LisanŞiirin hikayesini görmek için tıklayın 3 sene önce farklı bir isimle paylaştığım şimdi okuduğumda anlatmak istediğimi ifade edemediğimi fark ettiğim şiirimin güncellenmiş halidir.
Görselde görevimi yaptığım ilçenin İstasyondan kent merkezine gidilen yolunu paylaştım
Yol,
Aşığın da söylediği gibi Hem ince hem uzundu. Ben, Yine bir istasyondaydım. Sanırım 18:40 trenini bekliyordum. Karşımda bir orman, Arkamda şehrin curcunalı manzarası vardı. Gün batmadan hemen önce Derinlerden, En karanlık yerlerden bir nida duyuldu. Daha, daha tam anlaşılamadan Uzağa yakın eden, Peş peşe gelen, Geldikçe iç içe geçen bir akis, Bir nizam, bir ahenk işitildi. Haykırma... değil. Ezgi... hiç değil. Bir çağrıydı duyduklarım. Yalnız Yaradan’ın ismini seçebiliyordum. (Allahu Ekber... Allahu Ekber...) Ses, dağlara çarpıyor; Rüzgâr, dağlardan o sesi alıp Kulağımın duyabileceği bir tonla Fakat kendi lisanını çevirerek kulağıma fısıldıyordu. (Hû...Hû...Hû...) Durdum bir an Düşünmek... mümkün değil. Tarif etmek... imkansız. Kalakaldım öylece. İçimi bir his kapladı. Utanç Evet hissettiğim tam olarak buydu. Dikkat kesilince O güzel çağrıyı Birer, ikişer, üçer çakal sesleri eşlik etti. Öyle tiz öyle uyumluydu ki Bir ses diğerini örtmüyordu. Yine bildikleri lisandan cevap veriyorlardı: (Ulu... Ulu... Ulu...) Utancımı, mahcubiyet ile birlikte sitem de eklenmişti. İnsanı ile diğer varlıklarla kıyasladım. Şöyle diyesim geldi: Yol, kıldan ince camdan keskin olsa ne yazar. İnsan olmuşken yelden, şu çakaldan ettim ar. Gözü, iki manzarayı da örtmüş her bir zâr, Çağrı, bir nefes kadar yakın; bir bergüzar. Teşekkür ederim okuduğunuz için, Sağlıcakla kalınız. |