0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1731
Okunma
YAYLALARA ÖZLEM
Bak yaz gene geldi.
Akın ediyor insanlar,
Karadeniz ve Toros Yaylalarına.
Erciyes ve Keşiş Dağı’na.
...ve daha bilmem ne yaylasına, ne dağına!
Bir hafta sonu ya da bir tatil günü,
Veya geleneksel hale getirilmiş
Bir etkinlik zamanında
Tatil yapıyor insanlar.
Dans edip horon tepiyor,
Şarkılarda, halaylarda, türkülerde,
Kendi bildiğinde.
Coşku dolu saatler yaşıyor
Ve eğleniyor, doyasıya!
Ya bizim dağlarımız,
Yaylalarımız?
Çiyayisıpi, Çatalpınar, Çopır.
Ulıbawa, Tujıkbawa, Şelım ve Jari.
Dilimin kemiği olsa da kırılsa.
Her biri unutulmuş bir sevgilinin mahzunluğu,
Ve terk edilmiş
Ve ıssız
Mistik bir ören yeri sessizliğinde.
Siz de dinlemişsinizdir;
Dinledikçe, yangın yerine döndüğü yüreğimin
Kaybolmuşken duygular aleminde,
Kendimi yaylalarımızda bulduğum
Bir Erzurum türküsü vardır ya!
"Hani yaylam hani senin ezelin" deyip,
Yüreğimi dağlayan!
Bizim dağlarımızın, yaylalarımızın
Hiç mi yoktur ezeli?
Doğduğumuz, büyüdüğümüz,
Kayalıklarında keklik gibi sektiğimiz,
Saçlarımızı rüzgarlarıyla taradığımız,
Diş söktüren sularından içtiğimiz,
At bindiğimiz,
Ay yüzlü,
Ceylan gözlü kızlarına yandığımız,
Dağlarımız,
Yaylalarımız...
Hani bizim ezelimiz?
İçinde,
Sultanların mermer sütunlu saraylarından
Asil devran sürdüğümüz,
Gökyüzü kadar engin,
Yeryüzü kadar dingin kıldan çadırlarımız?
Güneşin yüzünde,
Toprağın izinde,
Bir damla suyun özünde,
Ve evrenin sonsuzluğunda
Her telden nida veren Dengbejlerimiz?
Gılgamış dedemizin izinde,
Derdimize derman arayan,
Sağrımızı sağıltan Lokman Hekimlerimiz,
Kadın Analarımız
Şimdi neredeler?
Düğünlerimiz;
Yeri yerinden oynatan düğünlerimiz.
Düğünlerimizde
Sekili atlarımızın üstünde
Zaferden dönen bir komutan edasıyla duran,
Düğün alayıyla
Bir yayladan bir yaylaya
Yüreklerinde sevda taşıyan
Servi boylu, al yazmalı, eli kınalı gelinlerimiz?
Mavi keçinin sütünden,
Mor Koyunun yağından parmak yalatan yemeklerimiz?
Ay şafağı
Sessiz
Ve karanlık gecelerimiz.
...ve gecenin sessiz karanlığını yırtarcasına havlayan
On bin yıllık obamızın,
Sürümüzün,
On bin yıllık sadık dostu, bekçisi
Melite (Kangal) çoban köpeklerimiz?
Sümüklü çocukluğumuzun kuzuları, oğlakları.
Uçmakta
Ve özgür olmakta yarıştığımız,
Duldalarda sessiz renk fırtınaları estiren
Ömrü günlük,
Dostluğu asırlık narin kelebeklerimiz hani?
Uzun ve yorgun gecelerinde
Kısa ve dinlenir olurdu uykularımız.
Çıplak gözle bakamazdık,
Ama altında da üşürdük güneşinin.
Geceleri bakarken gökyüzüne
Yıldızlara karışırdık.
Saymaya kalkışırken de yıldızları,
Bu işin,
Kuzuları saymaya benzemediğini anlayana kadar
Uyur giderdik.
Hatırladınız mı?
Çocukluğumuz nerede kaldı?
Ölümlerde gelen üzüntümüzü,
Doğumlarda ağlayarak hayata merhaba diyen
Yeni sesler yendi hep.
Üzüntülerimiz, sevinçlerimiz,
Dağlarımızın ufuk çizgisini aşamayan
Umutlarımız...
Hayallerimiz nerede kaldı?
Memleketin canını çıkartırcasına,
Gölgeleriyle birlikte
Teninden söküp kopartarak,
Dağlarımızı çöle çevirdiğimiz,
Adına yeminler ettiğimiz,
Bin bir çeşit yemiş ağacına,
Memleket kadar büyük,
Memleket kadar kutsal
Bin yıllık ardıç ağaçlarına
Ne oldu?
Biliyorum,
Biliyorum hilafsız;
Ezelden beri bize ait
Acı tatlı her şeyimiz
Dağlarımızda,
Yaylalarımızda gömülü kaldı.
Alamadık yanımıza hiç birini
Gurbet ele giderken.
Gayrı bir tek memleketi sığdırabildik ancak
Yüreğimize.
Kararımızı vermiştik bir kere
Memleketi yüreğimizde taşımaya.
Dayandıkça
Ve yaşadıkça yüreğimiz.
Çok çabuk geçiyor ömrün
Bize ait olan kısmı.
Bu yaylalarda tükettiler ömürlerini,
Dedelerimiz, Atalarımız.
Siz de biliyorsunuz ki
Pek hoyratça yaşadık
Dağlarımızı, yaylalarımızı.
Yolduk ağacını, çiçeğini
Nesiller boyu.
Göçerttik yerdeki kurdunu, kuzusunu.
Gökteki kuşunu, kelebeğini küstürdük.
Bir sevgili,
Bir yavuklu gibi incineceğini düşünmeden.
Yine de yok edemedik
Dağlarımızı,
Yaylalarımızı.
Onlarsa, vefalı bir yar gibi
Çiçeğe durup çimen bağladılar;
Bize inat,
Yaptıklarımıza inat!
Duyarım ki,
Eski tadında akarmış suları hala yaylalarımızın.
Aynı şiddette dövermiş poyrazı, karayeli.
Aynı serinlikte okşarmış seher yeli
Ve ipek bir çarşaf misali sararmış bedenini
Memleketimin...
Evet, gene geldi yaz,
Karadeniz ve Toros Yaylalarına.
Binler, on binler,
Yüz binler akın ediyor buralara
Sevdalarla.
Özlemlerini dillendiriyorlar,
Taşının toprağının anladığı dilden
Türkülerle , horonlarla.
Bizim oralara da yaz gelmiş olmalı.
Mezopotamya’ya,
Komagene’ye.
Heyy Mezopotamyalılar;
Heyyy Kommageneliler;
Siz hasret nedir bilmez misiniz?
Siz hiç özlem duymaz mısınız?
Hiç bakmaz mısınız
Yitik zamanın ardından?!
Neden Komagene neden,
Ezelden akıp gelen,
Üst üste yığılmış,
İçinden çıkılamayan
Bir renk sarmalına dönmüşsün?
Sen en güzelsin dünyada.
Yitirme bilincini.
Hatırla kendini,
Kendi rengini.
Dağılmış olsak da çil yavrusu gibi,
Bulunduğu yeri terk etmeyecek Meri Anamız.
Bağlı olmak
Geçmişimize,
Onu hatırlamak,
Onu yaşamak.
Eskiden olduğu gibi
Bize ait olanı mundar etmeden,
İnsanca yaşamak,
Yaşatmak
Ve onu geleceğe taşımak!
Fırat’ın Oğulları,
Dicle’nin Kızları,
Ülkemin bütün çocukları;
Sadece bizim değil bu hayal,
Bu hayal, insanlığın ortak türküsü…
Bir düğün yapılsın Kommagene dağlarında,
Yaylalarında.
Asırlardır görüşmeyenlerin,
Akrabaların, arkadaşların, dostların,
Kardeşlerin, küskünlerin,
Eli saban eli kalem tutanların,
Bebelerin, dedelerin,
Memleketi yüreğinde taşıyacak kadar
Uzağı yakın edenlerin,
Zengin-fakir , mutlu-mutsuz,
Güzel-çirkin herkesin
Sel olup aktığı,
Yeri göğü inlettiği,
Tüm nesillere ve çağlara
Türküsünü dinlettiği bir cem olsun bu düğün...
Dağlarımız;
Kartallar gibi yükseklerde
Vakur, onurlu,
Evrenin sonsuz ve sınırsız arenasında
Bizi özgür kılan.
Yaylalarımız;
Ekmek kapımız,
Bir nefes, bir sıhhat pınarımız,
Ve bir köprü misali
Geçmişle gelecek arasında
Bizi ölümsüz kılan.
Çıkalım dağlara dağlara
Yaylalara gidelim.
Bir ana,
Bir yar özlemiyle.
Düğüne gider gibi,
Bayramlıklarımızı giyerek,
Davullarla-zurnalarla,
Halaylarla-türkülerle,
Aşk, umut ve sevdalarla,
Coşkuyla yürüyelim aziz hatıralarına,
Mazidekilerin, atidekilerin.
Yad edeceğimiz çok şeyi var ülkemin,
Jari’de,Çopır’da,Çatalpınar’da...
Lukianos/Haziran 2004 Bitinya