Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır. walter scott
RIZALIK YOLU: Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN RIZALIK DEVLETİ
Rızalık Yolu, bireysel vicdanın toplumsal adalete dönüşümünü anlatan bir ahlak ve felsefe kitabı olacak. Köpek metaforu üzerinden insanın içsel dönüşümünü, hatasından dönme erdemini ve rızalık bilinci...
57. Bölüm

Hume'un Şüpheci Çekici Işığında Atatürk'ün Rızalık Projesi: İnsan-ı Kâmil ve Toplumsal Sözleşmenin İnşası

27 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Köpek Metaforundan Laik Demokratik Hukuk Devletine: Nedensellik, Alışkanlık ve Ahlakın Yeniden İnşası

Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı

İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.

Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.

İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.

Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.

Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.

Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk'ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.

Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.

Giriş: Bir Metaforun Anatomisi ve Felsefi Bir Meydan Okuma
Verilen metin, insan olma halini iki temel eksende tanımlar: sûret (form, dış görünüş) ve sîret (öz, karakter, ahlaki nitelik). Köpek metaforu, sîretten yoksun, yalnızca içgüdüleriyle hareket eden bir varlığın, yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarından bihaber oluşunu betimler. “İnsan-ı kâmil”e giden yol ise, bu sonuçların farkına varmak (sorumluluk), hatayı telafi etmek (tazmin) ve nihayetinde “rızalık” (consent, onay, barışma) almaktan geçer. Bu, bireysel düzeyde bir ahlak ve erdem felsefesidir.

Metnin devamında, bu bireysel erdemlerin Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde kurulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti ile toplumsal düzeye taşındığı iddia edilir. Bu devlet modeli, “kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler” yetiştirmeyi ve bu bireylerin birbirlerinin “rızasını” arayarak oluşturduğu bir toplumsal sözleşmeyi hedefler.

İşte tam bu noktada, David Hume’un (1711-1776) şüpheci felsefesi devreye girer ve bize bu iddiaları son derece radikal bir şekilde sorgulama imkânı sunar. Hume, nedensellik ilkesinin aslında deneyimlerimizden edindiğimiz bir “alışkanlık” olduğunu, zorunlu ve nesnel bir gerçeklik taşımadığını savunur. Peki ya Hume’un bu çekici ışığını Atatürk’ün projesine tutarsak ne görürüz? “Akıl”, “vicdan”, “adalet” ve “rıza” gibi kavramların temeli ne kadar sağlamdır? Bu makale, köpek metaforundan yola çıkarak, Hume’cu bir şüphecilikle Atatürk’ün insan merkezli uygarlık ve rızalık projesini felsefi, psikolojik ve sosyolojik düzlemde inceleyecek, analiz, sentez, tez ve antitezler üretecektir.

1. Bölüm: Köpek, İnsan ve Hume – Ahlakın Temeli Üzerine Bir Şüphe
1.1. Metaforun İçeriği: Sûret, Sîret ve Sorumluluk Bilinci
Metindeki köpek, saf içgüdünün bir temsilidir. Onun tavuk yemesi, “iyi” veya “kötü” değildir; sadece “olan”dır. İnsan ise, sûreti itibarıyla bu eylemi gerçekleştirebilir ama asıl insan olma hali, eyleminin sonuçlarını öngörebilme, onu ahlaki bir kategoriye yerleştirebilme ve nihayetinde ondan sorumluluk alma kapasitesiyle (sîret) gelir. Telafi ve rızalık mekanizması, bu ahlaki bilincin somutlaşmış halidir.

1.2. Hume’un Ahlak Felsefesi ve Şüphesi: Akıl Değil, Duygular (Passions)
David Hume, ahlakın temelinin akıl değil, duygular (passions) ve yararlılık (utility) olduğunu savunur. Ona göre, bir eylemi “iyi” ya da “kötü” yapan, bizim ona dair hissettiğimiz onaylama (approval) veya onaylamama (disapproval) duygusudur. Bu duygular ise, o eylemin toplum için “yararlı” veya “zararlı” olarak algılanmasından kaynaklanır.

Hume, burada metaforumuzla doğrudan çarpışır. Köpeğin eylemi, tavuk sahibi için “zararlı” olduğundan, bizde bir onaylamama duygusu uyandırır. Fakat Hume’a göre, burada nesnel, evrensel bir “kötülük” yoktur; sadece insanların çıkar ve duygularına dayalı bir yargı vardır. Peki ya “sorumluluk bilinci”? Hume için bu bilinç, toplumsal olarak inşa edilmiş bir alışkanlıktır. Toplum, bize çocukluğumuzdan itibaren “verdiğin zararı telafi etmen iyidir” duygusunu aşılar. Zamanla bu duygu, sanki içimizden gelen, değişmez bir ahlak yasasıymış gibi görünür. Oysa Hume’a göre bu, toplumsal faydanın içselleştirilmiş halidir.

1.3. Bir Antitez: Rızalık ve Tazminat bir “Yararlılık” Alışkanlığı mıdır?
Metne Hume’cu bir bakış, şu soruyu sorar: Kişi tavukların parasını ödediğinde, gerçekten “özünde” değişen bir şey midir, yoksa toplumsal düzeni sağlamak için faydalı bulunan bir ritüeli mi yerine getirmektedir? “İnsan-ı kâmil” olma iddiası, belki de sadece toplumun bize dayattığı “yararlı” davranış kalıplarını içselleştirmiş olmamızdan ibarettir. Hume, ahlakı ilahi veya rasyonel bir temelden çıkarıp, insani ve toplumsal bir temele oturtur. Bu, metindeki ahlaki yolculuğu daha dünyevi ve kırılgan, ama aynı zamanda daha gerçekçi kılar.

2. Bölüm: Toplumsal Sözleşmeye Hume’cu Bir Müdahale: Atatürk’ün Projesi ve “Rıza”nın Doğası
2.1. Atatürk’ün İnsan Merkezli Projesi: Akıl, Bilim ve Vicdan
Metne göre Atatürk, bireyi “akıl, mantık, bilim, fen, sevgi, merhamet, vicdan, ahlak, hak, hukuk, adalet” gibi kavramlar etrafında özgürleştirmeyi ve güçlendirmeyi hedeflemiştir. Bu, Aydınlanma çağının rasyonalist ve hümanist değerlerine dayanan bir projedir. Temel varsayım şudur: İnsan aklı, doğruyu ve yanlışı bilebilir; vicdan, iyiyi ve kötüyü seçebilir; ve bu donanıma sahip özgür bireyler, adil bir toplumsal düzen kurabilirler. Bu düzenin temelinde, bireylerin birbirine ve devlete olan “rızası” yatar.

2.2. Hume’un Toplumsal Sözleşme Eleştirisi: Rıza Bir “Kurgu” mudur?
David Hume, Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerin öne sürdüğü “toplumsal sözleşme” fikrine şiddetle karşı çıkar. Ona göre, hiçbir toplum tarihsel olarak bir araya gelip “şartları görüşerek” bir sözleşme imzalamamıştır. Devlet ve toplum düzeni, yavaş yavaş, deneyimler ve alışkanlıklar sonucu oluşmuştur. “Rıza” fikri ise, Hume için tehlikeli bir kurgudur.

Hume’a göre, yönetilenlerin çoğu, yönetime hiçbir zaman özgür iradeyle “rıza” göstermemiştir. Yönetim, çoğunlukla zora, alışkanlığa ve geleneğe dayanır. İnsanlar, içine doğdukları düzene alışırlar ve onu meşru görürler. Atatürk’ün projesi, geleneksel bir imparatorluktan modern bir ulus-devlete zorlu ve hızlı bir geçişi içerdiği için, Hume’un bu eleştirisi özellikle çarpıcıdır. Cumhuriyet’in getirdiği laik hukuk, kadın hakları, eğitim devrimi gibi radikal reformlar, toplumun tüm kesimlerinin “rızası” alınarak mı yapılmıştır? Yoksa, “arzu edilen bir hedef için” (akıl ve bilim yolunda ilerleyen bir toplum) “önce yapılmış, rıza sonradan oluşturulmaya çalışılmış” mıdır? Hume’cu bakış, ikincisinin daha olası olduğunu söyler. Bu, projenin değerini düşürmez, ancak onun doğasını daha gerçekçi bir zemine oturtur: O, bir “rıza arayışı”ndan ziyade, bir “medenileştirme misyonu” ve “yeni bir alışkanlıklar düzeni” inşasıdır.

2.3. Psikolojik ve Sosyolojik Analiz: Yeni İnsanın İnşası ve Alışkanlığın Gücü
Atatürk’ün projesi, Hume’un “alışkanlık” vurgusuyla son derece uyumludur. Yeni alfabe, yeni kıyafetler, yeni hukuk, yeni bayramlar ve yeni bir tarih anlatısı… Tüm bunlar, topluma yeni alışkanlıklar kazandırmak, onun duygu ve onay mekanizmalarını yeniden şekillendirmek içindi. “Köpek metaforu”ndaki ahlaki bilincin toplum geneline yayılması, ancak bu tür bir derin sosyolojik dönüşümle mümkün olabilirdi. Yurttaşlık hakları, demokratik katılım gibi araçlar, bireylere “sorumluluk” alma ve “rıza” verme pratiği sunarak, bu yeni alışkanlığı pekiştirmeyi amaçlıyordu. Hume’a göre, zamanla bu pratikler, toplumda sanki her zaman varmış gibi, “doğal” ve “meşru” kabul edilecekti. Nitekim öyle de oldu.

3. Bölüm: Nedensellik, Tarih ve Atatürk Devrimleri: “Niye Başarılı Oldu?” Sorusuna Farklı bir Yanıt
3.1. Nedensellik Bir Alışkanlıktır
Hume’un belki de en ünlü argümanı, nedensellik ilkesine yöneliktir. Biz, A ateşe dokunduğunda B elinin yandığını defalarca deneyimleriz. Bu deneyimler sonucu, A (ateşe dokunma) ile B (elin yanması) arasında zorunlu bir nedensellik bağı olduğunu varsayarız. Oysa Hume, bu ilişkiyi asla kesin olarak bilemeyeceğimizi söyler. Sadece olayların ardışıklığını gözlemleriz ve zihnimiz bir alışkanlıkla, onları birbirine bağlar. “A, B’nin nedenidir” demek, “A’yı hep B’nin izlediğini gördüm ve öyle olacağını umuyorum” demekten ibarettir.

3.2. Atatürk Devrimlerinin “Başarısı”nın Analizi
Tarihsel analizlerde, Atatürk devrimlerinin başarısı genellikle şu “nedenlere” bağlanır: “Çünkü akla ve bilime dayanıyordu,” “Çünkü çağın gerekliliklerine uygundu,” “Çünkü güçlü bir liderlik vardı.”

Hume’cu bir tarih okuması, bu “çünkü”lerin gücünü sorgulatır. Bu devrimler “başarılı” olduysa, bunun nedeni, onların özünde “akılcı” olmaları değil, toplumun büyük bir kısmında zamanla onay duygusu uyandırmayı başarmış olmalarıdır. Yani, sonuç (toplumsal kabullenme), nedene (akılcılık) değil; bir dizi karmaşık olayın (liderlik, askeri zafer, eğitim seferberliği, diplomatik manevralar vs.) ardışıklığına ve bunun sonucunda oluşan yeni alışkanlıklara bağlıdır. Bu bakış, tarihi determinist (gerekirci) okumalardan kurtarır, onu daha açık uçlu ve olasılıklı hale getirir. “Akıl ve bilim” mutlak ve garantili bir “neden” değil, tercih edilen bir “araç”tır. Başarısının temelinde, bu aracı kullanarak toplumsal duygularda ve alışkanlıklarda yarattığı dönüşüm yatar.

4. Bölüm: Sentez ve Sonuç: Kırılgan bir Temelde Yükselen Sağlam bir Yapı
David Hume’un şüpheci çekici, Atatürk’ün rızalık projesini temelden sarsmaz; aksine, onun insani ve toplumsal temellerini daha da güçlü bir şekilde ortaya koyar.

Metindeki “köpek metaforu” ve “insan-ı kâmil” ideali, eğer ahlakın temelini ilahi veya saf akılsal bir dayanakta ararsak kırılgan kalır. Hume bize gösterir ki, ahlakımız ve toplumsal düzenimiz, insan duyguları, fayda arayışı ve alışkanlıklarımız gibi kırılgan, değişken ve görece temellere dayanır. İşte Atatürk’ün dehası, bu insani gerçekliği sezmiş ve onun üzerine inşa etmiş olmasıdır.

Projesi, “Tanrı şöyle buyurdu” veya “Saf akıl bunu emreder” dememiştir. “Bu eylem (laik eğitim, kadınların sosyal hayata katılımı, bilimsel üretim) faydalıdır, yararlıdır, medenidir ve zamanla onaylanacaktır” demiştir. Hedefi, topluma yeni ve daha iyi alışkanlıklar kazandırmaktı. Rıza, projenin başlangıç noktası değil, varılması umulan hedefti.

Bu, projenin değerini düşürmez, aksine yüceltir. Çünkü insana dair daha mütevazı, daha gerçekçi ve dolayısıyla daha sağlam bir temele oturtur. İnsan-ı kâmil, mutlak hakikati bilen değil, eylemlerinin sonuçlarının farkında olan, toplumsal faydayı gözeten ve hatalarını telafi etme erdemini gösterebilen kişidir. Atatürk’ün devleti de, kusursuz bir düzen vaat eden değil, kendi içinde hataları telafi edebilecek (demokrasi, hukuk yoluyla), sürekli olarak daha fazla “rıza” üretmeye çalışan, canlı bir organizmadır.

Sonuç olarak, Hume’un şüphesi, bize Atatürk’ün projesini dogmatik bir ideoloji olarak değil, dinamik, özeleştiriye açık, insani kırılganlığı kabul eden ama aynı zamanda onu aşmaya çalışan bir “uygarlık yolculuğu” olarak okuma imkânı verir. Köpek metaforundaki “rızalık yolu”, birey için ne ise, Atatürk’ün laik demokratik hukuk devleti de toplum için odur: Kırılgan insan malzemesinden, alışkanlıklar yoluyla, sürekli yenilenen bir rıza ile sağlam ve onurlu bir yapı inşa etme çabası. Gerçek kemalet, bu çabanın kendisindedir.

Kaynakça:

Hume, David. İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme. Çev. Selahattin Hilav. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997.

Hume, David. Ahlak İlkeleri Üzerine Bir İnceleme. Çev. Utku Özmakas. İstanbul: Say Yayınları, 2010.

Atatürk, Mustafa Kemal. Nutuk. Türk Tarih Kurumu Basımevi. (Özellikle sonuç bölümleri ve genelge beyannameler)

Hanioğlu, M. Şükrü. Atatürk: An Intellectual Biography. Princeton University Press, 2011. (Atatürk'ün fikri alt yapısını ve Aydınlanma ile ilişkisini analiz eder)

Özakman, Turgut. Şu Çılgın Türkler. Bilgi Yayınevi, 2005. (Toplumsal psikoloji ve dönüşümün hikayesi için önemli bir kaynak)

Mardin, Şerif. Türk Modernleşmesi. İletişim Yayınları, 1991. (Türk toplumunun alışkanlık, gelenek ve modernleşme dinamiklerine dair sosyolojik bir klasik)

Kılıçbay, Mehmet Ali. Birey ve Devlet. İmge Kitabevi, 1994. (Türkiye'de birey-devlet ilişkisinin felsefi temellerini irdeler)

Rousseau, Jean-Jacques. Toplum Sözleşmesi. Çev. Vedat Günyol. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010. (Hume'un eleştirdiği modeli anlamak için)

Stanford Encyclopedia of Philosophy. "David Hume" ve "Causation" maddeleri. (Akademik referans için)
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL