Her yeni fikir, başlangıçta diğerleri arasında azınlıkta kalır. Thomas Carlyle [Paylaş]
E-mail: Şifre: Facebook ile bağlan Üye ol | Şifremi Unuttum
Türkiye Şiir Platformu
ANASAYFA ŞİİRLER Edebiyat Defteri YAZILAR Edebiyat Defteri FORUM Edebiyat Defteri ETKİNLİKLER Edebiyat Defteri NEDİR? Edebiyat Defteri Kitap KİTAP  Edebiyat Defteri Tv TİVİ Edebiyat Defteri Sesli Şiirler MÜZİK Edebiyat Defteri BLOG Edebiyat Defteri Atölyeler ATÖLYE  Edebiyat Defteri BİCÜMLE Edebiyat Defteri ARAMA Edebiyat Defteri İLETİŞİM
Yeni Şiir Ekle Şiirinizi eklemek için tıklayın.
• Anasayfa • Şiirler • Yeni Şiirler Sesli şiirler Sesli Şiirler Resimli şiirler Resimli Şiirler Bugün Eklenenler Bugün Eklenen Şiirler • Etkili yorumlar • Seçki Şiirler • Son Eleştirilen Şiirler • Son Yayınlanan Şiirler • Yazılar • Makaleler • Öyküler • Denemeler • Söyleşiler • Mektuplar • Masallar • Anılar Bugün Eklenen Yazılar Bugün Eklenen Yazılar • Tüm Yazılar • Etkili Yorumlar
• Edebiyat Defteri
• Yazım Türkçeleştirici • Türkçe Sözlük • Site Kuralları
Online Üyeler


İçerideki üyelerimizi görmek için üye olmanız gereklidir.

Üye olmak için tıklayın.

Online Üye:107







Uzman Dil Bilgisayarı 

Birazdan cellatlarım gelecek, ayak seslerini duyar gibi oluyorum. İdam cezam, açık arttırmayla ihaleye çıkmış ve ihaleyi Paris’ten bir “Suyu Alınmış Soğan Konservesi Fabrikatörü” kazanmış.
Celladımı merak ediyorum. Yüz binlerce dolar ödeyerek infaz hakkını almış. Bu konuda da garip iddialar ve hikayeler var. Her şeyin kâr ve kazanç olduğu dünyamızda insan öldürmeyi merak eden zenginler, mahkemelerin açtığı ihalelere girip açık arttırmalarla infaz hakkını satın alıyorlar. Yüreği katılaşsın diye çocuklarına ya da evlilik yıldönümlerinde hanımlarına infaz hakkı hediye edenleri duyuyordum. Bakalım benim celladım ne yapacak?
Biraz önce son isteğim olarak bir avuç içi bilgisayar istedim. İdamım yaklaştıkça hayatım ve yaşlı insanlardan duyduklarım ve öğrendiklerim hollografik olarak gözümün önünden geçiyor ve bir bütünlük kazanıyor. Bu yazdıklarım büyük ihtimalle sonsuza kadar yok olacak. Zayıf bir ihtimalle de gönlü temiz, bir gardiyanın eline geçecek. Gönül sözcüğünün artık hiçbir dilde karşılığı olmasa da ...
***
2095 yılında, otuz dört yaşında iken, unutulmuş dillere olan aşırı merakım yüzünden, Anatolia yerlilerinin, eskiden konuştuğu dili iyi bilen bir kişinin yaşadığını duyunca, içimde bu ölü dilin tek canlı konuşanını bir kerecik olsun dinlemek için dayanılmaz bir istek duydum.
Erroyl’ün doksan yaşını aşmış, ince, eğrilmiş vücudunun üstünde iliştirilmiş gibi duran iğreti yüzü ve boynu, meşin kaplı yaşlı bir sedir ağacının kabuğunu, boğum boğum parmakları ise aynı ağacın köklerini andırıyordu. İnce, keskin kıvılcımların seyrek de olsa, lastik toplar gibi bir belirip bir kaybolduğu ışıltılı gözleri, gönlündeki arzu ateşinin yandığını, talih yıldızının gökte parlamaya devam ettiğini, bu nedenle de ümitlerinin sürdüğünü fısıldıyordu.
Zamana meydan okuyan Barish “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet”ten ömür boyu evde yaşama cezasına çarptırılmıştı. Aynı suçtan hükümlü diğer mahkûmlar öldüğü ve yıllardır iyi hali göz önüne alındığından, bu unutulmuş mahkûma konuk olmak için izin almam zor olmadı.
Erroyl, berbat bir Çingilizce ile konuşuyordu ve 2020’li yıllara kadar Anatolia’da çoğunluğun Türkçe konuştuğunu savunuyordu. İddiası asılsızdı, çünkü o yıllardan arşivlerde duran kolej kitapları, haber bültenleri Çingilizce idi. Filmler de Çingilizce idi. Dudak hareketleri tutmuyordu fakat, bu başka bir dilin varlığına kanıt olamazdı. Yaşlı adam Ara sıra da son derece zengin vokallerle uzun şiir cümlelerine benzeyen sözcük kümeleri mırıldanıyordu. Şaşırtıcı olansa, konuştuğu gerçekten de bir lisana benziyordu. İlk anda onda renkli, canlı gözlerinin, ışık düşmüş pamuklara benzeyen saçlarındaki parlaklık dışında bir hayat belirtisi yoktu. Yaşlı adam konuşup coştukça, yüzünün kırışıklıklarının arasında kuşkonmaz dallarını andırarak belirgenleşen karanlık yeşil, kırmızı kılcal damarların altında yosunlu bir kaya dokusu gibi duran derisinin, daha da canlandığına tanık oldum. Birdenbire:
-Bu kadar zor hayat koşullarında nasıl yüz yıl yaşayabildiniz? Diye sordum.
Bir çocuğun güven dolu masumiyetine bürünüveren yüzü aydınlandı.
-Bu dili en az bir kişiye öğretmeden ölmemeye kararlıyım! Dedi.
-Nasıl olabilir? Bir dili öğretmek için vaktin yok gibi! Dedim.
-Bu yer yüzünün en kolay öğrenilen dili! Dedi. Eğer birazcık matematiksel zekânız ve dil öğrenme yeteneğiniz varsa kısa bir zamanda öğrenebilirsiniz.
Başımın belaya girdiğini anladığımdan ürperdim:
-Benim ölü bir dile ilgi duyabileceğimi nerden çıkarıyorsun ? diye çıkıştım.
Fakat o kendinden emindi:
-Kimse kırk yıldır unutulmuş bir mahkumu başka bir şey için ziyaret etmez! Dedi.
Böylece öğrenme aşkıyla yanıp tutuştuğum, bilgiye acıktığım günler günleri kovaladı. İşi gücü tamamen bıraktım ve ihtiyar ustamdan gerçek bir dil öğrendim. Adını Erroyl Barish değil de tam da onun istediği gibi Erol Barış olarak telaffuz ettikten sonra dostluğumuz arttı. Bana ancak atanın oğluna duyabileceği büyük bir sevgi ve şefkat gösterdiğini hissediyordum. İhtiyar bana hemen her şeyi öğrettiği gün öldüğünde, yüzü sanki yirmi yıl önce ölmüş gibi bembeyaz mumyalaşarak kendinden ışıklıymış gibi aydınlandı. O zamanlar öğrendiğim yeni dilin başıma neler getireceğini bilemezdim.
***
Yirminci Yüzyıl Bilimkurgu Edebiyatı Tarihi üzerine doktora yapmıştım. Yazarların çoğu, XXI inci yüzyılda da ışın tabancalarıyla savaşacakları hayalini kurmuşlardı. Bütün bunlar; güçlü olan zayıf olanı yok eder, her iki insanın olduğu yerde çatışma vardır öngörüsünden kaynaklanıyordu. Öngörü tartışılırdı ama, yüzlerce çatışma biçimi içinde birbirini yok etmek, köleleştirmek, bence temel yanılgı idi.
***
Eskiden oklar, kurşundan yapılmış metal tanecikler püskürterek savaşan insanların yaşamış olması beni hep hayrete düşürmüştür... Genişleyen barut gazıyla hareket eden ve insanlara saplanan bu tanecikler, günümüzde yerini daha tesirli silahlara bıraktı. Teknolojik gelişmeler sürerken insan ilişkileri ile ilgili bilimler taş devrini aşamıyordu. Bir iki bilge yazar, silahların gelişmesinden önce insanın değişime uğrayacağını ve düşmanlık duygularının silineceğini öngörmüştü. Oysa XXI inci yüzyılda insanlar geçmiş çağların vahşetinin toplamından fazla yıkım yaptı.
Ulusal ordular tarihe karıştıktan sonra küresel şirketlerin birbirlerini yok etmek, ya da geri bıraktırmak için, kurdukları güvenlik ordularıyla giriştikleri sabotaj ve imha savaşlarında, önemli kahramanlıklar göstermiş aile büyüklerim var. Hatta kola ve patates pulu (cipsi) savaşlarında ailemiz fedakârca kayıplar vermiş, madalyalarla ödüllendirilmişti. “Küresel Barış İçin Küresel Dil” teziyle başlayan “DİL SAVAŞLARI” projesine asker olarak katılan dedem üstün hizmetlerinden dolayı “Kutsal Ada” ‘ya gitmek şerefine erişmişti. Koruma ordularının büyük ölçüde robotlara dönüşümü sonucu işsiz kalan diğer insan askerlerle birlikte katıldığı isyanlar bastırılınca, babam da isyana katılmak ve bir sürü robota zarar vermek suçundan dolayı kendini “Kutsal Küresel Uygarlığa Karşı İşlenen Günahlar Mahkemesi’nde” bulmuştu. Aile onurumuzu lekeleyen bu günahkâr hatıranın izi kimliklerimize işlendiğinden beri her yerde karşımıza çıktı.
***
Çingilizce konuşan Küresel imparatorluk Çince İngilizce kırması bir dil geliştirmişti. Hint, İspanyol, Alman, Japon dil adacıkları dışında bütün dünyayı kuşatmıştı. Irak’ı kimyasal silah üretmekle, İran’ı terörizme destekle suçlayan zihniyet, bizi dünya kültürüne yeterince patent üretmemekle, sanat ve bilime katkı yapmamakla suçladı.
Günümüzde, çoğunu Anglo-saksonların oluşturduğu iki yüz milyona yakın nüfusuyla Dünya’nın insan doğasına en uygun iklime sahip bölgesi kabul edilen yurdumuz Anatolia’da yoksul bir akrabasını ziyarete gelmiş armatör gibi, bir köşeye ilişmiş oturuyorduk. Bizler, ancak garson, animatör, oda hizmetçisi, bahçıvan gibi mesleklere sahip olabiliyorduk.
Atalarımız karşılaştıkları uygarlıkların eserlerini tercüme etmek yerine top yekün dillerini öğrenmeye heves etmişlerdi. Farsça, Arapça, Fransızca ve İngilizce derken bu heves bin yıl sürmüş ama gerçek olmamıştı. En etkili öğrenme silahları olan Türkçelerini de unutmuşlardı. Türkçe kitaplar zamanla yok olmuş, şiirler belleklerden silinmişti. Türkçe’nin bilim dili olabileceğini savunanlar cezalara çarptırılmışlardı. Gerçi bu cezalar kobay olmak, domuz çiftliklerinde ve nükleer tesislerde temizlikçilik gibi “Küresel Mutluluğa Katkı” türünde süslü isimli hafif cezalardı, ama bir dilin yok olmasına yetmişti.
Birkaç milyon kişi kalmış biz yerlilerin de bir dilimiz, tarihimiz, kültürümüz var mıydı? Türkçe diye eski bir dil olduğunu biraz okumuş, yazmış herkes biliyordu, fakat bu Türkçe nasıl bir şeydi?
Hocam Erol Barış’tan bu büyük dili öğrendikten sonra konuşabilecek ikinci bir kişi aramaya başladım. Bu sohbet etme tutkusu yakalanmamın nedeni oldu. Jozefin adlı Angora yerlilerinden bir kızla tanıştım, ona dil öğretmeye başladım. Ne var ki, Jozefin bu öğrendiklerini Clara adlı Pamfilyalı (Sinop) bir yerli kızla ve Peter ve Zozan adlı Kapodakyalı gençlerle paylaşınca hep beraber yakalandık. Meğer Anatolia’da özellikle İkonya ve Kapadokya’da çiftliklerde amaçsız da olsa, bu ölü dili birkaç yüz sözcükle de olsa gizli gizli konuşanlar varmış.
Deliller aleyhimeydi. Diğerleri küçük cezalarla kurtulabilirdi fakat, ben yanmıştım. Türkçe’nin kurallarıyla birlikte 500 bin sözcüğünü oluşturan sözcükleri, deyimleri, ihtiyarın rehberliğinde hazırladığım paha biçilmez arşiv incelenmek üzere tüm “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet” vakalarında olduğu gibi Uzman Dil Bilgisayarına (UDB) yüklendi.
***
Uzman Dil Bilgisayarı (UDB) kökeni tek bir kaynaktan gelen, bir dil geliştirmek için çalışıyordu. XXII inci yüzyılda konulan bilimsel hedeflere yönelmek için gerekli olan beş milyon sözcüğü üretmek üzere yapılandırılmıştı. Bu hedeflerden bazıları insan ömrünü dört beş yüz yıla çıkartmak, ölümsüzlüğe yaklaşmak, yıldızlara erişmek; ışığın, enerjinin yeni yasalarını keşfetmek gibi işlerdi. Çingilizce tek bir kaynaktan çıkmadığı; en az dört kabilenin Çince’nin sözcüklerinin ve dil kurallarının rast gele yan yana gelmesinden oluşan bir dil olduğu için, yeni tanımları, kavramları, soyutlamaları karşılayabilecek birbirine ilintili sözcükleri ve yapılarını içeren, bir bilim diline şiddetle ihtiyaç vardı.
Çince gibi tek heceli dillerden Arapça gibi içten kırılmalı dillere kadar bütün dünya dilleri inceleniyordu. (UDB), tek bir kökten türemiş bir dil inşa etmek için ilk beş bin kökten, beş milyon kelimeye ve milyonlarca kavrama çıkabilecek bir kök dil üzerinde çalışıyordu.
Dilin hareket kabiliyeti sanal satranç tahtasına benzer bir alanda geliştiriliyordu. İnsan beyninin kullanılan, kullanılmayan bölümleri, kıvrımları, sanal alemde, Sahra Çölü genişliğinde sonsuz bir ülke gibi uzanıyordu. Pek çok gruba ayrılmış piyonlar, edatları, ünlemleri ve basit sözcükleri sembolize ediyordu. Atların ve fillerin yanında develer, kartallar, kangurular ve daha pek çok sembol, kavramları karşılamak üzere yerlerini almışlardı. Evrensel dil için evrensel similasyon! Evrenin ve insan beyninin sanal alemde modeli yapılmıştı. Her taş, sonsuz yüzey üzerindeki konumuna ve diğer benzer taşlarla ilişkisine göre yeni anlam bütünlükleri ve hareket yeteneği kazanmaya çalışıyordu.
UDB, bu özelliklerinden dolayı da mahkemede görülen dil davasının delillerini incelemek üzere bilirkişinin kullanımına sunulmuştu. UDB delilleri incelerken yıllardan beri yaratmaya çalıştığı sanal dilin gerektirebileceği pek çok özelliğin Türkçe’de olduğunu algıladı. UDB ile yıllardır araştırma yapan mahkemede bilirkişi olarak bulunan bilginler olağanüstü buldukları bu olayı sevinçle karşıladılar. Binlerce yılda ve geniş bir coğrafyada insanlığın ortak bilincinin katkılarıyla sağlam kurallara ve anlam katmanlarına sahip olmuş bu dil insanlığı XXII inci yüzyıldaki hedeflerine ulaştıracak yetenekteydi.
Sahra Çölü büyüklüğündeki sonsuz sanal yüzeyde beş milyon kadar anlam türemiş, yeni ilişki ve hareket yetenekleriyle de hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli türeyen ve ufku kaplayan milyonlarca anlamlı birlikler oluşmuştu ve oluşmaya devam ediyordu. Nice ünlü matematikçiyi kendine çekip çıldırtan bir zamanların efsanesi sonsuz ötesi matematik yolu da bu sayede yarılanacak gibi görünüyordu.
***
Kabile dilleri bile değerlendirilmişken, Türkçe’nin böyle bir deneye konu olmamak nedeni 2050 yılına kadar tamamen siyasiydi. Bu topraklardaki zengin kaynaklar, hepsinden önemlisi iklim ve su, ortak insanlık hedeflerine hizmet eden büyük şirketlere kazandırılmıştı. Farkları derinleştirilerek 60 halk halinde “küresel uygarlığa katılmaya hak” kazandırılmışlardı. (!) Sonraları ise bu büyük dil, arşivlerden bile silinmiş hiçbir bilim çalışmasına konu olmamıştı. Yerli halk, geçmişte Kızılderililere, Sibirlere uygulanan benzer nüfus planlamaları sonucu % 10 seviyesine inmişti. Aborjinler kadar kalmıştık.
Önce benden daha çok yararlanmak için tutukluluk halimin kaldırılmasına karar verdiler. Kısa bir zaman sonra tutukluluğu geçici olarak kaldırılan biri olduğum unutuldu. Bana pek derin bir saygı ve kıskançlıkla yaklaşıyorlardı. Söylediğim her cümle anında kayda geçiyor, formüller ve şemalar halinde bilgisayar pencerelerinde yansıyordu. Dünyanın sesli ve yarım seslileri bakımından en zengin diliyle yaptığım cümleler, işi bilen dil bilimciler tarafından heyecanla karşılanıyordu.
İnsanlık geç de olsa büyük bir dil keşfetmişti. Kendimi kobay gibi hissediyor, günler, geceler boyu bu kök dili konuşuyordum. Artık yirmi ikinci yüzyılın bilimsel hedefleri tutturulabilecekti. Bilgisayarlar bu dil üzerine kurulacaktı. Çingilizce ile bugüne kadar türetilmiş bazı sözcüklerin baş harfleriyle oluşmuş sözcükler, yenileriyle değişecekti. “Tutturulabilecekti?” ya da “Geliştirtmemeliydiniz” diyebilmek için diğer dillerle yedi sekiz kelime yan yana yazılmalıydı. Eklemeli bir dil olan Türkçe’de bir hece hatta çoğu yerde bir harf, bir ses bile anlam gelişmesi ya da değişikliği sağlıyordu. Bu zenginlik Türkçe’nin dünyanın en eski ve en geniş coğrafyaya kendi gücüyle yayılmış olmasından ileri geliyordu. Türkçe, sözcük sayısından ziyade kuralları ve yapısı bakımından insanüstü bir dehanın ürünü gibiydi.
Yıl 2104’tü. Bu son otuz yılın en büyük buluşuydu. Bir dilin kıymeti ve insanlık için önemi, tamamen yok edildikten 20 yıl sonra fark ediliyordu. Zaten yirminci yüzyılda Yağmur Ormanları başta olmak üzere bütün dünyada yok edilen yüz binlerce bitki ve hayvan türünün gerçek değeri de yeni anlaşılıyor, şimdi laboratuarlarda yeniden üretilmeye çalışılıyordu.
Bir sirk yıldızı gibi gezdiriliyordum. Saçmalasam da bütün konuştuklarım şiir hatta müzik gibi kabul ediliyordu. Aynı zamanda nedenini o sıralar tam anlayamadığım bir endişeyle yeni şöhretimden, gücümden korkmaya başladım. Haksız olmadığımı kısa bir zaman sonra anlayacaktım.
Yerlilerdeki ulusçu uyanışlar sürüyor, önlemlere rağmen direnişler artıyor, Türkçe’ye dönülüyordu. Direnişçiler: “beş yüz kelimeyle Çingilizce konuşmaktansa aynı kelime kadrosuyla Türkçe konuşmayı tercih ederiz...” “Madem Türkçe bize yüz yılda unutturuldu, demek öğrenmek için yüz yıla ihtiyacımız var...” diyorlardı. Sokaklarda “Bana Türkçe bir sözcük öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Yazıyordu.
Yerlilerin çoğu, pahalı robotlar kullanmanın ekonomik bulunmadığı sahalarda yaptıkları ikinci veya sonuncu sınıf işleri aksatıyorlardı. Biraz gelişmiş yerliler, eskiden bu arazinin, maden ve kaynakların kendilerinin olduğunu söylüyorlardı. Avrupa kökenliler ise yapılan anlaşmaları sıralıyorlardı. Çingilizce eğitim yapan okulları kendiniz açtınız. Borcunuz karşılığında önce madenleri, kıyıları, sonra toprakları, su kaynaklarını elinizle satıp imza ettiniz. Bizler güneş yüzü görmeyen soğuk ülkelerden gelip artık buralı olduk, diyorlardı. Gerçekten de tam böyle olmuştu.
İsyanlar büyüdükçe beni korku sarmaya başladı. Çünkü Türkçe’nin sırlarını bilen son kişi bendim ve ortadan kaldırılmam gerektiği söyleniyordu. İsyancılardan yani benim gibi yerlilerden nefret etmeye başladım. Onları kişiliksiz buluyor, ortak insanlık hedeflerine hiçbir katkısı olmamış aşağılık, dejenere sürüsü olarak görüyordum. Madem dilinizi bu kadar seviyordunuz da neden unuttunuz? Eğer bu dile gereken ilgiyi gösterseydiniz şimdi insanlık yıldızlara erişecekti, insan ömrü bin yılı bulacaktı! Diyordum.
***
Eğer erdem, sanatın; sanat, bilimin; bilim, teknolojinin bir menzil önünde gitseydi gidebilseydi; petrol tankerleri dünya denizlerini kirletmeden önce füzyon enerjisine, hidrojen enerjisine , ışın enerjisine geçilmiş olacaktı. Denizler kirlenmeyecek, canlı türleri yok olmayacak, petrolden de solar enerji birimleri yapmak gibi çok daha çeşitli ve yararlı alanlarda yararlanılabilecekti.
Kök dilin devreden çıkarılması da benzer bir felaketti. Dillerinden sonra, yurtlarından da cayan bu insanları affedemiyordum. Yavrularını yiyen vahşi kediler, yumurtalarını yuvadan atan çirkin kuşlar gibi torunlarının geleceklerini satmışlar ve onların ıstıraplı hallerini yaşlılıkta seyrederek, acı içinde sefalete gömülmüşlerdi. Beyaz kefenlere bürünmüş sevimsiz ölülerin mezarlarından kalkarak, yaşarken işledikleri günahları her kafadan bir ses çıkararak itiraf ettiklerini görür gibi oluyordum.
Meğer benim kızdığım hakaret ettiğim insanlar masummuş. Geri kalmamışlar, geri bıraktırılmışlar. Toplumları geri bıraktırabilmek meğer, tarihin derinliklerinde başlamış, siyaset sanatının en gizli ve iğrenç yüzüymüş. Bizans bile Hasan Sabbah’ın sahte cennetine kadın göndermiş... Avrupa hurafe bataklıklarını kurutup Rönesans’a geçerken, hurafe fabrikalarında her türlü gelişmeye hatta akla karşı, düşünce akımları, yüzlerce yıl üretilip Anadolu’ya ve çevresine şırıngalanmış. Bu uğurda yaratıcı beyinler iğdiş edilmiş, zekalar törpülenmiş, şahsiyetler biçilmiş, yetenekler tırpanlanmıştı.
***
Yabancılar önce götürebileceklerini taşıdılar. Soğuk ve yağmurlu ülkelerine alıp götüremeyecekleri bir şey vardı bu topraklarda. Bütün sömürdüklerinden, bütün bunların toplamından daha değerli olan bir şey! İklim! Bu yeryüzü cennetinin iklimiydi. Dallarında beş yüz çeşit meyve hevenk oluyor, kırlarında on binlerce yabanıl bitki buruk kekremsi kokularıyla, gökkuşağından alınma renkleriyle ana sütünden leziz öz sularıyla, baygın kokularıyla saltanat sürüyordu. Önce dev eğlence yerleri açıldı. Yerli halk bu para harcama tesislerinin çarklarını döndürmeye başladıktan sonra güzelim köyler, su kaynakları, ormanlar, insan eli değmemiş dağ zirveleri birer birer el değiştirdi.
***
Bu yeni dil meraklılarına ibret olsun diye beni cezalandıracaklardı. Ben yok olursam ölü bir dilin canlanma umudu kaybolacak, bilgisayarlarda formüllerde kullanılan bir dil kalacaktı geriye. Böylece tekrar içeri atıldım.. Bilim insanlarından da bana acıyan, saygı duyan kişiler vardı. Her anı kaydedilmek şartıyla araştırmalarıma ve görüşmelerime izin veriliyordu. Güçsüz olduğum zamanlarda keşke Aspendos’taki Alman köylerinde inek bakıcısı olarak çalışsaydım ya da Perge’deki domuz çiftliklerinde, diyorum. Gordion (Polatlı) yakınlarındaki altın ve Molibden World Company’de de çalışabilirdim. Anatolia yerlileri gibi beş yüz kelime ile konuşsaydım, boraks ya da uranyum madenlerinde bile çalışabilirdim. Başım da belaya girmezdi.
***
Ayak sesleri artıyor. Bakalım celladım hangi öldürme yöntemini deneyecek? Artık gittikçe artan bir merakla hep onu düşünüyorum. Ayak sesleri duyulmadan önce bir ara dalmışım. Rüyamda 2004 yılındaydım. Türkçe konuşmanın henüz suç olmadığı, çok güzel Türkçe konuşanların bulunduğu, bookstorlarda (kitapçılarda) rafların en az yarısının henüz Türkçe kitaplarla ve Türkçe sözlü disklerle dolu olduğu yıllarda... Temiz yürekli, iyi insanların henüz bulunduğu yıllarda...
SON



Bu Hikayeleri Okudunuz mu?


Ölümün Soğuk Nefesini Hissetmek…
Affet Babacıığım
Acılara Ben Kefilim
BBb'nin Gizemi
Bir Aşk Hikayesi




Sitemizde daha iyi hizmet verebilmek için sitemizde çerez kullanılmaktadır.
Kapat Çerez Politikamız