Bazen yaşamanın tek yolu yazmaktan geçer.
ŞairYazarKimlik Onaylı
- 23 Haziran 2007'den beri üye
- Lisans Mezunu
- Erkek
- 14 Mayıs
İletiler
Yeni İleti Paylaş2 gün
Kaçınılmaz
İleti
Ömer Seyfettin İnsan ne için yaşar ve ne için ölür? Bu soruya elbette birden fazla cevap verilmesi mümkündür. Fakat değişmeyen hakikat şudur ki; insan doğar ve ölür. Doğan her canlı doğduğu andan itibaren ölmeye de başlamıştır esasında. Hemen hemen herkes tarafından duyulmuş, okunmuş o meşhur sözde denildiği gibi; “İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar ve hiç yaşamamış gibi ölür.” Ömür dediğimiz zaman dilimi doğumumuzla başlar ve ölümümüzle sona erer. Kimi ömürler kısadır ve kimi ömürler de uzundur. Bu uzunluk ve kısalık elbette zamanın göreceliliği gibi göreceli bir durumdur. Çünkü bir ömre kısa denildiği zaman şöyle birtakım sorular çıkar ortaya; neye göre kısa ya da tam tersi istikamette neye göre uzun? Altmış yıl yaşamış bir insanın ömrü yüz yıl yaşamış bir insanın ömrüne göre kısadır ama kırk yıl yaşamış bir insanın ömrüne göre uzundur. Bu altmış yıl bir kelebeğin ömrüne göre çok uzundur ama bir karganın ya da bir kaplumbağanın ömrüne göre ise oldukça kısadır. Ancak toplumun geneli tarafından kabul edilmiş birtakım görüşler ve alışkanlıklarla olması gereken bir ömür süresi şablonu kendiliğinden oluşmuştur. Bundan yüz sene önce atmış yaşında ölmüş bir insanın ölümü olağan kabul edilirken şimdilerde insanlar bu yaşta ölen birisiyle karşılaştıklarında “genç ölmüş” gibi bir tespitte bulunabiliyor. Bunda bilimde ve dolayısıyla tıpta yaşanan gelişmeler neticesinde insan ömrünün uzaması elbette etkilidir. Ayrıca insanlar geçmişe göre daha konforlu ve daha sağlıklı yaşamaktalar. Hastalıklar ve hastalıkların tedavi yöntemleri insanların daha uzun yaşamaları sonucunu doğurdu.
Türk edebiyatının önemli isimlerinden birisi olan Ömer Seyfettin’in ölümü ve ölüm hikayesi de tıp biliminin gelişmesi ile birlikte insan ömrünün uzamasına geçerli bir örnek olarak verilebilir. Aynı zamanda oldukça trajik bir hikayedir bu ölüm hikayesi. 1884 tarihinde doğan Ömer Seyfettin 1920 yılında yani 36 yaşında vefat etmiştir. Günümüz şartlarına göre ne kadar da genç yaşta vefat etmiş öyle değil mi? Ömer Seyfettin esasında diyabet olarak isimlendirilen şeker hastalığından dolayı vefat etmişti. Ancak şeker hastası olduğu ölmeden önce teşhis edilememişti. Rahatsızlığı artan Ömer Seyfettin, İstanbul Üsküdar’daki Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastanede şeker hastalığı bilinmediğinden kendisine yanlış tedavi uygulandı ve düzenli aralıklarla Usta Yazara pekmez şerbeti içirildi. Sonunda yanlış tedavi ile ölen Ömer Seyfettin’in kimi kimsesi çıkmayınca zamanın tıp fakültesinde bedeni kadavra olarak kullanmak üzere fakülteye verildi. Bu sırada öğrenciler ile çekilen bir fotoğrafın gazetede yayımlanmasıyla Ömer Seyfettin tanındı. Yapılan otopsi neticesinde Ömer Seyfettin’in şeker hastası olduğu anlaşıldı. Türk edebiyatının dilde sadeleşme açısından önemli temel taşlarından birisi olan Ömer Seyfettin’in bu trajik öyküsü günümüzden yaklaşık yüz yıl önce yaşanmıştır. Şimdi diyeceğiz ki günümüzde de yanlış tedavi sonucu genç yaşta ölen insanlar var, günümüzde de yanlış tedavi sonucu ölen çocuklar ve hatta bebekler var. Elbette var. Buna hiçbir diyeceğim yok. Ancak şöyle de bir gerçek var ki günümüzde yanlış tedavi ile ölen insanların sayısı yüz yıl önce yanlış tedaviden dolayı ölen insanların sayısından daha azdır. Bebek ve çocuk ölüm oranları da yüz yıl öncesinden daha azdır. Zaten devletin temel sağlık politikalarından birisi de bebek ve çocuk ölüm oranlarını azaltmak, yanlış tedavi sonucu kaybedilen hasta sayısını azaltmaktır. Yıllar içerisinde de bu hedef yalnızca ülkemizde değil dünyada da gerçekleştirilmiştir. Özellikle son elli yılda insan nüfusunun bu şekilde hızla artmasının nedenlerinden birisi de bu hedeflerin gerçekleşmiş olmasıdır.
Zaman bize öğretmiştir ki; doğan her canlının ölmesi kaçınılamaz bir gerçektir. Bu gerçeği bize bilim de, tıp da, inanç sistemleri de deneyimlerimiz de söylemiş ve göstermiştir. Doğanın ölmemek gibi bir seçeneği yoktur. Bu bir kesinliktir. Ancak yaşamanın ve ölmenin çeşitleri, dereceleri vardır elbette. Her insan doğar ve yaşar. Yaşamak evet doğan herkes için bir ortak paydadır ama yaşamak da türlü türlüdür. Kimi doğan uzun yaşar, kimi doğan kısa yaşar; kimi doğan iyi yaşar, kimi insan kötü yaşar; kimi doğan mutluluk içinde yaşar, kimi doğan acılar ve üzüntüler içinde yaşar; kimi doğan zenginlik içerisinde yaşarken kimi doğan da yoksulluklar ve fakirlikler içerisinde yaşar. Sonuçta herkes yaşar ama yaşamak derece derecedir. Aynı şekilde herkes ölür ama ölümde çeşit çeşittir. Kimisi yaşlılıktan ölür, kimisi hastalıktan ölür, kimisi fiziksel bir kaza neticesinde ölür ama değişmeyen tek şey herkes gün gelir ölür.
Doğum ne kadar mutluluk verici, sevinçli ve neşeli bir durum ve haber ise ölüm de bir o kadar acı verici, hüzünlü ve üzüntülü bir durum ve haberdir. Ancak elbette istisnalar da vardır ve mevcuttur. Şöyle ki dermansız ve devasız bir hastalığın pençesinde acı çeken bir insanın ölümü her zaman kötü olarak karşılanmayabilir. Hatta bu durumdaki insanlar için toplumda “kurtuldu” diye bahsedilir. Bir de insanlar arasında kimsesiz olan kişiler vardır. Anası babası, hısımı akrabası, evladı ve çocuğu olmayan bu kişiler aynı zamanda yoksuldurlar da. İşte bu insanlar ihtiyarlayıp hastalıkların pençesine düşünce o zaman yaşamak bu insanlar için bir tür eziyet halini alır. İşte bu durumlarda da ölüm bir kurtuluş olarak görülür. Ancak toplumsal ilişkileri güçlü, sosyal hizmetleri gelişmiş toplum ve devletlerde bu tür durumlarla pek sık karşılaşılmaz. Çağımızda ekonomik gelişmeler, iş dünyasındaki ilerlemeler ile yanlış uygulanan ekonomi, eğitim ve sosyal politikalar neticesinde toplumsal bağlar zayıflamış, insanlar yalnızlaşmıştır. Günümüzde büyük şehirlerde ve metropollerde toplu halde yaşayan insanlar hiç olmadığı kadar yalnız ve hiç olmadığı kadar bir başınadır. Önceden bir mahallede ayrı evlerde ve ayrı bahçelerde yaşayan insanlar şimdi gökdelen misali gökyüzüne uzanan apartmanlarda bu apartmanlardan oluşan sitelerde deyim yerindeyse kucak kucağa yaşıyorlar. Ancak kimsenin bir diğerinden haberi yok. Kapı komşusunu bile tanımıyor insan ve tanımak da istemiyor.
Bu sabah işe giderken apartmanın önünde bir cenaze arabası gördüm. Apartmanda bir yaşlı amca ölmüştü. Bu ölen yaşlı amca eşiyle birlikte yalnız yaşıyorlardı. Yaşlı amca gece ölmüş ama teyze ne yapacağını bilememiş ve kimsenin de kapısını çalamamış. Sabaha kadar ölen yaşlı amca ile birlikte kalmış. Teyze ben okuma yazma bilmem, telefon etmesini bilmem, hastalığım dolayısıyla yürüyemiyorum diyordu. Bir oğulları varmış ama o da şehir dışında yaşamaktaymış. Ayda bir kere gelir yaşlıların mutfak ihtiyaçlarını giderir ve tekrar yaşadığı şehre dönermiş. Ölen yaşlı amca da, yaşlı teyze de hastalarmış. Yaşlı teyze geçenlerde hastaneye gitmek istemiş ama okuma yazma bilmediğinden ve yürüyemediğinden kaybolmuş, evini de bulamamış. O kadar acıklı bir durum ki yazarken bile kendimden utanıyorum. Biz bu yaşlı insanlar ile aynı apartmanda yaşamışız yıllar boyunca. Ama maalesef varlıklarından haberdar değildik. Kapılarını çalıp hal hatırlarını sorsak, kendilerine yardım etsek, belki bir tas sıcak çorba götürsek ne kaybederdik? Çok üzüldüm, çok utandım. Ayrıca bu yaşlı amcanın cenazesini cenaze arabasına taşıyacak da kimse bulunamadı. Koskoca apartmanda hastalıktan zayıflamış, deyim yerindeyse kurumuş hurma dalı kadar kalmış bu cansız bedeni taşıyacak bir Allah’ın kulu yoktu. Daha da korkunç olanı vardı belki ama kimse evinden dışarı çıkmıyordu. Apartmanın yanındaki inşaat işçilerinden yardım istendi ve inşaat işçileri cansız bedeni cenaze arabasına taşıdılar. Yaşlı Teyzenin şehir dışındaki oğluna haber verildi. Kadıncağız çaresizlik ve kimsesizlikten yas tutmaya bile fırsat bulamamıştı. İşte çağımızda insanoğlunun durumu böyle. Tutacak hiçbir tutarlı tarafı yok maalesef.
Gün gelecek şimdi genç ve sağlıklı olan herkesin durumu aynı olacak. Hepimiz günün birinde öleceğiz. Ancak kopardığımız akrabalık bağları, önemsemediğimiz komşuluk ilişkileri, ötelediğimiz dostumuz, arkadaşımız, tanıdıklarımız dışında yapayalnız öleceğiz. Belki cenazemizi kaldıran bir kişi dahi bulunulamayacak. Yaşarken yaptığımız tercihler bizi kimsesizliğe mahkûm edecek. Belki korkutucu bir son gibi geliyor kulağımıza ama maalesef bu gidişle bir o kadar da kaçınılmaz. O yüzden insan yaşarken sosyal bağlarını güçlü tutmak için daha toleranslı, daha hoşgörülü ve daha anlayışlı davranmalı. Sonuçta her insanın dönüp dolaşıp gideceği yer bir avuç toprak değil mi?
Türk edebiyatının önemli isimlerinden birisi olan Ömer Seyfettin’in ölümü ve ölüm hikayesi de tıp biliminin gelişmesi ile birlikte insan ömrünün uzamasına geçerli bir örnek olarak verilebilir. Aynı zamanda oldukça trajik bir hikayedir bu ölüm hikayesi. 1884 tarihinde doğan Ömer Seyfettin 1920 yılında yani 36 yaşında vefat etmiştir. Günümüz şartlarına göre ne kadar da genç yaşta vefat etmiş öyle değil mi? Ömer Seyfettin esasında diyabet olarak isimlendirilen şeker hastalığından dolayı vefat etmişti. Ancak şeker hastası olduğu ölmeden önce teşhis edilememişti. Rahatsızlığı artan Ömer Seyfettin, İstanbul Üsküdar’daki Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastanede şeker hastalığı bilinmediğinden kendisine yanlış tedavi uygulandı ve düzenli aralıklarla Usta Yazara pekmez şerbeti içirildi. Sonunda yanlış tedavi ile ölen Ömer Seyfettin’in kimi kimsesi çıkmayınca zamanın tıp fakültesinde bedeni kadavra olarak kullanmak üzere fakülteye verildi. Bu sırada öğrenciler ile çekilen bir fotoğrafın gazetede yayımlanmasıyla Ömer Seyfettin tanındı. Yapılan otopsi neticesinde Ömer Seyfettin’in şeker hastası olduğu anlaşıldı. Türk edebiyatının dilde sadeleşme açısından önemli temel taşlarından birisi olan Ömer Seyfettin’in bu trajik öyküsü günümüzden yaklaşık yüz yıl önce yaşanmıştır. Şimdi diyeceğiz ki günümüzde de yanlış tedavi sonucu genç yaşta ölen insanlar var, günümüzde de yanlış tedavi sonucu ölen çocuklar ve hatta bebekler var. Elbette var. Buna hiçbir diyeceğim yok. Ancak şöyle de bir gerçek var ki günümüzde yanlış tedavi ile ölen insanların sayısı yüz yıl önce yanlış tedaviden dolayı ölen insanların sayısından daha azdır. Bebek ve çocuk ölüm oranları da yüz yıl öncesinden daha azdır. Zaten devletin temel sağlık politikalarından birisi de bebek ve çocuk ölüm oranlarını azaltmak, yanlış tedavi sonucu kaybedilen hasta sayısını azaltmaktır. Yıllar içerisinde de bu hedef yalnızca ülkemizde değil dünyada da gerçekleştirilmiştir. Özellikle son elli yılda insan nüfusunun bu şekilde hızla artmasının nedenlerinden birisi de bu hedeflerin gerçekleşmiş olmasıdır.
Zaman bize öğretmiştir ki; doğan her canlının ölmesi kaçınılamaz bir gerçektir. Bu gerçeği bize bilim de, tıp da, inanç sistemleri de deneyimlerimiz de söylemiş ve göstermiştir. Doğanın ölmemek gibi bir seçeneği yoktur. Bu bir kesinliktir. Ancak yaşamanın ve ölmenin çeşitleri, dereceleri vardır elbette. Her insan doğar ve yaşar. Yaşamak evet doğan herkes için bir ortak paydadır ama yaşamak da türlü türlüdür. Kimi doğan uzun yaşar, kimi doğan kısa yaşar; kimi doğan iyi yaşar, kimi insan kötü yaşar; kimi doğan mutluluk içinde yaşar, kimi doğan acılar ve üzüntüler içinde yaşar; kimi doğan zenginlik içerisinde yaşarken kimi doğan da yoksulluklar ve fakirlikler içerisinde yaşar. Sonuçta herkes yaşar ama yaşamak derece derecedir. Aynı şekilde herkes ölür ama ölümde çeşit çeşittir. Kimisi yaşlılıktan ölür, kimisi hastalıktan ölür, kimisi fiziksel bir kaza neticesinde ölür ama değişmeyen tek şey herkes gün gelir ölür.
Doğum ne kadar mutluluk verici, sevinçli ve neşeli bir durum ve haber ise ölüm de bir o kadar acı verici, hüzünlü ve üzüntülü bir durum ve haberdir. Ancak elbette istisnalar da vardır ve mevcuttur. Şöyle ki dermansız ve devasız bir hastalığın pençesinde acı çeken bir insanın ölümü her zaman kötü olarak karşılanmayabilir. Hatta bu durumdaki insanlar için toplumda “kurtuldu” diye bahsedilir. Bir de insanlar arasında kimsesiz olan kişiler vardır. Anası babası, hısımı akrabası, evladı ve çocuğu olmayan bu kişiler aynı zamanda yoksuldurlar da. İşte bu insanlar ihtiyarlayıp hastalıkların pençesine düşünce o zaman yaşamak bu insanlar için bir tür eziyet halini alır. İşte bu durumlarda da ölüm bir kurtuluş olarak görülür. Ancak toplumsal ilişkileri güçlü, sosyal hizmetleri gelişmiş toplum ve devletlerde bu tür durumlarla pek sık karşılaşılmaz. Çağımızda ekonomik gelişmeler, iş dünyasındaki ilerlemeler ile yanlış uygulanan ekonomi, eğitim ve sosyal politikalar neticesinde toplumsal bağlar zayıflamış, insanlar yalnızlaşmıştır. Günümüzde büyük şehirlerde ve metropollerde toplu halde yaşayan insanlar hiç olmadığı kadar yalnız ve hiç olmadığı kadar bir başınadır. Önceden bir mahallede ayrı evlerde ve ayrı bahçelerde yaşayan insanlar şimdi gökdelen misali gökyüzüne uzanan apartmanlarda bu apartmanlardan oluşan sitelerde deyim yerindeyse kucak kucağa yaşıyorlar. Ancak kimsenin bir diğerinden haberi yok. Kapı komşusunu bile tanımıyor insan ve tanımak da istemiyor.
Bu sabah işe giderken apartmanın önünde bir cenaze arabası gördüm. Apartmanda bir yaşlı amca ölmüştü. Bu ölen yaşlı amca eşiyle birlikte yalnız yaşıyorlardı. Yaşlı amca gece ölmüş ama teyze ne yapacağını bilememiş ve kimsenin de kapısını çalamamış. Sabaha kadar ölen yaşlı amca ile birlikte kalmış. Teyze ben okuma yazma bilmem, telefon etmesini bilmem, hastalığım dolayısıyla yürüyemiyorum diyordu. Bir oğulları varmış ama o da şehir dışında yaşamaktaymış. Ayda bir kere gelir yaşlıların mutfak ihtiyaçlarını giderir ve tekrar yaşadığı şehre dönermiş. Ölen yaşlı amca da, yaşlı teyze de hastalarmış. Yaşlı teyze geçenlerde hastaneye gitmek istemiş ama okuma yazma bilmediğinden ve yürüyemediğinden kaybolmuş, evini de bulamamış. O kadar acıklı bir durum ki yazarken bile kendimden utanıyorum. Biz bu yaşlı insanlar ile aynı apartmanda yaşamışız yıllar boyunca. Ama maalesef varlıklarından haberdar değildik. Kapılarını çalıp hal hatırlarını sorsak, kendilerine yardım etsek, belki bir tas sıcak çorba götürsek ne kaybederdik? Çok üzüldüm, çok utandım. Ayrıca bu yaşlı amcanın cenazesini cenaze arabasına taşıyacak da kimse bulunamadı. Koskoca apartmanda hastalıktan zayıflamış, deyim yerindeyse kurumuş hurma dalı kadar kalmış bu cansız bedeni taşıyacak bir Allah’ın kulu yoktu. Daha da korkunç olanı vardı belki ama kimse evinden dışarı çıkmıyordu. Apartmanın yanındaki inşaat işçilerinden yardım istendi ve inşaat işçileri cansız bedeni cenaze arabasına taşıdılar. Yaşlı Teyzenin şehir dışındaki oğluna haber verildi. Kadıncağız çaresizlik ve kimsesizlikten yas tutmaya bile fırsat bulamamıştı. İşte çağımızda insanoğlunun durumu böyle. Tutacak hiçbir tutarlı tarafı yok maalesef.
Gün gelecek şimdi genç ve sağlıklı olan herkesin durumu aynı olacak. Hepimiz günün birinde öleceğiz. Ancak kopardığımız akrabalık bağları, önemsemediğimiz komşuluk ilişkileri, ötelediğimiz dostumuz, arkadaşımız, tanıdıklarımız dışında yapayalnız öleceğiz. Belki cenazemizi kaldıran bir kişi dahi bulunulamayacak. Yaşarken yaptığımız tercihler bizi kimsesizliğe mahkûm edecek. Belki korkutucu bir son gibi geliyor kulağımıza ama maalesef bu gidişle bir o kadar da kaçınılmaz. O yüzden insan yaşarken sosyal bağlarını güçlü tutmak için daha toleranslı, daha hoşgörülü ve daha anlayışlı davranmalı. Sonuçta her insanın dönüp dolaşıp gideceği yer bir avuç toprak değil mi?
daha fazla
16 gün
İleti
Düşünüyorum
Ve galiba ağır ağır düşüyorum
Dibini bilmediğim bir kuytuluğa.
Dehliz dehliz geçiyorum yapışkan, pis bir ağırlığa.
Bu elbette ilk düşüşüm değil ömrümce,
Obez zihnimin karanlığında yitip gitmeyi isteyince,
Bir tuhaf hissediyorum,
Düşüyorum
Ve düşünüyorum derince...
Ve galiba ağır ağır düşüyorum
Dibini bilmediğim bir kuytuluğa.
Dehliz dehliz geçiyorum yapışkan, pis bir ağırlığa.
Bu elbette ilk düşüşüm değil ömrümce,
Obez zihnimin karanlığında yitip gitmeyi isteyince,
Bir tuhaf hissediyorum,
Düşüyorum
Ve düşünüyorum derince...
daha fazla
22 gün
koşullar
İleti
"Bir insanı koşullar oluşturmaz, koşullar sadece onun kim olduğunu ortaya koyar."
— Epiktetos
— Epiktetos
22 gün
Bilgisizlik ve Cahillik
İleti
Cehalet ile bilgisizlik farklı şeylerdir. Bilmeyene anlatırsın öğrenir ama cahile anlatamazsın çünkü o zaten biliyordur.
-Natsuma Sozeki
-Natsuma Sozeki
22 gün
Sanki
İleti
"Neye içerlediğimi bilmediğim bir küskünlük hissi var sanki.. Nerde yoksam eksik, nereye gitsem fazla gibiyim"...
22 gün
Hazımsızlık
İleti
Hazımsızlık problemine soda iyi gelir, sitedeki kimi kimselere bu problem için soda tüketmelerini öneririm.
İleti
https://x.com/ccmstcc
Yalan Söylemek Üzerine
İleti
Yalan söylemek bir hastalıktır ve maalesef çağımızda birçok insan bu hastalığın pençesinde kıvranmaktadır. Yalan söylemek yalan söyleyen insan tarafından bir başka insanı kandırmak üzere gerçekleri saptırmak üzerine kurulmuş bir yapıdır. Toplum tarafından beyaz yalanlar gibi çeşitli sınıflandırmalara tabi tutuluyor olsa da yalan her zaman yalandır. İnsanlar birçok konu da yalan söyleyebilirler. Mühim olan yalanın söylenen kimseye karşı inandırıcı olmasıdır. Bu inandırıcılığın sağlanması için çoğu zaman iyi oyunculuklar da sergilenmektedir. Buradan hareketle yalan söyleyen insanların inandırıcılıklarını artırmak için oyunculuk yeteneklerini geliştirdiği gerçeğiyle de karşılaşabiliriz. Yalan konusunda korkunç olansa kimi insanların yalan söyleme mekanizmasını bir yaşama biçimi haline getirmiş olmalarıdır. Öyle ki yaşamak için nasıl temel maddelere; hava gibi, su gibi ihtiyaç duyuluyorsa bu tip insanlar için de yalan söylemek o hale gelmiştir. Hatta çağımızda yalan söylemek bir meslek haline dönüşmüştür dersek yalan konuşmuş da olmayız. Bunun dışında en tehlikeli yalanlar da insanın kendisine söylediği yalanlardır.
Yalan söyleme mekanizmasını kısaca özetlemek gerekirse öncelikle en az iki kişinin varlığından bahsedilmesi gerekir. Bu iki kişiden birisi yalan söyleyen, diğeri ise söylenen yalana inanan kişidir. Yani kısaca kandıran ve kanan taraf olarak da özetlenebilir durum. Burada en az iki kişi gereklidir dedim çünkü bu tarafların sayısı durumlara göre değişiklik gösterebilmektedir. Örneğin bazen yalan söyleyen bir kişidir ama milyonlarca kişi bu bir kişinin yalanına inanabilir. Elbette tam tersi bir durumda söz konusu olabilir. Bazen de yalan söyleyen bir grup olur ve karşısında da inanan bir grup olur. İşin daha enteresan tarafı ise bazen insanlar söylenenin yalan olduğunu biliyor olsa da bu yalana inanma yolunu tercih edebilirler. Kafanız karıştı öyle değil mi? Açıkçası bende bu durumla ilk karşılaştığımda anlam verememiştim. Ancak zamanla böyle bir durumun varlığına bizzat şahit oldum. Özellikle çağımızda insanlar ve toplumlar rahatsız edici gerçeklere inanmaktansa rahatlatıcı yalanlara inanmayı tercih edebiliyorlar. İyi pazarlanan bir yalan gerçekten daha kıymetli olabiliyor. İnsanlar gerçeğin değil yalanların peşinden koşmayı tercih edebiliyorlar. Oldukça acıklı bir durum aslında bu. Yani bir balığın bilerek ve isteyerek oltaya takılmayı istemesi gibi bir şey bu. Hatta bu balıklardan o kadar çok var ki artık, oltaya takılmak için birbirleriyle kavga ediyorlar. Bunun nedeni ortada o kadar fazla oltanın olmaması. Kandırılmak isteyen balık enflasyonu var dersek mübalağa etmiş olmayız sanırım. Ancak bu işin sosyolojik boyutu. Bense işin sosyolojik boyutundan değil bireysel boyutundan bahsetmek istiyorum. Zira işin sosyolojik boyutuna girecek olursa tarihsel süreç içerisinde toplumların oluşması ve evrilmesi konuları ile gerçekten derinlemesine bir araştırma yapmak lazım gelir. Ben şahsen bu araştırmayı yapabilecek ve sonuçlarını değerlendirebilecek bir bilgi ve birikime sahip olduğumu düşünmüyorum. Gerçi hiçbir konuda kesinlikle uzmanım diyemem zaten. Herhangi bir konu üzerinde yazdıklarım tamamen öznel bir nitelik taşımaktadır. Yani tamamen şahsi fikir ve düşüncelerimdir. Şahsi fikir ve düşüncelerim elbette yanlış olabilir ya da herkese doğru gelmeyebilir. Bu durumu ağırbaşlılıkla kabul edecek düşünce yapısına sahip olduğum içinse içten içe kendim ile övünmekteyim. Zira yazdıklarının yani fikir ve düşüncelerinin kesinlikle doğru olduğunu düşünmekte olan oldukça kalabalık bir kitle var. Bu kitle eleştirilmeye karşı çok katılar üstelik. Sabit fikirleri var ve bu sabit fikirlerin sorgulanmasına kesinlikle katlanamıyorlar. Yani benim düşüncem budur ve bu düşünce benim düşüncem olduğu için yanlış olabilir ya da herkes için doğru olmayabilir şeklinde bir kanıya sahip değiller maalesef. Ama ben o kitleden değilim. Yazılarım ve yazdıklarım beğenilmeyebilir, herkes tarafından kabul görmeyebilir ve hatta okunmaya değer bulunmayabilir. Yazılarımda ve yazdıklarımda beyan ettiğim fikir ve düşüncelerim doğru olmayabilir. Belki de hastalıklı bir düşünce yapım vardır. Çünkü kendimden emin değilim. İnsanın kendinden emin olmasının da mümkün olabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Bizler değişken varlıklarız ve her an değişen bir evrenin içerisinde yaşamaktayız. Bu kadar değişkenliğin arasında sabit düşüncelerin olması düşünülemez. Ama bu tamamen olmadığı anlamına da gelmez elbette. Tamamen yoktur dersek bu kez de başka bir sabitlik türü oluşturmuş oluruz çünkü. Konuyu başka bir kulvara geçirdim sanırım. Zira konumuz yalandı.
Yazının başında yalan söylemeyi bir tür hastalık olarak nitelendirmiştim. Ancak bu nitelendirme oldukça öznel bir nitelendirme elbette. Çünkü kimine göre de yalan söylemek bir hastalık değil bir ihtiyaç haline dönüşmüş olabilir. Kimi insan da yalan söylemeyi kendinin istediğini değil başkalarının isteğini ve başkalarının isteğini yerine getirdiğini söyleyebilir. Ancak benim şahsi kanaatim; yalan söylemenin olmaması gereken kötü bir şey olduğudur. Çünkü yalan söylemek eninde sonunda birilerine ya da bir şeylere zarar verir. Şimdi bazı yalanlar vardır söylenmelidir diye düşünülebilir. Mesela nedir bu yalanlar ve ne zaman söylenebilir? Çaresiz bir hastalığa yakalanmış bir insana son zamanlarını huzur içerisinde yaşasın diye hasta olmadığı ya da iyileşeceği yalanı söylenirse bu yalan da zararlı mıdır? Ölmek üzere olan birisine söylenen bir yalan mesela yine de kötü müdür? Kavga ya da savaş çıkmasını önlemek üzere söylenen bir yalan da kötü bir yalan mıdır ya da birilerine ya da bir şeylere zarar verir mi? Şöyle bir senaryo oluşturalım; Nazi Almanya’sında yaşamakta olduğumuzu hayal edelim. Naziler kendi ırklarından olmayanları, kendi ideolojilerinden olmayanları toplama kamplarına gönderiyorlar ve öldürüyorlar. Bizde Nazilerle aynı ırktan ya da aynı ideolojiden olmadığımızı ve öldürüleceğimizi bildiğimizi farz edelim. Yani hayatımız söz konusu olsun. Bu durumda da gerçeklerden taviz vermeden yalan söylemeyebilir miyiz? Yani evet ben bir Naziyim ya da ben bir Almanım desek hayatta kalacağız ama aksini beyan edersek öldürüleceğiz. Bu durumda bile yalan söylememeli mi insan? Dayak yeme, işkence görme, öldürülme riski karşısında bile yalnızca gerçekleri mi konuşmalı? Yaşam mı daha değerli yoksa doğruları konuşmak mı? Oldukça zor sorular bu sorular. Evet yalan kötü bir şeydir ama hayat karşısında gerçeğin ya da gerçeklerin ne anlamı vardır ki? Hayat mı daha değerlidir yoksa yalan söylememek mi? O zaman şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz; insanın hayati tehlikesi varsa, fiziksel ve ruhsal bütünlüğü zarar görecekse ya da bir başka insanın o zaman yalan söyleyebilir. Başka bir açıdan durumu değerlendirecek olursak; kötü olan bir kişiye kötü bir iş olan yalan söylenebilir. Şeytana yalan söylemek insanı kötü bir insan yapar mı? Naziler gibi korkunç bir ideolojinin canavarlarına yalan söylemek de kötü bir şey midir? Kötülük için gelmiş kötü birine ya da birilerine yalan söylemek yanlış mıdır? Demek ki yalan söylemek kime yalan söylendiğine göre değişir.
Kurtuluş Savaşında olduğumuzu düşünelim. Kurtuluş Savaşında yunan askerlerinin ya da ermeni çetelerinin Anadolu’da masum halka yaptığı katliamlar herkesin malumudur. Çoluk çocuk, hasta yaşlı demeden masum halkı en korkunç şekilde katletmişler ve bir tür soykırım yapmışlardır. Şimdi o dönemde yaşayan bir çoban olduğumuz farz edelim. Karşımıza yunan ordusu ya da ermeni çetesi çıktı. Bize Türk köyünde saklanan masum sivillerin saklandığı yeri sordular. Amaçları belli tüm masum sivilleri katletmek. Böyle bir durumda da asla yalan söylemeyen birisi olarak bu katillere masum sivillerin yerini söylesek doğru bir iş mi yapmış oluruz? Tarih kitapları ya da insanlık vicdanı bizden doğruluktan asla taviz vermeyen dürüstlük abidesi bir şahsiyet olarak mı bahseder yoksa hain bir ahmak olarak mı? Demek ki yalan söyleyip söylememek kararı kime söylenip söylenmeyeceğine göre değişiklik gösterebilmektedir. İnsan şeytana yani kötüye yalan söyleyebilir ve bunda doğru olmayan hiçbir taraf yoktur. Kötü olan iyiye yalan söylemektir ya da kötünün iyiye kandırmak amacıyla yalan söylemesidir diyebiliriz. Açıkçası konunun bu şekilde şekillenebileceğini yazının başında bende bilmiyordum.
Kötü olan kötüye karşı söylenen ya da kötülüğün engellenmesine yönelik olan değil, iyiye karşı söylenen ve iyinin kandırılmasına yönelik yalanlardır o zaman diyebiliriz. Elbette burada kötülük ve iyilik kavramlarının da iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Bazı olgu ve durumlar vardır ki genel geçer yani evrensel bir nitelik taşırlar ve herkes için iyi ya da herkes için kötüdürler. Basit bir örnek verecek olursak bir insana işkence etmek kötü bir şeydir, bir insanı istismar etmek kötü bir şeydir, bir insana tecavüz etmek kötü bir şeydir, bir insanın emeğini gasp etmek kötü bir şeydir, bir insana bir malı değerinden daha yüksek fiyata satmak kötü bir şeydir. Bu ve bunun gibi kimi durum ve oldular dünyanın her yerinde ve her zamanda kötü olarak nitelendirilir. Ancak amacı insana ve insanlığa zarar vermek olan bir katilin cinayet işlemesini engellemek için ona yapılan işkence de kötü müdür? Zalim bir diktatörün zulüm yapmaması için malını gasp etmek de kötü bir şey midir? Başka bir bakış açısıyla şimdi kötü olarak nitelendirdiğimiz kimi durum ve olgular bundan yalnızca yüz yıl önce iyi olarak nitelendirilmiyor muydu? Demek ki iyi ve kötünün tanımı zaman gibi, mekân gibi değişkenlerle değişebiliyorlar. Bu konuda en etkin terazi hiç kuşkusuz insanın kendi vicdanıdır. Ama düşünce ve ideolojilerle şekillenen insan zihnine göre de bu vicdan terazisi değişik ölçüm sonuçları çıkarabilir. Örneğin köleliğin serbest olduğu Roma Döneminde köleler de insan olmalarına rağmen mal gibi alınıp satılabiliyor, eğlenmek için ölüm dövüşlerinde dövüştürülebiliyor, ağır işlerde bedel ödemeksizin çalıştırabiliyordu ve o dönem insanları için vicdani olarak hiçbir sorun teşkil etmiyordu bu durum. Yaşadığımız dönem içerisinde de bu tür bir kötülüğün içerisindeyizdir belki de ama farkında değilizdir kim bilir? Peki, bunca değişken arasında şimdi bizi karşılayan asıl soru şu; yalan söylemeli miyiz, yoksa yalan söylememeli miyiz? Bu soruya gayet net bir cevap verebilirim; Elbette ki yalan söylememeliyiz.
Bireysel boyutta yalan söyleyen bir insanın amacı karşısındaki insanı kandırmak ve hakkı olmayan bir şeyi elde etmektir. Yani bir nevi hırsızlık yapmaktır. Hırsızlık ise kötü bir şeydir. Hırsızlık yapmak için yalanları kullanır insan. Örneğin kısa zaman önce bizzat başıma gelen bir yalandan bahsetmek isterim. Alışverişte bulunduğum benden yaşça büyük bir esnaf beni çok sevdiğini, beni kendi oğlundan ayırt etmediğini söyledi. Sonra yaptığımız alışveriş neticesinde sattığı malın ederinden çok daha fazla bir miktar ücreti benden talep etti. Hatta yalanlarına devam ederek başkasına bu fiyata satmayacağını, yalnızca ben olduğum için bu fiyata sattığını söyledi. Ancak ben biliyordum ki söylediklerinin hepsi yalandı. Hatta bu yalanı yalnızca bana değil tüm müşterilerine söylediğini fark ettim. Yalan söylemek bu esnaf amca için bir çalışma biçimi haline gelmişti. Yalan söyleyerek ederinden fazla ücret talep ediyor, ederinden fazla olan kısmı benden çalmak istiyordu. Daha önce defalarca bu yalana başvurmuş ve görülen o ki başarılı da olmuştu. İşte bu yalan kötü bir yalandır.
Ayrıca yalan söylemek de şöyle bir illüzyon olduğundan da bahsedilir; eğer bir insanın yalan söylediğini anlamışsanız o insan iyi bir yalancı olmadığından bahsedilir. Çünkü iyi yalancıların yalanlarını diğer insanlar anlamazlarmış. Şahsi kanaatim yalancılığın başlı başına bir ahlaksızlık örneği olduğu ve bu ahlaksızlığın iyisi ya da kötüsünün olmayacağıdır. Olsa bile bu bir övünç kaynağı olmamalıdır. Bir işte iyiyseniz elbette övgüler alırsınız. Ancak yaptığınız iş ahlaksızlık ise ahlaksızlığı iyi yaptınız diye övgü almanız doğru mudur? Bir adam çok iyi hırsızlık yapıyor diye övgü alabilir mi? Bir tecavüzcü ya da bir kadın satıcısı işini çok iyi yapıyor diye insanların ve toplumun övgülerine mazhar olabilir mi? Çok saçma geliyor insana değil mi? Ancak maalesef yaşadığımız bozuşma ve kokuşma çağında hepsinin örnekleri var. Olmaz, olamaz dediğimiz her durumu yaşadığımız bir çağın içerisindeyiz. Bu korkunç bir durum ama içinde bulunduğumuz durum bu maalesef.
İnsanlar gözlerimizin içine baka baka bize yalan söyleyebiliyorlar ve hiç utanmıyorlar artık. Ne kadar da acıklı bir durum.
Yalan söyleme mekanizmasını kısaca özetlemek gerekirse öncelikle en az iki kişinin varlığından bahsedilmesi gerekir. Bu iki kişiden birisi yalan söyleyen, diğeri ise söylenen yalana inanan kişidir. Yani kısaca kandıran ve kanan taraf olarak da özetlenebilir durum. Burada en az iki kişi gereklidir dedim çünkü bu tarafların sayısı durumlara göre değişiklik gösterebilmektedir. Örneğin bazen yalan söyleyen bir kişidir ama milyonlarca kişi bu bir kişinin yalanına inanabilir. Elbette tam tersi bir durumda söz konusu olabilir. Bazen de yalan söyleyen bir grup olur ve karşısında da inanan bir grup olur. İşin daha enteresan tarafı ise bazen insanlar söylenenin yalan olduğunu biliyor olsa da bu yalana inanma yolunu tercih edebilirler. Kafanız karıştı öyle değil mi? Açıkçası bende bu durumla ilk karşılaştığımda anlam verememiştim. Ancak zamanla böyle bir durumun varlığına bizzat şahit oldum. Özellikle çağımızda insanlar ve toplumlar rahatsız edici gerçeklere inanmaktansa rahatlatıcı yalanlara inanmayı tercih edebiliyorlar. İyi pazarlanan bir yalan gerçekten daha kıymetli olabiliyor. İnsanlar gerçeğin değil yalanların peşinden koşmayı tercih edebiliyorlar. Oldukça acıklı bir durum aslında bu. Yani bir balığın bilerek ve isteyerek oltaya takılmayı istemesi gibi bir şey bu. Hatta bu balıklardan o kadar çok var ki artık, oltaya takılmak için birbirleriyle kavga ediyorlar. Bunun nedeni ortada o kadar fazla oltanın olmaması. Kandırılmak isteyen balık enflasyonu var dersek mübalağa etmiş olmayız sanırım. Ancak bu işin sosyolojik boyutu. Bense işin sosyolojik boyutundan değil bireysel boyutundan bahsetmek istiyorum. Zira işin sosyolojik boyutuna girecek olursa tarihsel süreç içerisinde toplumların oluşması ve evrilmesi konuları ile gerçekten derinlemesine bir araştırma yapmak lazım gelir. Ben şahsen bu araştırmayı yapabilecek ve sonuçlarını değerlendirebilecek bir bilgi ve birikime sahip olduğumu düşünmüyorum. Gerçi hiçbir konuda kesinlikle uzmanım diyemem zaten. Herhangi bir konu üzerinde yazdıklarım tamamen öznel bir nitelik taşımaktadır. Yani tamamen şahsi fikir ve düşüncelerimdir. Şahsi fikir ve düşüncelerim elbette yanlış olabilir ya da herkese doğru gelmeyebilir. Bu durumu ağırbaşlılıkla kabul edecek düşünce yapısına sahip olduğum içinse içten içe kendim ile övünmekteyim. Zira yazdıklarının yani fikir ve düşüncelerinin kesinlikle doğru olduğunu düşünmekte olan oldukça kalabalık bir kitle var. Bu kitle eleştirilmeye karşı çok katılar üstelik. Sabit fikirleri var ve bu sabit fikirlerin sorgulanmasına kesinlikle katlanamıyorlar. Yani benim düşüncem budur ve bu düşünce benim düşüncem olduğu için yanlış olabilir ya da herkes için doğru olmayabilir şeklinde bir kanıya sahip değiller maalesef. Ama ben o kitleden değilim. Yazılarım ve yazdıklarım beğenilmeyebilir, herkes tarafından kabul görmeyebilir ve hatta okunmaya değer bulunmayabilir. Yazılarımda ve yazdıklarımda beyan ettiğim fikir ve düşüncelerim doğru olmayabilir. Belki de hastalıklı bir düşünce yapım vardır. Çünkü kendimden emin değilim. İnsanın kendinden emin olmasının da mümkün olabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Bizler değişken varlıklarız ve her an değişen bir evrenin içerisinde yaşamaktayız. Bu kadar değişkenliğin arasında sabit düşüncelerin olması düşünülemez. Ama bu tamamen olmadığı anlamına da gelmez elbette. Tamamen yoktur dersek bu kez de başka bir sabitlik türü oluşturmuş oluruz çünkü. Konuyu başka bir kulvara geçirdim sanırım. Zira konumuz yalandı.
Yazının başında yalan söylemeyi bir tür hastalık olarak nitelendirmiştim. Ancak bu nitelendirme oldukça öznel bir nitelendirme elbette. Çünkü kimine göre de yalan söylemek bir hastalık değil bir ihtiyaç haline dönüşmüş olabilir. Kimi insan da yalan söylemeyi kendinin istediğini değil başkalarının isteğini ve başkalarının isteğini yerine getirdiğini söyleyebilir. Ancak benim şahsi kanaatim; yalan söylemenin olmaması gereken kötü bir şey olduğudur. Çünkü yalan söylemek eninde sonunda birilerine ya da bir şeylere zarar verir. Şimdi bazı yalanlar vardır söylenmelidir diye düşünülebilir. Mesela nedir bu yalanlar ve ne zaman söylenebilir? Çaresiz bir hastalığa yakalanmış bir insana son zamanlarını huzur içerisinde yaşasın diye hasta olmadığı ya da iyileşeceği yalanı söylenirse bu yalan da zararlı mıdır? Ölmek üzere olan birisine söylenen bir yalan mesela yine de kötü müdür? Kavga ya da savaş çıkmasını önlemek üzere söylenen bir yalan da kötü bir yalan mıdır ya da birilerine ya da bir şeylere zarar verir mi? Şöyle bir senaryo oluşturalım; Nazi Almanya’sında yaşamakta olduğumuzu hayal edelim. Naziler kendi ırklarından olmayanları, kendi ideolojilerinden olmayanları toplama kamplarına gönderiyorlar ve öldürüyorlar. Bizde Nazilerle aynı ırktan ya da aynı ideolojiden olmadığımızı ve öldürüleceğimizi bildiğimizi farz edelim. Yani hayatımız söz konusu olsun. Bu durumda da gerçeklerden taviz vermeden yalan söylemeyebilir miyiz? Yani evet ben bir Naziyim ya da ben bir Almanım desek hayatta kalacağız ama aksini beyan edersek öldürüleceğiz. Bu durumda bile yalan söylememeli mi insan? Dayak yeme, işkence görme, öldürülme riski karşısında bile yalnızca gerçekleri mi konuşmalı? Yaşam mı daha değerli yoksa doğruları konuşmak mı? Oldukça zor sorular bu sorular. Evet yalan kötü bir şeydir ama hayat karşısında gerçeğin ya da gerçeklerin ne anlamı vardır ki? Hayat mı daha değerlidir yoksa yalan söylememek mi? O zaman şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz; insanın hayati tehlikesi varsa, fiziksel ve ruhsal bütünlüğü zarar görecekse ya da bir başka insanın o zaman yalan söyleyebilir. Başka bir açıdan durumu değerlendirecek olursak; kötü olan bir kişiye kötü bir iş olan yalan söylenebilir. Şeytana yalan söylemek insanı kötü bir insan yapar mı? Naziler gibi korkunç bir ideolojinin canavarlarına yalan söylemek de kötü bir şey midir? Kötülük için gelmiş kötü birine ya da birilerine yalan söylemek yanlış mıdır? Demek ki yalan söylemek kime yalan söylendiğine göre değişir.
Kurtuluş Savaşında olduğumuzu düşünelim. Kurtuluş Savaşında yunan askerlerinin ya da ermeni çetelerinin Anadolu’da masum halka yaptığı katliamlar herkesin malumudur. Çoluk çocuk, hasta yaşlı demeden masum halkı en korkunç şekilde katletmişler ve bir tür soykırım yapmışlardır. Şimdi o dönemde yaşayan bir çoban olduğumuz farz edelim. Karşımıza yunan ordusu ya da ermeni çetesi çıktı. Bize Türk köyünde saklanan masum sivillerin saklandığı yeri sordular. Amaçları belli tüm masum sivilleri katletmek. Böyle bir durumda da asla yalan söylemeyen birisi olarak bu katillere masum sivillerin yerini söylesek doğru bir iş mi yapmış oluruz? Tarih kitapları ya da insanlık vicdanı bizden doğruluktan asla taviz vermeyen dürüstlük abidesi bir şahsiyet olarak mı bahseder yoksa hain bir ahmak olarak mı? Demek ki yalan söyleyip söylememek kararı kime söylenip söylenmeyeceğine göre değişiklik gösterebilmektedir. İnsan şeytana yani kötüye yalan söyleyebilir ve bunda doğru olmayan hiçbir taraf yoktur. Kötü olan iyiye yalan söylemektir ya da kötünün iyiye kandırmak amacıyla yalan söylemesidir diyebiliriz. Açıkçası konunun bu şekilde şekillenebileceğini yazının başında bende bilmiyordum.
Kötü olan kötüye karşı söylenen ya da kötülüğün engellenmesine yönelik olan değil, iyiye karşı söylenen ve iyinin kandırılmasına yönelik yalanlardır o zaman diyebiliriz. Elbette burada kötülük ve iyilik kavramlarının da iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Bazı olgu ve durumlar vardır ki genel geçer yani evrensel bir nitelik taşırlar ve herkes için iyi ya da herkes için kötüdürler. Basit bir örnek verecek olursak bir insana işkence etmek kötü bir şeydir, bir insanı istismar etmek kötü bir şeydir, bir insana tecavüz etmek kötü bir şeydir, bir insanın emeğini gasp etmek kötü bir şeydir, bir insana bir malı değerinden daha yüksek fiyata satmak kötü bir şeydir. Bu ve bunun gibi kimi durum ve oldular dünyanın her yerinde ve her zamanda kötü olarak nitelendirilir. Ancak amacı insana ve insanlığa zarar vermek olan bir katilin cinayet işlemesini engellemek için ona yapılan işkence de kötü müdür? Zalim bir diktatörün zulüm yapmaması için malını gasp etmek de kötü bir şey midir? Başka bir bakış açısıyla şimdi kötü olarak nitelendirdiğimiz kimi durum ve olgular bundan yalnızca yüz yıl önce iyi olarak nitelendirilmiyor muydu? Demek ki iyi ve kötünün tanımı zaman gibi, mekân gibi değişkenlerle değişebiliyorlar. Bu konuda en etkin terazi hiç kuşkusuz insanın kendi vicdanıdır. Ama düşünce ve ideolojilerle şekillenen insan zihnine göre de bu vicdan terazisi değişik ölçüm sonuçları çıkarabilir. Örneğin köleliğin serbest olduğu Roma Döneminde köleler de insan olmalarına rağmen mal gibi alınıp satılabiliyor, eğlenmek için ölüm dövüşlerinde dövüştürülebiliyor, ağır işlerde bedel ödemeksizin çalıştırabiliyordu ve o dönem insanları için vicdani olarak hiçbir sorun teşkil etmiyordu bu durum. Yaşadığımız dönem içerisinde de bu tür bir kötülüğün içerisindeyizdir belki de ama farkında değilizdir kim bilir? Peki, bunca değişken arasında şimdi bizi karşılayan asıl soru şu; yalan söylemeli miyiz, yoksa yalan söylememeli miyiz? Bu soruya gayet net bir cevap verebilirim; Elbette ki yalan söylememeliyiz.
Bireysel boyutta yalan söyleyen bir insanın amacı karşısındaki insanı kandırmak ve hakkı olmayan bir şeyi elde etmektir. Yani bir nevi hırsızlık yapmaktır. Hırsızlık ise kötü bir şeydir. Hırsızlık yapmak için yalanları kullanır insan. Örneğin kısa zaman önce bizzat başıma gelen bir yalandan bahsetmek isterim. Alışverişte bulunduğum benden yaşça büyük bir esnaf beni çok sevdiğini, beni kendi oğlundan ayırt etmediğini söyledi. Sonra yaptığımız alışveriş neticesinde sattığı malın ederinden çok daha fazla bir miktar ücreti benden talep etti. Hatta yalanlarına devam ederek başkasına bu fiyata satmayacağını, yalnızca ben olduğum için bu fiyata sattığını söyledi. Ancak ben biliyordum ki söylediklerinin hepsi yalandı. Hatta bu yalanı yalnızca bana değil tüm müşterilerine söylediğini fark ettim. Yalan söylemek bu esnaf amca için bir çalışma biçimi haline gelmişti. Yalan söyleyerek ederinden fazla ücret talep ediyor, ederinden fazla olan kısmı benden çalmak istiyordu. Daha önce defalarca bu yalana başvurmuş ve görülen o ki başarılı da olmuştu. İşte bu yalan kötü bir yalandır.
Ayrıca yalan söylemek de şöyle bir illüzyon olduğundan da bahsedilir; eğer bir insanın yalan söylediğini anlamışsanız o insan iyi bir yalancı olmadığından bahsedilir. Çünkü iyi yalancıların yalanlarını diğer insanlar anlamazlarmış. Şahsi kanaatim yalancılığın başlı başına bir ahlaksızlık örneği olduğu ve bu ahlaksızlığın iyisi ya da kötüsünün olmayacağıdır. Olsa bile bu bir övünç kaynağı olmamalıdır. Bir işte iyiyseniz elbette övgüler alırsınız. Ancak yaptığınız iş ahlaksızlık ise ahlaksızlığı iyi yaptınız diye övgü almanız doğru mudur? Bir adam çok iyi hırsızlık yapıyor diye övgü alabilir mi? Bir tecavüzcü ya da bir kadın satıcısı işini çok iyi yapıyor diye insanların ve toplumun övgülerine mazhar olabilir mi? Çok saçma geliyor insana değil mi? Ancak maalesef yaşadığımız bozuşma ve kokuşma çağında hepsinin örnekleri var. Olmaz, olamaz dediğimiz her durumu yaşadığımız bir çağın içerisindeyiz. Bu korkunç bir durum ama içinde bulunduğumuz durum bu maalesef.
İnsanlar gözlerimizin içine baka baka bize yalan söyleyebiliyorlar ve hiç utanmıyorlar artık. Ne kadar da acıklı bir durum.
daha fazla
Ölmeye Yatmak / Adalet AĞAOĞLU
İleti
"Ne ki, bazı çirkinlikler fırsatsızlıktan önlenir. Benim de fırsatım yok şimdi. Ama bazı güzellikler de fırsatsızlıktan çirkinleşir."
Boş Bırakılan
İleti
Yüksek sesle söylemediğin zaman insanlar, boş bıraktığın sessizliği kendi aptal varsayımlarıyla doldurur.
Jodi Picoult
Jodi Picoult