Dostlarımızın bize gösterdiği sevgiyi abartmamız, duyduğumuz minnetten değil, takdire ve sevilmeye ne kadar layık olduğumuzu herkese göstermek içindir. la rochefaucauld
AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER...
Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
Güneydoğu’nun sarp ve susuz topraklarında, hayat sabahın ilk ezanıyla birlikte ağır ağır uyanırdı. Akyamaç Köyü’nde gün, yorgun yüzlerin ve çatlamış ellerin sessiz telaşıyla başlardı. Taş evlerin arasında dolaşan serin rüzgâr, tandır dumanına karışır; tarlalardan gelen toprak kokusu hem açlığın hem de sabrın hikâyesini taşırdı. Ekinler çoğu zaman yetmezdi. Kış uzun, yaz kavurucu geçerdi. Çocukların çıplak ayaklarıyla koşturduğu dar sokaklarda, yokluğun sesi yankılanır; kadınların sabahın serinliğinde yoğurduğu hamur, aslında eksik sofraların gölgesiydi. Erkeklerse ufka bakarken susar, çünkü her bakış aynı gerçeğe varırdı: bu toprak, bu hayat onlara yetmiyordu. Ve yine de her yüzün çizgilerinde derin bir sabır, her gözde tükenmeyen bir umut gizliydi. Akyamaç, yalnızca bir köy değil; yokluğun ve geride kalan hayallerin taşıyıcısıydı. Her taşı, her yolu, insanın kaderle imtihanını anlatırdı… Sene1976’ydı. Sabahın ilk ışıkları Akyamaç Köyü nün kerpiç evlerine usulca dokunuyor, uzaklardan horozların ötüşü yankılanıyordu. Rüzgâr, taze sürülmüş toprağın kokusunu beraberinde getiriyor, köy yeni bir güne uyanıyordu. Halit, arka bahçedeki şadırvanın kenarına oturmuştu. Bir elinde bakır tasla çayını yudumluyor, diğer eliyle uykusuzluktan şişmiş gözlerini ovuştuyordu. Ahırdan gelen ineklerin homurtusu, kümesten fırlayan tavukların kanat sesleri, günün başladığını müjdeliyordu... Kapı gıcırdadı. Önce Ahmet çıktı; on altı yaşında, yüzünde çocukluktan silinmemiş bir bakışla birlikte sertlik taşıyan, babasına en çok yardım eden büyük oğul. Ardından Selim belirdi; on iki yaşında, elinde kovayla dereye su almaya gidiyordu. En küçükleri Ömer ise yedi yaşındaydı. Yalın ayak, çamura bata çıka koşuyor, oyuncak yerine kullandığı tahta arabayı sürüyordu… Halit’in üç oğlu ve genç yaşta evlendirdiği bir kızı, evin içinde, annelerinin eteğine yapışmış iki küçük kız çocuğu daha bulunuyordu. Onların dünyası ağır işlerden uzaktı; çamurdan yaptıkları oyuncaklardan ve annelerinin dizinin dibinde koşturmaktan ibaretti. Neşeli çığlıkları, köy sabahına başka hiç bir sesin katamadığı bir canlılık veriyordu... Gülistan telaşındaydı. Eski bir tencerede kaynayan süt kokusu mutfağa yayılıyor, ocağın başında ekmek hamuru yoğururken bir yandan da çocuklara sesleniyordu: “Selim, suyu dökmeden getir!” “Ömer, ayaklarını silmeden içeri girme!” Gülistan’ın yüzünde geçen yılların yorgunluğu okunuyordu; her çizgi, köyde yaşadığı zorlukların ve sabırla taşıdığı yüklerin sessiz bir izi gibiydi. Ancak gözlerinde hâlâ sıcak ve umut dolu bir ışık parlıyordu... Hayat ona kocasını, çocuklarını ve köyün ağır işlerini yüklemişti; yine de sabırla hepsine yetişmeye çalışıyordu. Evdeki sessiz köşelerde ise daha derin bir hüzün dolaşıyordu. Turan ve Necime… Daha yürümeye başlamadan hayata veda etmiş çocuklarının yokluğu… Gülistan her sabah çocuklarının gülüşlerini, hayal ederek uyanıyor; fakat o hayallerde sessiz bir boşluk buluyordu. Küçük eşyalar, terk edilmiş oyuncaklar ve boş bir beşik… Hepsi ona her an Turan ve Necime’nin yokluğunu hatırlatıyordu. Kaybettiklerinin sessiz ağırlığı evin her köşesinde duyuluyordu... O gün tarlada yapılacak çok iş vardı. Buğday çapalanacak, hayvanlar otlatılacak, harman yerine yığınlar oluşturulacaktı. Halit, Ahmet’e sabanı yüklemesini söyledi. Selim, saman balyalarını düzenleyecek, Ömer ise etrafta koşturacaktı. Gökyüzü açıktı; güneş nazlı nazlı ısıtıyor, fakat Halit’in yüreğinde farklı, ağır bir his vardı. Tarlaya doğru yürürken gözleri köyün hemen dışındaki dağ siluetlerine takıldı. “Bu topraklar bizi doyurmaz artık… diye geçirdi içinden. Düşünceleri İstanbul hikâyelerine gidip geliyordu; uzak, bilinmez ama umut dolu bir şehir. Belki de artık yola çıkmanın zamanı gelmişti... Akşam çöktüğünde, gün boyu tarlada çalışmanın yorgunluğu omuzlarına ağır ağır çökmüştü. Gülistan, tandır başında ince yufkaları sacın üzerine bırakıyor, yayılan ekmek kokusu evin içini huzur dolu bir sıcaklıkla dolduruyordu. Ahmet, Selim ve Ömer yer sofrasının başında sessizce oturmuş, çorba taslarının gelmesini bekliyordu. Halit sedire oturmuş, sessizce düşüncelere daldı. “Bir derdin var bey, neyin var?” dedi Gülistan, yumuşak, endişeli bir sesle. Halit derin bir nefes aldı, gözlerini yere dikti: “Hanım, böyle gitmez. Tarlalar kıt, çocuklar büyüyor. Burada kalsak da yarınlarını garanti edemem. İstanbul’a gideceğim, Eminönü Halinde çalışacağım. Ali ve Kemal orada. Önce ben gideceğim, biraz para biriktirip sizi de yanıma alırım.” Evin içine derin bir sessizlik çöktü. Sadece pişen ekmeklerin hafif çıtırtısı duyuluyordu. Ahmet başını kaldırıp babasına baktı: “Baba, o zaman biz burada tek mi kalacağız?” “Tek değilsiniz, Anneniz var dayılarınız var. Üzülmeyin, bu ayrılık uzun sürmeyecek inşallah, dedi.” Gülistan’ın yüreği burkuldu. Eşinin kararını anlamıştı; bu köy artık eskisi gibi bereketli değildi. “Gurbettir orası, dikkat et kendine,” dedi sessizce. “Merak etme hanım, Allah büyük. Önce ekmeğimizi kazanacağız, sonra çocuklarımızı okutacağız.” O gece, yıldızlar Akyamaç Köyü’nün üstünde parlıyordu. Halit’in yüreğinde ise İstanbul’un kalabalık, gürültülü hayali çoktan belirmişti. Gün henüz ağarmamıştı; köy, serin bir sabaha uyanıyordu. Gülistan sıcak ekmekleri bohçalara sararken gözleri sürekli Halit’in eşyalarına kayıyordu: küçük bir bavul, birkaç gömlek, bir çift yedek ayakkabı ve annesinin ördüğü yün çoraplar… Ahmet, Selim ve Ömer sessizce oturuyordu. Ömer, babasının uzun süre gelmeyeceğini tam anlamasa da hissediyor, ara sıra gözleri yaşla doluyor ve annesinin eteğine sıkıca tutunuyordu. Halit, evin içinde son kez dolaştı; duvarlardaki eski aile fotoğraflarına baktı... Turan’ın bebeklikte çekilmiş siyah beyaz fotoğrafı, Necime’nin küçük ayak izlerinin olduğu sararmış bez parçası boğazında düğüm olmuştu. Köy meydanına vardıklarında birkaç komşu vedalaşmak için toplanmış, akrabaları Ali ve kemal, ellerinde küçük torbalarla Halit’i bekliyorlardı. Yolculuk, köyden çıkan eski bir minibüsle başlayacak, merkeze vardıklarında otobüsle devam edeceklerdi… Minibüsün motoru gürültüyle çalıştı. Ahmet gözlerini yere indirdi, Selim dişlerini sıktı, Ömer ise babasına sarıldı: “Gitme baba!” dedi ağlayarak. Halit, eğilip onu kucakladı: “Gitmem lazım oğlum, sizi daha iyi bir hayat bekliyor.” Minibüs köyden ayrılırken, Halit uzaklaşan toprak damları, taş avluları ve yıllarca gölgesinde dinlendiği armut ağacını izledi. İçinde hem hüzün hem umut vardı. Halit’i İstanbul’un kalabalık sokaklarına, Eminönü Haline doğru götürüyordu. Otobüs, gecenin karanlığını yararak sabaha karşı şehre vardı. Şehrin par-lak ışıkları, köyde alışık olduğu yıldızlardan bambaşka parlıyordu. Havanın kokusu bile değişikti; bir yanda denizin tuzu, diğer yanda kömür dumanı ve arabaların egzoz kokusu… Süleymaniye’ye vardıklarında sabah ezanı yeni okunuyordu. Dar, taş döşeli sokaklarda, iki yana yaslanmış eski ahşap evler yorgun ama vakur bir duruş sergiliyordu. Ali, Halit’i iki katlı, dış cephesi dökülmüş bir binanın önünde durdurdu: “Burası bizim bekar evi. Alt katta marangoz var, biz üst katta kalıyoruz,” dedi. İçerisi loş ve soğuktu. Tahta döşemeler gıcırdıyor, duvarlardan rutubet kokusu yükseliyordu. Ortada bir soba, köşede iki katlı demir karyolalar vardı. Halit için de bir yer açıldı. Bavulunu başucuna koydu. Aradan birkaç saat geçmişti. Halit henüz yorgunluğunu atamadan Ali gülerek seslendi: “Hadi Halit, dinlenmeye vaktin yok. Hal başlıyor...” Eminönü Hal’ine doğru yola çıktıklarında şehir yavaş yavaş uyanıyordu. Suriçi’nin dar sokaklarından geçerken denizin tuzlu kokusu burnuna çarptı. Martılar çığlık çığlığa sabah rızkını kovalıyor, kamyonlar ardı ardına yanaşıyordu. İşçiler sırtlarında kasalarla koşturuyor, domates ve biberlerin üstüne sinmiş toprak kokusu, yan taraftaki balıkçıların ağır kokusuyla karışıyordu. Halit’in içinde bir uğultu vardı bağırış çağırış, pazarlık sesleri, kahkahalar, kâğıt hışırtıları. Her köşede başka bir hareket, başka bir telaş. Ali, Halit’e döndü: “Önce boş kasaları diz, sonra limon kasalarını taşırsın,” dedi. Halit hemen kolları sıvadı. Başta kalabalık ve gürültü başını döndürse de çalıştıkça halin ritmine ayak uydurdu. Sırtına yüklediği çuvallarla bir noktadan diğerine gidip gelirken alnından ter damlıyordu, ama içi garip bir sevinçle doluydu. Artık ekmeğini kendi emeğiyle kazanıyordu. Öğleye doğru kamyonların sayısı azaldı, gürültü hafifledi. Halit bir köşeye oturdu, cebinden Gülistan’ın verdiği mendili çıkarıp terini sildi. Gözlerinin önüne köydeki evleri, çocuklarının yüzleri geldi. “Biraz dişini sık Halit,” dedi kendi kendine. İlk gün, Eminönü Hal’inin hengâmesi içinde böylece bitmişti. Kasalar boşaltılmış, çuvallar taşınmış, yerler yıkanmıştı. Akşamüstü çökerken Halit, Ali ve Kemal birlikte Süleymaniye’ye doğru yürüdüler. Sokak lambaları yanmış, daracık kaldırımlara uzun gölgeler düşmüştü. Eski taş duvarlardan yansıyan ayak sesleri, uzaklardan gelen vapur düdükleriyle karışıyordu... Eve vardıklarında yorgunluk kemiklerine işlemişti. Ali ve Kemal sobayı yakıp çay koydu. Birkaç zeytin, domates ve ekmek. Sessizce yediler. Sohbet kısa sürdü. Herkesin aklı, ertesi gün başlayacak mesainin yükündeydi. Gece yarısına doğru, odada yalnızca sobanın közlerinden yayılan hafif kızıllık kalmıştı. Ve tahta döşemelerden yükselen ağır rutubet kokusu… Halit yatağına uzandı, tavana bakarken köydeki evlerini, yılların yükünü ve çocuklarını düşündü. Baş ucundaki eski bavula uzandı, Gülistan’ın beze sardığı ekmek parçasını çıkardı kokladı. Ekmek bile memleket kokuyordu. Dışarıda şehir durmuyordu; korna sesleri, uzaklardan gelen kahkahalar ve bağırışlar geceyi dolduruyor, Halit ise gözlerini kapatıp köyün rüzgârını, dağların sessizliğini düşlemeye çalışıyordu. Gurbette en zor şeyin, yalnızlıkla uyumaya çalışmak olduğunu anladı… İlk geceden sonra günler birbirinin kopyası hâline geldi. Sabah namazından önce kalkıyor, Eminönü yeni Cami’de namazını kılıyor, ardından hal’e yürüyüp gün boyu kasalar taşıyor, çuvallar indirip kaldırıyordu. Akşamları, yorgunluktan konuşmaya bile mecali kalmadan yatağa düşüyordu. Aylar geçtikçe kışın soğuğu, yazın sıcağı ve işin yükü iki kat arttı. Ellerinin derisi çatladı, omuzları sürekli ağrıdı. Martı sesleri, denizin tuzu ve halin telaşı bir süre sonra şehrin doğal sesi oldu. Halit ne yapsa da köyün rüzgârı, dağların gölgesi, annesinin sessiz bakışı aklından hiç çıkmıyordu… Bir yılın sonunda içini ısıtan bir karar aldı. Artık gurbette tek başına kalmayacaktı. Biriktirdiği paralarla Gültepe’de küçük ama sıcak bir ev kiraladıktan sonra memlekete dönüp ailesini getirecek, ne olursa olsun aynı çatı altında yaşayacaklardı… O yaz, Halit sabah güneşinin ilk ışıklarıyla otobüs terminaline gitti. Elinde küçük bir çanta, yüreğinde tarifsiz bir heyecan vardı. Otobüs yola çıkarken İstanbul’un gürültüsü geride kaldı. Yollar uzadıkça memleket kokusu burnuna doluyor, sevinci gözlerine yansıyordu. Uzun bir yolculuktan sonra köye varmıştı. Otobüsten indiğinde toprak kokusu burnuna doldu. Yorgun ama umut dolu adımlarla evlerine doğru yürüdü. Evin avlusuna vardığında Gülistan, Ahmet, Selim ve Ömer’i gördü. Gülistan’ın yüzünde hem sevinç hem de yaşamın yükünün izleri vardı. Ömer, babasının kucağına koştu. Selim ve Ahmet ise ellerini öpüp sıkıca sarıldılar... Akşam olduğunda aile, tandır başında bir araya geldi. Uzun zamandır susan sohbetler yeniden başladı. Gülistan köyün haberlerini anlatıyor, çocuklar ise İstanbul’daki hayatı merakla dinliyordu. Halit, onları bekleyen yeni hayatın sözünü verdi. Çok geçmeden İstanbul’a dönüş yolunu tutacaklardı. Ailesini hem umutla hem de biraz korkuyla geleceğe taşıyordu. Çocukların gözlerindeki merak ve heyecan, babalarının omuzlarındaki yorgunluğu hafifletiyordu. Köyden ayrılırken geride bıraktıkları her şey, Halit’in içinde hem bir hüzün hem de yeni bir başlangıcın kıvılcımını bırakmıştı. Gültepe’ye vardıklarında büyük şehrin karmaşası onları kucakladı. Dar sokaklar, yokuşlar ve bir birine sıkışmış evler, köyün sakin sessizliğinden bambaşka bir dünyaydı. Halit, Gültepe’de tutulan evin kapısını açtı. Küçük, sıcak bir yuva, yorgun bedenler ve umut dolu yürekler için hazırdı. O an, Halit için hem bir son hem de yeni bir başlangıçtı; geçmişin yüküyle geleceğe atılmış bir adımdı… Mahallede hayat hızla akıyordu. Halit işine devam ediyor, Gülistan komşularla tanışıyordu. Gülistan için yeni hayat, en başta dil üzerinden sınav oldu. Türkçe bilmediği için komşularla anlaşmakta zorlanıyor, çoğu zaman derdini gözleriyle ya da el hareketleriyle anlatmaya çalışıyordu. Gülistan, yalnızca Kürtçe ve Arapça biliyordu; bu da İstanbul un kalabalığında onun için görünmez bir duvar örüyordu. Ancak içindeki azim ve mecburiyet, kısa sürede yolunu açtı. Günler geçtikçe komşularının söylediklerini anlamaya, kendi derdini ifade edecek kadar Türkçe konuşmaya başladı. Zamanla, eksik kelimeler ve kırık cümlelerle de olsa, derdini dile getirebilir hâle geldi... Çocuklar okul ve hayatla yüzleşiyordu. Halit, Eminönü Halinde yıllarca sırtında yük, avuçlarında nasır, omuzlarında geçim derdiyle çalışmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla girdiği dar sokaklardan, gecenin karanlığında bitap düşerek çıkardı. Yorgunluğu sadece bedeninde değil, yüreğinde de birikiyordu. O hengâme içinde tanıştığı eski dostlarından Hilmi, bir gün ona umut olacak bir haber getirdi. “Halit, tek başına bu hayatla mücadele edemezsin. İleride emekli olacağın, sigortalı bir işte çalışman lazım. Devlet Deniz Yollarına adam arıyorlar. Senin çalışkanlığını biliyorum. Ben de bir iki kelam ederim. Belki sana bir kapı açılır.” Halit önce inanamadı. Yıllardır meyve sebze kasalarının, çürük kokuların arasında boğuşurken, bir gün denizle yolunun kesişeceğini hiç düşünmemişti. Hilmi’nin yardımıyla kapılar açıldı. Kısa süre sonra Halit kendini Devlet Deniz Yollarında buldu. Artık sabahları deniz kokusuyla işe gidiyor, dalgaların sesi kulağında yankılanıyordu. Yorgunluk hâlâ vardı. Bu kez içinde farklı bir umut yeşeriyordu. Çünkü bu iş, yalnızca ekmek kapısı değil, aynı zamanda ailesine daha güvenli bir gelecek sunabilecek yeni bir başlangıçtı. Kısa sürede Hilmi den biraz borç para alarak bir kamyonet almış, işleri Ahmet’e devretmişti. Deniz ona hiç bulamadığı bir özgürlük vadediyordu. Gemide geçen günlerde, dalgaların sesi ve rüzgârın yüzüne çarpması dışın-da bir huzur bulamıyordu. Ancak o özgürlüğün bedeli ağırdı... Geminin alt katında, kömürle çalışan o daracık kazan dairesinde saatlerce ter döküyordu. Alevlerin önünde dizilmiş kara kömür yığını, sanki bitmek bilmeyen bir dağ gibiydi. Her kürek darbesinde yüzüne vuran sıcak hava, nefesini kesiyor; alnından süzülen ter, kömür tozuna karışarak yüzünde siyah çizgiler oluşturuyordu. Kazan dairesinin uğultusu kulaklarında yankılanıyor, geminin her sarsılışında içi titriyordu. Gecenin geç saatlerinde bile o ateş sönmüyor, demir duvarların arasında zaman kavrulmuş gibi ağır ilerliyordu... Yine de şikâyet etmedi. Çünkü o ateşin içinde yalnızca kömür değil, yoksulluğun izleri de yanıyordu. Her kürekle birlikte geçmişin çaresizliğini, Eminönü halindeki o bitmeyen günleri geride bıraktığını hissediyordu. Denizin üstünde başka bir hayat vardı ama Halit’in payına düşen, o hayatın altındaki sıcak ve karanlık kısımdı. Yine de her vardiya bitiminde güverteye çıktığında, yüzüne vuran serin rüzgâr ona bir mucize gibi geliyordu. Gecenin ortasında dalgaların arasında kaybolan geminin ışıkları, sanki yüreğinin derinliklerinde yanan bir umudu besliyordu. Günler geçtikçe yorgunluk bedenine yerleşmeye başladı. Kazan dairesinin o kavurucu sıcağı, Halit’in kemiklerine kadar işlemişti. Gün ağarırken gemiden indiğinde göz kapaklarını açık tutmakta zorlanıyor, eve vardığında adımlarını sürüyerek içeri giriyordu. Artık hiçbir şeye tahammülü kalmamıştı. Gece olduğunda Ufak bir ses, bir çocuk gülüşü, mutfaktan gelen tencere sesi bile sinirlerini zorluyordu. Yorgunluğu konuşmaya, gülmeye yer bırakmazdı. Erken saatlerde yatağa girer, dünyayla arasına kalın bir duvar örerdi. O uyuduğunda ev de susardı. Çocuklar nefeslerini tutar, Gülistan sessizce lambayı kapatırdı. Evde çıt çıkmaya görsün; Halit bir anda doğrulup kızar, yorgun ses tonuyla öfkesini bastıramazdı. Oysa kimse ona karşı gelmezdi. Herkes bilirdi, onun öfkesi kötü niyetten değil, tükenmişliktendi. Deniz artık ona huzur değil, sadece geçim için katlanılması gereken bir sınav olmuştu. Geceleri rüyasında bile kazan dairesinin uğultusu yankılanır, ter içinde uyanırdı. Halit’in omuzlarına binen yük artık yalnızca ekmek parası değil, bütün bir hayatın ağırlığıydı… Halit’in işi bir gün gemide, bir gün evdeydi. O denizdeyken, ev sanki derin bir nefes alırdı. Gülistan çocuklara daha rahat davranır, küçükler kahkahalarla evi doldururdu. Evde bir bayram havası eserdi o günlerde; sobanın üstünde çay demlenir, radyodan hafif bir türkü yükselirdi. Kimse yüksek sesle gülmese de o sessiz neşenin sıcaklığı her köşeye yayılırdı. Halit’in eve döneceği saat yaklaştıkça o huzur yavaş yavaş çekilirdi evin içinden. Gülistan çocuklara: “Babanız geliyor, hadi toparlanın,” derdi. Herkesin yüzüne bir ciddiyet çöktü. Çocuklar oyuncaklarını kaldırır, ev sessizliğe bürünürdü. Çünkü herkes bilirdi, Halit artık kolay sinirleniyor, en küçük seste bile irkiliyordu. Gülistan, kocasına kızmazdı. Yorgunluğunu, öfkesinin ardındaki çaresizliği anlardı. Ama yine de bazen geceleri sessizce dua ederdi: “Allah’ım, şu ev biraz nefes alsın…” O dua, yorgun bir kadının iç çekişinden fazlasıydı; bir yuvanın yeniden huzur bulma özlemiydi. Bir izin günüydü. Halit sabah erkenden eve dönmüştü. Üstü başı kömür isi içinde, yorgun, gözleri uykusuzluktan kızarmıştı. Gülistan sessizce önüne kahvaltısını koydu, çocuklar ise köşede fısıldaşarak oyun oynamaya devam etti. Evdeki o ince sessizlik, Halit’in her nefesinde geriliyor gibiydi. Bir süre sonra Elif elindeki oyuncağını yere düşürdü. Oyuncak sertçe tahtaya çarpıp gürültüyle döndü. O an Halit’in kaşı seğirdi. Başını kaldırdı, yüzü gerildi. “Kaç kere dedim size, sessiz olun!” diye bağırdı. Sesi duvarlarda yankılandı. Çocuklar korkudan dondu kaldı, Gülistan sessizce çocuğun yanına gitti, oyuncağı aldı, hiçbir şey söylemeden yerine oturdu. Halit bir süre daha oturduğu yerde kaldı, sonra başını ellerinin arasına aldı. Kendi sesinden bile rahatsız olmuştu. İçinde bir yer, o çıkıştan hemen sonra pişmanlıkla yandı. Oysa sadece biraz sessizlik, biraz dinlenmek istemişti. Ama farkında olmadan, o sessizliği evdeki neşeden çalarak sağlıyordu. Bir süre sonra Gülistan yavaşça yanına oturdu, sesini alçaltarak, “Yorgunsun biliyorum Halit. Ama çocuklar senden korkuyor,” dedi. Halit başını kaldırmadı, sadece derin bir nefes aldı. Gözlerinde utançla karışık bir yorgunluk vardı. “Ben de kendimden korkuyorum, Gülistan,” dedi kısık bir sesle. Ev yeniden sessizliğe büründü. Dışarıdan gelen rüzgârın uğultusu, içeride söylenemeyen her şeyin yerini dolduruyordu... Eminönü de kalan Ahmet, babasının işine sahip çıkmış, kendi payına düşen yükü taşımaya başlamıştı. Selim de kısa bir süre sonra çalıştığı bisiklet fabrikasından ayrılarak ona katıldı; birlikte, babalarının emanetini layıkıyla sürdürmeye çalışıyorlardı. Evin içindeki gerginlik ve baskı, gün geçtikçe daha da yoğunlaşıyordu. En çok etkilenen ise Ömer’di... Ömer sessizliğe bürünmüş, iç dünyasına çekilmişti. Babasının ve abilerinin çabaları, evin ekmeğini kazansa da onun ruhundaki boşluğu dolduramıyordu. Artık çocukluk oyunları yoktu; dünya ona soğuk ve korkutucu bir ciddiyetle geliyordu. İlkokul yılları geride kalmış, defter sayfalarındaki çocukça satırlar yerini hayatın ağır yüklerine bırakmıştı... Mahalledeki arkadaşları Abdullah, Şakir ve Ergin Cengiz Han Ortaokulu’na giderken, Ömer bambaşka bir yola sevk edilmişti. Halit onu farklı bir okula gönderdi; “Uzakta olsun, çevresi farklı olsun, kendini geliştirsin’’ diye düşündü belki de. Ömer için bu, yabancı bir şehre atılmış gibi bir duyguydu. Tanımadığı sokaklardan geçip bilmediği bir okulun kapısından içeri adım attığında, içine kapanıklığı daha da derinleşti. Teneffüslerde bahçenin köşesinde tek başına otururdu. Ne oyunlara karışıyor ne de sınıfın gürültüsüne. Aylar böyle geçti. İçinde büyüyen yabancılık hissi sonunda bir karara dönüştü… Ömer okula alışamamıştı. Ne derslerine çalışabiliyor ne de sınıf ortamına girebiliyordu. Ara karnesi felaketti. Eve yürürken babasının yüz ifadesini düşündü ve yüreği sıkıştı. Babasının nasıl bir tepki vereceğini hayal bile etmek istemiyordu. İçinde bir öfke vardı hem kendine hem de babasına karşı. “ Neden beni bu okula verdin ki? Mahalledeki arkadaşlarımın yanında olsaydım böyle olmazdı’’diye hayıflanıyordu. Eve girdiğinde babasının camide olduğunu, karnesindeki notları babasının bildiğini annesi Gülistan’dan öğrendi. İçini bir korku kapladı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Odada bir süre volta attı sonra camdan bakarken babasını yokuşun başında fark etti. Hemen kanepeye uzandı, uyuyormuş gibi yaptı. Belki babası ona uyurken bir şey demez, siniri geçer diye düşündü. Kapı gürültüyle açıldı. Halit içeri adım atar atmaz boğuk bir sesle, Gülistan’a: “Nerede o şerefsiz? “Odada uyuyor, bırak yatsın.” Halit ağır adımlarla odaya yöneldi. Ömer, kirpiklerinin arasından babasının üzerine geldiğini görüyordu. “Herhalde bir şey yapmaz,” diye düşündü. Yanılmıştı. Bir anda Halit, Ömer’i kanepeden yakalayıp sertçe yere çarptı. Halının üzerinde başı dönmüş halde, babasının gölgesinin üzerini kapladığını hissetti. Korku ve kırgınlık, içine ağır bir taş gibi yerleşti. O gece, odasına çekildi ne yemek yedi ne de kimseyle konuştu. Ellerini dizlerinin arasına sıkıştırmış, babasının sert bakışlarını ve kulağındaki bağırışı hâlâ hissediyordu. İçinde söylenmemiş binlerce cümle vardı: “Ben istemedim ki bu okulu. Beni arkadaşlarımdan ayıran sensin. Şimdi suç bende mi’’? Fakat dudaklarından bir kelime bile çıkmadı. Evde babasına karşı konuşmak yasaktı. O andan sonra, Ömer in bakışı değişti. Öncesinde babası sert ama koruyan bir figürken. Şimdi aralarına görünmez bir duvar yükselmişti. Ömer, içten içe karar verdi: Bundan sonra ne hissettiğini göstermeyecekti... Dışarıda yağmur hafifçe pencerelere vuruyordu. Ömer’in düşünceleri, hayatın adil olmadığı fikrine doğru sürüklendi: “Demek ki, bu dünyada kimse seni anlamak zorunda değil. O zaman kendi yolunu kendin bulmalısın,’’ diye düşündü. Ertesi sabah ev sessizdi. Halit erkenden işe gitmiş, Gülistan mutfakta sessizce çayını içiyordu. Ömer, annesine bakmadan kapıdan çıktı. Artık ne okula gitmek istiyordu ne de evde kalmak. Sokak her şeye rağmen daha güvenli geliyordu ona. O günlerde onun gözlerinde çocukluktan gençliğe geçişin ilk gölgeleri belirmişti. Saf gülüşler yerini temkinli bakışlara bırakıyor, hayata dair güveni ilk darbesini alıyordu. Henüz orta birinci sınıftayken, defterini kapatıp çalışma hayatına adım attı; çocuk yaşta, hayata erken başlamıştı… İstanbul hâlâ tozlu, sokaklar hâlâ yorgun ama umut doluydu. O sabah Ömer’in adımlarında bir kararlılık vardı; hayata bir yerinden tutunması gerekiyordu. Ve o tutunma çabası, onu hem büyütecek hem de olgunlaştıracaktı…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.