- 822 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
iftira
isteyip istemediğimi bile doğru dürüst bilmediğim,
fakat netice aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim söz veya fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum.
buna ’’içimdeki şeytan’’ diyordum.
müdafasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor
ve kendi suratıma tüküreceğim yerde,
haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.
halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı?
bu bizim gururumuzun , salaklığımızın uydurması…
içimizdeki şeytan kurnazca bile olmayan bir kaçamak yolu…
içimizde şeytan yok…
içimizde acizlik var…
tembellik var…
iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey;
hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.
(Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan kitabından)
70 li yıllarda bir zorunluluktu yazları baba ocağına gitmek.Zorunlulukların en keyiflisi.Kıt kanaat maaşı ile 5 çocuğu okutmaya çalışan devlet memuru da olsan, bir şekilde borçla harçla da olsa en az 15 günlüğüne gidecektin o baba ocağına.2 katlı ve yaklaşık 300 metrekare o evde çocukluğumuzun hala en güzel hatıralarının kahramanlarıdır amcalar, halalar, kuzenler, torunlar.
Soğuğa dirençli olması için Rus taşından yapılmış bu evin küçük bir bahçesi ve o bahçenin içinde en küçük amcamın yaptığı kümes ve gözünden sakındığı tavukları ve horozları en büyük eğlencemiz olmuştu o yaz.Kız kuzenlerin ilgi odağı civcivler, erkek kuzenlerin ise kasıla kasıla gezen birkaç aylık genç horozlardı.
Çaprazlamasına açılan kasnağın üzerine konan kocaman bakır sini etrafında bir yanda kahkaha bir yanda kavga ile yapılan o kargaşa dolu kahvaltının ardından “elhamdüllah çok şükür allah olmayanlara da versin” diyerek birer birer kalkıp üstümüzdekileri sofra bezine silkeledikten sonra koşar adım bahçeye çıkarken arkamızdan annelerimizin “ ağzınızı yıkayın uşaklaaar” feryadını çok zaman duymazdık bile.
Aynı sahnenin yaşandığı yine bir kahvaltının ardından, benden 2 yaş küçük 6 yaşındaki halamın oğlu ile kümese girip en vakur duran genç horozu kucaklayıp kümes kapısını da kitleyerek dışarıya çıktım. Simgesi karakartal olan Beşiktaş’a çok kez lanet etmişliğim vardır ama en pişman olduğum andır o yağız horozu iki ayağından tutup “KARAKARTAAAAAL” diye bağırarak fırlattığım an havaya. Bir kartal gibi havada uçacağını düşünmüştüm.Düşündüğüm gibi olmamıştı hiçbirşey.Kanatlarını canhıraş çırparak boynu üzerine yere düşüp kalkamadığını gördüğümde, korkudan birkaç damla işedim altıma.Halamın oğlu ile bakakaldık birbirimize.Ve kendimize gelip hiçbirşey olmamış gibi, sakince bahçe kapısından çıkıp ne yapacağımızı bilmez bir halde mahallenin sokaklarında başladık dolaşmaya.Akşam olunca gidecektik eve kaçarımız yok. Ama vakit geçmez bir türlü böyle zamanlarda.Hem akşam olsun istersin hem de olmasın.
Plan belliydi.
Görmedik.Duymadık.Konuşmayacağız
8 yaşındaki aklımızla 50 yaşındaki insanları kandıracağımızdan emin bir halde saatler sonra eve hiçbirşeyden haberimiz yokmuş gibi döndüğümüzde, amcamın bakışlarından ne halt ettiğimizi anladığını düşünsem de kendimce oscarlık bir oyuncu gibi davrandığımdan emindim.
Yediğimiz sağlam fırça ile bastığım yer küçülüyor, bir ayağım diğerini üstüne biniyor ve sağ elimin başparmağı sol elimin başparmağının kenarını tırtıklıyordu.
Fırça uzadıkça bastığım yerin daha da küçülmesi ve ciğerimden kesik kesik gelen ağlayamama nöbeti ile daha fazla dayanamayıp
“ONUN DA KADERİ BUYMUŞ…ALLAH BÖYLE YAZMIŞ!!!”
diye haykırarak taş merdivenlerden aşağı koşar adım inip tersine düzüne bakmadan ayağıma geçirdiğim iki terlikle paytak paytak, toprak yolda nereye gittiğimi bilmeden başladım koşmaya.Koşarken aynı anda ağlıyorsanız nefesiniz çabuk tükenir.Arada bir durup küçük ellerimi küçük dizkapaklarıma koyarak soluklanıp nefesimi toplayarak tekrar başladım koşmaya.
Tercan ı ikiye bölen Fırat’ın kolu Murat’ın kenarına vardığımda nefes nefese kaldığımı ve suyun kenarındaki irili ufaklı pırıl pırıl çakıl taşlarının üzerine diz çöküp ayaklarıma gelen suya aldırmadan ağlamaya devam ettiğimi hatırlıyorum.
Bunu çok net hatırlıyorum da;
Hatırlamadığım şey neye ağladığım.
O güzelim horozun öldüğüne mi
Ölürken çektiği acının ne kadar sürdüğünü bilemediğime mi
Zor bir durum karşısında korkup kaçacak kadar zayıf olduğuma mı
Ya da suçu başkasına atacak kadar aşağılık olduğuma mı.
“ONUN KADERİ BUYMUŞ...ALLAH BÖYLE YAZMIŞ!!!.”
Ama siz hep böyle söylemediniz mi bize?
“Allah böyle istedi”
“Allah istemeden bir yaprak bile kımıldamaz”
Suçluyken Şeytan’a
Çaresizken Allah’a yüklemediniz mi sorumluluğu?
“Affet şeytan’a uydum”
“Napalım Allah’ın dediği olur”
diyerek kaçmadınız mı hep sorumluluktan.
Yüzlerce felaket yaşamış bu yaşlı dünyanın gözü yaşlı insanları.
Tam bilinememekle beraber 1. Dünya Savaşında 20 milyon
2. Dünya Savaşında 70 milyon ölü insan.
Allah mı istedi bunu?
Hiç sanmıyorum
Bu savaşlarda bir şeytan parmağı var ise o da sadece ülkeleri yöneten şeytanların parmakları değil mi?
Bundan sadece 25 yıl önce Ruanda da emperyalizmin başını çeken Fransa nın organize ettiği ve 3 ayda 800.000 insanın katledilmesi ile sonuçlanan vahşetin sorumlusu kim? Allah mı?
Afrika’da…Günümüzde…Bugün…Şu an 25.000 insan açlıktan öldü.Büyük çoğunluğu çocuk.Yarın da 25.000 ölecek, sonraki gün ve sonraki gün yine.
Arap baharı dedikleri kan boyalı tuvallerle milyonlarca insanın ölümünden sorumlu medeni Amerika demokratik Avrupa huzurlu, sıcak ve karınları tok evlerinde oturuyor iken; katlettikleri anaların babaların, evlatların katili Allah mı?
Ve bu virüs.
Yıllar sonra bile sebebi bulunamayacak.Belki gizlenecek.Ve biz yine kolayını seçeceğiz ve bahçeden kaçan 8 yaşında bir çocuk gibi diyeceğiz ki;
“Ama Allah böyle istedi”
Görmeyeceğiz
Duymayacağız
Konuşmayacağız
Çünkü düşünmeyeceğiz.
YORUMLAR
Ben yazıyı okurken başlığı 'itiraf' diye kendimi şartlayarak okumuşum! Yazıya çok uygun bir başlık diye düşündüm.
Bitirdikten sonra bazı yerlere bir daha göz atmak için başa göndüğümde gördüm 'iftira'yı... Bir de o dikkatle okudum... Bu da anlatıyor yazıyı... İlginç!...
Bir değerlendirmemde belirtmiştim, farklı bir yazı diliniz var. Okuyucuyu savuruyor, darmadağın ediyor, sonunu kendisinin bulmasını bekliyor gibi bitiriyorsunuz. Modern öykücülük örneği gibi.. Çok güzel.
Her yaşadığımızı hatırlamıyoruz, anılarımızda kalanlar bizde derin izler bırakanlardır. Sizin de çocukluk anınızdan kalan izler, yıllar sonraki yaşananlarla birbirini tamamlamış ki bu sorgulama çıkmış.
Toplumsal öğretilerde dinin ağırlığı halkın eğitim seviyesiyle doğru orantılıdır. İnancın safane yaklaşımından uzaklaştırılıp yaşanan her şeyin kayıtsız şartsız sebebini bir tek şeye bağlamak, insanın kişilik ve değer gelişimine vurulacak en büyük darbelerden biridir.
Yazınızda bunu çocukça bir hatadan başlayarak güncele bağlamanız çok başarılı. Düşündürmek bu işte!..
İçtenlikle kutlarım Erdal Bey.
Saygılarımla.
erdal güvenli
bir yazımda bana verdiğiniz öğretiyi aklımdan hiç çıkarmıyorum
çok teşekkür ederim
O şeytan ne ki hep çaresiz güçsüz ve garibanların başına musallat olur. Dünyanın en günahsız ve masum insanlarının başına tebelleş olur, onları yok eder.
Görmek, duymak, konuşmak yetmiyor üstadım. Senin ve benim düşüncelerimiz para etmiyor, gün kapital peşindeki şeytanların günü. Onların düşüncesi para ediyor. Masum insanları ihtiyaçları doğrultusunda yine masum görünen insanlara kırdırıyor.
Saygılarımla
Arabam da yok, ehliyetim de.
Ama bu yolculuğun nasıl olması gerektiğini bilmiyorum anlamına gelmez.
Bu yazıyı bir yolculuğa benzetirsek;
Önce Sabahattin Ali çeviriyor kontağı.
Araç bir süre düz yolda ilerlerken bir viraj çıkıyor karşınıza,
virajı alabilmek zorlaşıyor. Direksiyon hakimiyeti kaybediliyor.
Sonuç?
Beklenen kaçınılmaz kaza.
Sonra da deniliyor ki:
"Hayır suç bende değil. Bütün suç araçta."
Ve... Bizlere dönüp gerçeği haykırıyorsun:
"Beni dinleyin ey insanlar, kullanmasını bilmeyeni,
direksiyon başına oturtursanız, kaza kaçınılmazdır.
Hasar büyük olur.
Boşuna suçlu aramayın.
Araca İFTİRA atmayın.
Düşünün.
Suç kullananda mı? Yoksa araçta mı?"
İŞTE BİR DÜNYA ANALİZİ
İŞTE BİR YAZI...
Seviyorum seni kalemini. Gartalım.
Öperim gözlerinden.
erdal güvenli
yorumların benim için çok değerli
sen yorumlarından da değerlisin