyen yüzünü geçirdim. Bölük pörçük, siyah beyaz ve eski bir film gibi şerit şerit yüzü gelip tam gözbebeklerime oturdu. Gülüyordu, gamzesini görebiliyordum. Neden annem? Bunu daha önce tasavvur etmemiştim. Aramızda geçen onca şeyden sonra, ölürken görmek isteyeceğim son kişi o olmalıydı. Fakat bir şey vardı. Her şeyi bizden müstakil şekilde kurgulayıp tatbik eden kuvvetli bir güç. Ben annemin dilek balonuydum. Her şeye rağmen büyüttüğü ışığı. Şimdi bu ışıklı balonun sonsuza uçtuğunu görmek galiba en çok onun hakkıydı.
Keşke beni gerçekten görebilseydi. Bu ondan alınabilecek en güzel intikam olurdu. Ona yaşatılabilecek en hatırlı acı. Herkes görmese de, o görmeliydi evindeki bulutlu kanyonları. O kanyonlarda, ömrü boyunca korkunç kertenkeleler yakalayıp seyretmek zorunda kalan kızını bilerek kaybetti. İçimde su tasının dibine çökmüş kurşun eriyiği görünümlü bir kitle vardı. Annem tedavilerden sonra kitleyi donup sabitlendi sanıyordu oysa, o büyüyor ve beni…
“Zehra! Bu da saçmalıklarından biriyse eğer…”
Yanıma oturup elimi tuttu. Sonra diğer elimi. Elleri bileklerime doğru yürürken, içimde bir yerlerde, güzel anılarımı gizleyip, bütün giriş çıkışlarını zehirli bir sırla kapladığım odanın içinde kanatlanan Hüma’yı hissediyordum. İşte bunu planlamıştım. Ölürken Azrail’i değil, bir zamanlar büyükannemin etamin panosunda gördüğüm altın kuyruklu Hüma’yı düşleyecektim. Tanrı’nın son arzumu kabul edeceğinden şüpheliydim. Ona hak veriyordum. Kendisinden önce davranmış olmama içerlemiş olabilirdi. Önüme döktüğü imtihanları reddedip, boş kağıt verme hakkımı kullanmış olmam onu öfkelendirmiş olabilirdi. Fakat şu bir gerçek ki; hiçbir zaman onu ve kudretini inkar etmedim. O da sırf bunun mükafatı olarak bana Azrail’i değil Hüma kuşunu gönderdi.
“ Sen ne yaptın yine! Allah belanı versin! ”
Boğuk ve derinden bir ses…Gördüğüm tek şey Hüma’nın tepemde uçuşan kuyruğu. Metin kazağımın kollarını çekip bileklerime doladı. Beni banka uzatıp, kar ölülerini çiğneyerek uzaklaştı.
“Biri ambulans çağırsın!”
Işıklar, ışıklar, ışıklar…
...ENGİNDENİZ...