İnsanın çocuğu ile övünmesi kendisiyle övünmesi demektir. somerset maugham
YARIM KALAN ARZULAR
AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER... Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
6. Bölüm

6. DİRİLİŞ, HAKİKATİN KONUŞULDUĞU YERDE BAŞLAR.

26 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Hayatın yükü omuzlarına her geçen gün biraz daha ağır basarken, insan bazen en küçük bir sözde, en içten bir bakışta bütün karanlığını aydınlatacak bir ışık bulur. Müslüm de işte o günlerde, içini kemiren suskunluğun altında eziliyordu. Tahir Bey’in sohbet yerlerini kapattığını duyduğunda, kalbinde bir kapı daha kapanmış gibi hissetti. Fakat içindeki derinlerde saklı kalan arayış, tüm bu kapanan kapıların ardından sızan ince bir ışıkla hâlâ canlıydı. Çok geçmeden, Mehmet Hoca’nın cuma akşamları Şirinevler’in dar sokaklarından birinde, mütevazı bir mescitte sohbetler verdiğini öğrendi. Bu haber, yorgun gönlüne serin bir nefes, umutsuzluğuna yeni bir diriliş gibi dokundu. Müslüm, kalbinde ilk kez yolunu bulmaya başlayan huzurun ayak seslerini işitiyordu...
Ömer ile Kadir, sohbet yerlerini kapattıktan sonra derin bir sessizliğe gömülmüşlerdi. Her biri kendi içine kapanmış, karanlıkta yol arayan bir yolcu gibiydiler. Günlerdir süren bu ağır düşünceler kalplerine çökmüş, çare bulamaz hâle gelmişlerdi. Tam da umutsuzluğun en koyu anında sanki kapalı bir odaya açılan pencere gibi Müslüm yanlarına geldi. Yüzünde gizleyemediği bir sevinç vardı. Alışılmış suskunluklarını bozan sesiyle, onlara kalplerini aydınlatacak haberi fısıldadı. Müslüm, ikisinin de yüzündeki hüznü fark etmişti. Sessizliği bozarak, umut dolu bir ifadeyle söze girdi:
“Ömer, üzülüp durmayın,” dedi. “Güzel bir gelişme oldu. Şirinevler’de yeni bir sohbet ortamı buldum. Bu hafta birlikte gidelim. Mehmet Hoca sohbetleriyle hem güldürüyormuş hem de derin derin düşündürüyormuş.” Müslüm’ün sözleri, Ömer ile Kadir’in yüreğine uzun zamandır unuttuğu bir sevinç gibi dokundu. Kadir gözlerini kısıp sessizce dinliyor, sanki içinde kıvılcımlanan bir ışığı saklamaya çalışıyordu...
Şirinevler’in arka sokakları o cuma akşamı alışılmadık bir sessizliğe bürünmüştü. Sararmış sokak lambalarının altında kaldırım taşları ıslakmış gibi parlıyordu. Havanın tatlı serinliği, yaz sonunun hafif rüzgârı gibi yüzlerine dokunuyordu. Ömer ile Kadir, heyecan ve merakla mescidi arıyorlardı. Müslüm ve arkadaşı erkenden gitmişti; onlarsa akşam işten çıkınca Berat Camii’nin yolunu tutmuşlardı. İstanbul’un dar sokaklarında ilerlerken adımlarını farkında olmadan hızlandırıyorlardı. Gökyüzü morla lacivert arasında gidip gelen bir renge bürünmüş, minareler şehrin sessiz bekçileri gibi ufka çizilmişti. İçlerinde tarifsiz bir duygu vardı; sanki bilmedikleri bir yolculuğun ilk adımlarını atıyorlardı. Çok geçmeden tarifleri takip ederek bir binanın önüne vardılar. İçeri girmeden önce avluda abdest tazelediler. Soğuk su, yorgun ellerinden akıp giderken Ömer derin bir nefes aldı.
Su kalbine kadar işliyormuş gibi bir ferahlık verdi. İçinden sessizce, dudaklarını kıpırdatmadan fısıldadı:
“Ya Rabbi, kalbimi de böyle arındır...”
O an Kadir de başını eğmiş, ellerinden damlayan sulara bakıyordu. İkisi de farkında olmadan aynı duaya tutunmuş gibiydiler. Alt kattaki küçük mescide girdiklerinde akşam ezanı okunmak üzereydi. Loş ışıkların altında saf tutmuş yaklaşık yirmi kişi, ezanı huşu içinde dinliyordu. Müezzinin sesi, sanki gökyüzünden süzülüp kalplerin içine işliyor, yorgun gönülleri tek tek teselli ediyordu. Ömer ile Kadir, bu huzurun arasına sessizce katıldılar... Namaz kılındı, eller semaya açıldı; dualar dudaklardan yükselip gözyaşlarına karışarak göklere erdi. Namazın ardından cemaat ağır ağır dağılırken Ömer, derin bir boşluk hissetti. Kadir’e eğilip alçak bir sesle sordu:
“Kadir, hani burada sohbet olacaktı...?”
Kadir, bir an etrafına bakındı. Sonra çekinerek cami imamına yaklaştı: “Hocam, bugün burada sohbet yok mu?” dedi. İmam, gözlerinde şefkatle gülümseyerek cevap verdi:
“Burası Kandil Camii. Siz Berat Camii’ni arıyorsunuz. O başka yerde.” Kadir, yanaklarında beliren mahcup bir tebessümle başını öne eğdi: “Yolu tarif eder misiniz hocam?” diye sordu.
Hoca, eliyle köşede gitmeye hazırlanan yaşlı bir adamı işaret etti: “Şu bastonlu amca var ya. Arif Amca, o tarafa gidiyor. Ona eşlik edin, kendisi size yol gösterir.”
O an Ömer, kalbine tarifsiz bir duygu çöktüğünü hissetti. Sanki aradıkları yer, sadece taş duvarlar arasında bir cami değil; hakikatin kendisine çıkan yolun ta kendisiydi. Böylece Arif Amca ile tanışıp selamlaştılar. Bastonu toprağa her vurduğunda sanki yılların hikâyesi yere işleniyordu. Ağır adımlarla yola koyuldular. Arif Amca, yürürken kelimelerinden inci gibi İslami meseleler dökülüyordu. Her anlattığı meselede duraklar, nefeslenmeler oluyordu; sonra devam ediyordu. Ömer ile Kadir göz göze gelip hafifçe tebessüm ettiler. İçlerinden: “Namaz biteli çok oldu, biz bu hızla her halde sohbeti kaçırırız,” diye geçirdiler. Fakat ne Arif Amca’yı geçtiler ne de sözünü kestiler. Yaşına ve ilmine olan hürmetten tam bir teslimiyetle onu dinlediler. Bir sokağın başına geldiklerinde Arif Amca durdu: “Gençler, Allah sizden razı olsun. Bana yol arkadaşlığı yaptınız, sabrettiniz. İşte mescit şu binanın altında. Ben gelemiyorum, malum yaşlılık.” Kadir ile Ömer, Arif Amca’nın elini öptüler. Kadir içten bir edayla:
“Estağfurullah amca, sabrettiniz ne demek? Bilakis anlattıklarınızla bizi aydınlattınız. Allah sizden razı olsun,” dedi. Arif Amca’nın gözleri doldu. İki genç, onun hayır duasını alarak Berat Camii’nin kapısına yöneldiler. Ve ikisi de biliyordu ki, o geceki asıl sohbet henüz mescide varmadan başlamıştı. İçeri girdiklerinde imam selam vermiş, son tesbihat yapılıyordu. Ömer şaşkınlıkla fısıldadı:
“Bu nasıl olur? Biz uzun süredir yoldayız. Namaz çoktan bitmiş olmalıydı…
”Kadir gözlerini hafifçe kısarak sessiz bir tonda:
“Aklıma Hazret-i Ali’(r.a) nın bir menkıbesi geldi…” Ömer merakla baktı: “Hangi menkıbe?” Kadir ağır ağır anlatmaya başladı: “Hazreti Ali (r.a), bir sabah namazına yetişmek için aceleyle giderken yolda aksakallı bir ihtiyara rastlar. Ona hürmet edip önüne geçmez, arkasında yavaş yavaş yürür. Mescide vardığında namaz hâlâ devam ediyormuş. Daha sonradan anlaşılır ki, Resûlullah (s.a.v) rükûdan kalkmak istediğinde Cebrâil (a.s) onu tutmuş. Allah, ‘Hz. Ali (r.a) cemaate yetişsin’ diye emretmiş… Bir ihtiyara gösterilen hürmet, namazın süresini uzatmış.” Ömer’in gözleri büyüdü, kalbinde ince bir ürperti hissetti:
“Yani belki de bizim için de aynı şey oldu.” Kadir tebessüm etti: “O kadar da değil, belki de bu akşam, acele etmeden yürümek ve hürmet etmenin ne demek olduğunu anlamamız gerekiyordu.”
O anda sohbet başlamıştı. İmam:
“Bu geceki dersimiz sabır ve edep üzerine,” diyerek söze girdi. Ömer ile Kadir sessizce yan yana oturdular. Birbirlerine bakmadan ama aynı şeyi düşündüler: Bazen yolun kendisi, varıştan daha kıymetlidir. İmam, cemaate bakarak derin bir nefes aldı ve sessizliğiyle herkesin kalbini topladı:
“Kardeşlerim, bu akşam konuşacağımız konulardan biri sabır ve edep. İnsan ömrü kısa, ama kalbin yolculuğu sonsuzdur. Sabır yalnızca zorluk anında değil, her adımda kendini gösterir. Edep ise, insanların gözünde değil, Allah’ın huzurunda değer kazanır... Bakın gençler. Bugün çok önemli bir şey anlatacağım: Bazı dualar gözyaşınızla kabul olur. Bazı davalar ise gözyaşınızla başlar. Siz bir yola çıkarsınız, yol daralır, millet konuşur, kapılar kapanır... Unutmayın, Allah kapatmaz. Kapı O’nun, yol O’nun, nefes O’nun.” Ömer’in gözleri buğulandı. Sanki biri ruhunu çözmüş, içini biliyordu. Kadir kolunu dürttü, fısıldadı: “Hoca bizi tarif ediyor.” Diyerek tebessüm etti. Hoca devam etti. “Gençler! Bizim mahallede Fevzi diye biri vardı. Çok iyi niyetliydi ama biraz tembeldi. Her işte ‘Allah büyüktür, bir şekilde olur’ derdi. Bir gün annesi ona, ‘Oğlum şu sobaya biraz odun at, üşüyoruz’ dedi. Fevzi de ‘Ana, Allah büyüktür, dedi. Ama soba hâlâ buz gibi kaldı! Sonunda babası dayanamadı. “Allah büyüktür ama oğlum, odunu da sen atacaksın ki ısıtasın!’ dedi. Bakın kardeşlerim, işte hayat da böyledir. Dua elbette gerekir ama gayret olmadan dua olmaz. Allah kulunun adımını görmeden yolunu açmaz. Önce gayret, sonra sabır, ardından rahmet gelir.” Ömer’in içinde başka bir şey uyanmıştı. Gecenin sonunda Mehmet Hoca dua etti:
“Ya Rabbi… Kalpleri senin aşkınla yanmış bu gençleri utandırma. Onları insanların lafıyla değil, senin rızanla yücelt. Ve bizi birbirimize bağladığın gibi onları da sana bağla. Âmin…”
O gece Ömer, uzun zaman sonra ilk kez Kadire döndü ve gülümsedi: “Belki de bazı yollar kapanır, ama gerçek yolculuk burada başlar, Kadir.” O gece, uzun zamandır unuttuğu bir duyguyla yürüyordu. Kadir, bir süre sustuktan sonra Ömer’e döndü: “pazar sabahı Mahmut Hoca’nın Fatih Camii’nde sohbeti varmış. Sefa söyledi, bende geliriz dedim. Gideriz değil mi? Senin de gelmeni istiyorum.” Ömer kaşlarını hafifçe kaldırdı, tereddütle sordu:
“Nasıl oluyor o sohbetler? Yani… kalabalık mı olur, resmiyet var mı?” Kadir gülümsedi:
“Düşündüğün gibi değil. Ne resmiyet var ne zorlayıcılık. Bir muhabbet, bir dua. İnsan oradan çıktığında kalbi yumuşuyor, içindeki taşlar eriyor sanki.” Ömer derin bir nefes aldı:
“Bazen öyle hissediyorum ki, kalbim paramparça. Ne yapsam, hangi yöne dönsem bilmiyorum.” Kadir omzuna dokundu: “İşte tam da o yüzden gelmelisin. Bir söz duyarsın, bir bakış görürsün, bütün yükün hafifler. Hatırlıyor musun? Geçen gün sohbetten çıkan bir ağabey bana dedi ki: “Bir adam bir sözle bin kalbi onarabiliyormuş.” O cümle hâlâ içimde çınlıyor.”
Ömer gözlerini yere dikti, sesi kısık çıktı:
“Ben yıkıldım sanıyordum, meğer sadece eğilmişim.” Kadir, arkadaşının gözlerindeki kırılganlığı görünce sessizce gülümsedi:
“O zaman doğrulma vaktidir, Ömer. Gel, beraber doğrulalım kardeşim. Fatih Camii’nin avlusunda sabah güneşini gör, göreceksin her şey farklı olacak.” Ömer’in dudaklarından kararlı bir söz döküldü:
“Tamam. Gideriz kardeşim.”
Şirinevler’den Güneşli’ye doğru yürürlerken rüzgâr hafifçe esiyor, Ömer’in içindeki karışık duyguları birer birer savuruyordu. Her adımda ardında bir yük bırakıyordu: kırgınlık, şüphe, boşluk… Kadir, yanında yürüyen dostunun sessizce değişimini fark ediyor, kalbinde derin bir sevinç hissediyordu. Bir süre sessizce yürüdüler.
Sonra Kadir, birden konuştu:
“Ömer, üç gün sonra yılbaşı. İş yerinde kura falan çekip hediyeleşme yapacaklarmış. Ben buna katiyen karşıyım. Yılbaşı Müslümanların bayramı değil. Yarın iş yerinde arkadaşlarla konuşalım, bu işten vazgeçsinler.” Ömer Kadir’i onayladı:
“Haklısın Kadir. Bizim bayramımız belli. Ramazan, Kurban… İnsanlar eğlence bahanesiyle batıdan gelen her adeti kabulleniyor. Ama bu, bizi biz olmaktan uzaklaştırıyor.”
“Aynen öyle,” dedi Kadir. “Bizim ölçümüz belli. Allah’ın emri, Peygamberimizin yolu. Bunun dışına çıkarsak kayboluruz.” Ömer: “Yarın sen konuş, ben de seni desteklerim. Belki herkese ağır gelir, hakikati duymaları lazım.” Ertesi gün işyerinde öğle paydosunda, çalışanlar yemekhanede bir araya gelmişti. Çay bardaklarının buğusu havada yükseliyor, kahkahalar arasında yılbaşı planları konuşuluyordu. O sırada Emel yanlarına geldi. Elinde küçük bir not kâğıdı vardı. “Kadir, Ömer… Sizi de yazıyorum kuraya. Herkes birbirine hediye alacak. Güzel olur, hem eğlenmiş oluruz,” dedi. Kadir’in kaşları çatıldı, gözlerinde kararlı bir ifade belirdi.
“Emel, kusura bakma ama biz buna katılmayacağız. Yılbaşı Müslümanların bayramı değil. Bence siz de kutlamayın.” Emel şaşırmıştı.
“Kadir, hediyeleşmekte ne var ki? Hediye vermek güzel bir şey. Kalp kırmaz, gönül alır.”
Ömer yumuşak ama net bir sesle söze girdi:
“Emel, hediyeleşmek elbette güzeldir. Peygamber efendimiz (s.a.v) “Hediyeleşin, birbirinizi sevin” buyurmuş. Ama mesele günün anlamı. Eğer amacınız gerçekten hediyeleşmekse, yılbaşından sonra yapın. Biz de katılırız. Hem güzel olur hem sünnete uygun. Ama o geceye katılamayız.”
Emel, Ömer’in sözleri karşısında bir an sustu. Kadir’in sertliğiyle birleşen bu yumuşak açıklama, ortamı daha da ikna edici kılmıştı. Yan masadan birkaç iş arkadaşı kulak kabartmıştı.
“Aslında doğru söylüyorlar,” dedi biri. “Bizim bayramımız varken başkasının gününü kutlamak niye?” Bir diğeri de onayladı: “Hediyeleşelim tabii, ama yılbaşında değil. Sonrasında yapalım.” Emel derin bir nefes aldı, dudaklarını birbirine bastırarak gülümsedi. “Peki, tamam. O zaman yılbaşından sonra yaparız. Siz de katılırsınız.” Kadir’in yüzünde zafer dolu bir gülümseme belirdi. Ömer ise içinden “Elhamdülillah” diyerek şükretti. Çünkü mesele sadece bir kutlamadan ibaret değildi; mesele kimliklerini korumak, değerlerine sahip çıkmaktı. O an, ikisi de kalplerinde tarifsiz bir sevinç hissettiler. Küçük bir zaferdi belki ama inançları uğruna gösterdikleri bu duruş, onlara büyük bir güç vermişti. Öğle paydosu sona ermiş, herkes işine dönmüştü. Kadir ile Ömer yan yana masalarında çalışırken, birbirlerine bakıp tebessüm ediyorlardı. İçlerinde, sanki büyük bir yük kalkmış gibi hafiflik vardı. Küçük bir meseleydi belki ama bir dönüm noktası olmuştu. Mesai bitip de dışarı çıktıklarında hava çoktan kararmıştı. Kadir derin bir nefes aldı, yürürken ellerini cebine soktu: “Ömer, çok şükür. Allah bize sebat nasip etti. Biliyor musun, bu küçücük mesele bile aslında bir imtihan. Eğer sessiz kalsaydık, belki yarın daha büyüğüne dayanamayacaktık. Ömer karşılık verdi:
“Doğru söylüyorsun Kadir. Bazen şeytan insanı küçük adımlarla kandırır. Ne olacak canım, bir kuraya katıl, bir hediye al der. Ama işin arkasında kimliğimizi yavaş yavaş silmek var. Bugün dik durduk, belki başkalarına da örnek olduk.”
Bir süre sessizlik oldu. Rüzgâr yüzlerine çarpıyor, caddeden geçen arabaların uğultusu içlerinde bir huzurla karışıyordu. Kadir gözlerini gökyüzüne kaldırdı: “Ömer, farkında mısın? Aslında bu işin özü çok basit. Bir Müslüman sadece Allah’a kul olur. Başkasının bayramını, adetini taklit ederse kendi özünden uzaklaşır. Bizim tek ölçümüz Kur’an ve sünnettir.” Ömer tebessüm etti:
“Haklısın kardeşim. Ve şunu gördüm: Bizim tavrımız, başkalarının kalbine de dokundu. Belki Emel de bu gece kendi kendine düşünecek. Belki o arkadaşlar evine gidip eşine, çocuğuna “Bugün bir söz duydum, ” diyecek. İşte asıl kazanç bu.”
Kadir, dostunun omzuna hafifçe vurdu:
“O zaman diyelim ki, bugün küçük bir cihat yaptık. Ama kalemle, sözle, duruşla.” Ömer’in gözleri parladı.
“Evet Kadir, işte gerçek mücadele budur. Sadece Allah yolunda ibadetine bakan birinin kime ne zararı olabilir ki? Allah’tan korkan, kimseye zarar veremez.”
İkisi de aynı anda başlarını eğip kalplerinden geçen duayı fısıldadılar: “Allah’ım, bizi doğru yoldan ayırma.”
Ve o gece, yürüdükleri yol onlara sadece işten eve giden bir cadde gibi görünmedi; aynı zamanda hakikatin yolunda beraber yürüdükleri bir kutlu yol gibi hissettirdi. Emel eve döndüğünde her zamanki gibi televizyonu açtı, bir şeyler atıştırdı. Aklı işyerindeki konuşmalardaydı. Kadir’in sert çıkışı hâlâ kulaklarında çınlıyordu:
"Biz yılbaşını kutlamıyoruz, Müslümanların yılbaşını kutlaması doğru değil." İlk başta alındı.
“Ne var ki bunda, bir hediye almak, biraz eğlenmek…” diye düşündü. Sonra Ömer’in söylediği söz zihnine yerleşti: "Amacınız hediyeleşmekse yılbaşından sonra yapın, biz de katılalım ama o gün değil." Emel, kanepeye uzandı. Elindeki dergiyi çevirmeye çalıştı ama satırlara bakmasına rağmen hiçbir şey anlamıyordu. İçinden bir ses sürekli mırıldanıyordu:
“ Ya gerçekten de haklılarsa?” Bir an kendi hayatına baktı.
Onca zamandır günler birbirinin aynısıydı: iş, ev, televizyon, bazen arkadaşlarla dışarı çıkmak… İçini dolduran bir şey yoktu. Boşluk hep vardı. Kadir’in bakışındaki ciddiyet, Ömer’in sakin ama derinden gelen sözleri kalbine dokunmuştu.
“Onlar bir şeye inanıyorlar ve bunun için bedel ödemeyi göze alıyorlar” diye düşündü.
Pencereden dışarı baktı. Sokak lambaları uzaklarda titriyordu. Kendi kendine mırıldandı:
“Belki de ben yanlış yoldayım. Belki de aradığım huzur, onların yaşadığında gizli.”
O an farkında olmadan dudaklarından şu söz döküldü:
“Allah’ım, eğer hakikati bana göstereceksen, beni de onların yoluna kat.”
Gözleri doldu. Hemen sildi. “Ben ne yapıyorum?” diye kendi kendine kızdı. Kalbinin derinliklerinde, yeni bir kapının aralandığını hissetti…
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL