Rızalık Yolu İnsan-ı Kâmil’e Seyrü Sülûk Ve Mârifettulaha Erme
İnsanın içsel dönüşümünü bir köpek metaforu üzerinden anlatan tasavvufî bir seyrü sülûk risalesidir. Kümese girip tavukları yiyen köpeğin hikâyesi, bilinçsizlikten farkındalığa, suçtan telafiye uzanan...
Küçük Tohumun Büyük Yolculuğu: Rengârenk Kalplerin Seyrü Sülük Hikâyesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evrenin en sessiz, en derin, en huzurlu bahçesinde, ışıltılı bir bahar sabahı, Güneş Ana yumuşacık ışıklarını yeryüzüne serperken, Küçük Tohum uyanmış. Kendini, ne olduğunu bilemediği, kocaman, karanlık ama bir o kadar da güvenli, yumuşak toprağın koynunda bulmuş. Etraf zifiri karanlıktı. Sessizlik öyle derindi ki, kendi minicik kalbinin ‘pıt pıt’larını duyabiliyordu sadece. “Ben neyim?” diye düşünmüş, içinde hafif bir merak ve ufacık bir korkuyla. “Bu karanlıkta ne yapacağım?”
İşte, seyrü sülük denen o muhteşem yolculuğun ilk adımı, tam da bu andaydı. Tohum Olma Aşaması. Her şey, bu ‘olma’ haliyle başlıyordu. Küçük Tohum, henüz bir şey ‘değildi’; ama ‘olabilirdi’. İçinde, gökyüzüne çıkmak isteyen devasa bir ağacın, rengârenk yaprakları olan bir gülün, mis kokulu bir menekşenin ya da koskoca bir ayçiçeğinin tüm sırları, tüm bilgisi, tüm potansiyeli, minicik bir hazine gibi saklıydı. Ama henüz hiçbiri ortada yoktu. Sadece bir ‘istidat’, bir ‘kabiliyet’, sessiz sedasız, bekliyordu.
O, her birimizin içindeki o saf, temiz, öğrenmeye ve büyümeye hazır halimizdi. Dünyaya yeni gelen bir bebeğin ilk nefesi, bir çocuğun hayatındaki ilk “bu ne?” sorusunun ardındaki sonsuz merakıydı. Seyrü sülük, işte bu ‘hiçlikten’ ya da ‘potansiyel halden’ harekete geçme cesaretiyle başlardı. Toprak, onun için en mükemmel okuldu. Karanlık, dışarıdaki tüm dikkat dağıtıcı şeylerden onu koruyor, sadece kendi iç sesine, kendi özüne kulak vermesi için bir fırsat yaratıyordu. Bu aşama, sabrın ve güvenin ilk dersleriydi. “Bekle,” diyordu Toprak Ana, sesi bir ninni kadar yumuşak, “hazırlan. İçindeki hazineyi keşfetmek için önce kendini tanı. Karanlık, seni korkutmasın. O, seni sarmalayan en sevgi dolu kucaktır.”
Ve Küçük Tohum bekledi. İçindeki o muazzam enerjiyi, o ‘olma’ arzusunu hissetti. Sonra, en naif, en tatlı isteğini fısıldadı: “Büyümek istiyorum. Işığı görmek istiyorum.”
Bu dilek, onun niyeti, duası oldu. Seyrü sülükte niyet, tohumun can suyuydu.
Derken, hafif bir yağmur başladı. Yağmur damlaları, toprağın derinliklerine süzüldü ve Küçük Tohum’a ulaştı. Onu usulca ıslattı, besledi. Bu damlalar, ona ulaşan ilk bilgiler, ilk tecrübelerdi. Annesinin ninnisi, babasının gülen yüzü, bir kuşun cıvıltısı, elma püresinin tadı… Hepsi, onun için birer bilgi damlasıydı. Tohum, bu suyu içine çekmeye, onunla beslenmeye başladı. İçgüdüsel olarak, bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Toprağa tutunmalıydı!
İşte ikinci aşama, Kök Salma Aşaması böylece filizlendi. Minik, beyaz, incecik bir çıkıntı, onun ilk kökçüğü, yavaşça toprağın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı. Bu, inanılmaz bir çabaydı. Karanlıkta, nereye gideceğini bilmeden, sadece içgüdüsüne ve suyun geldiği yöne güvenerek ilerliyordu. Her kök salış, yeni bir şey öğrenmekti.
Bir kökçük, “Sayılar diye bir şey varmış. Bir, iki, üç…” diye öğreniyor ve bu bilgiyle toprakta yeni bir yola giriyordu. Bir diğeri, “Kırmızı, sarı, mavi… Renkler ne kadar güzel!” diye hayret ediyor ve bu renklerin enerjisiyle toprağa tutunuyordu. Bir başka kök ise, “Lütfen, teşekkür ederim, özür dilerim… Bu sözler sihirli!” diye keşfediyor ve bu güzel sözler, onun toprakla arasındaki bağı güçlendiriyordu.
Bu aşama, öğrenmenin, bilginin ve disiplinin aşamasıydı. Kökler ne kadar derine, ne kadar sıkıya tutunursa, ileride filizin o kadar güçlü olacağını biliyordu. Bazen kayalık bir toprak parçasına denk geliyor, zorlanıyordu. Bu, öğrenirken karşılaştığı zorluklardı. Belki ‘dört’ rakamını hep unutuyordu, belki ‘yeşil’ rengi, ‘mavi’ ile karıştırıyordu. Ama pes etmiyordu. Geri çekilip, başka bir yönden, sabırla yeniden deniyordu. Her başarısızlık, ona doğru yönü gösteren bir işaret oluyordu.
Kökleri büyüdükçe, içindeki o ‘ben’ duygusu da güçleniyordu. “Ben, toprağa tutunabilirim. Zorlukların üstesinden gelebilirim. Öğrenebilirim.” Bu, onun özgüveninin ilk tomurcuklarıydı. Kalbinin derinliklerinde, sevgi, şefkat ve iyilik kökleri de filizlenmeye başladı. Başka tohumlara, solucanlara, minik böceklere yer açıyor, onlarla birlikte yaşamayı öğreniyordu. Toprak Ana, bu çabalarını görüyor ve gururla gülümsüyordu. “İşte,” diyordu, “asıl güzellik, görünmeyen yerde, derinlerde başlar. Sen şimdi sağlam bir temel atıyorsun, küçük kahramanım.”
Derken, bir gün, içinde tarifsiz bir heyecan hissetti. Kökleri o kadar güçlenmişti ki, artık yukarı, bilinmeze doğru bir hamle yapma vakti gelmişti. İçindeki o ‘ışığı görme’ arzusu, dayanılmaz bir hale gelmişti. Tüm gücünü topladı ve minik gövdesini, toprağın yüzeyine doğru itmeye başladı. Zordu. Toprak ağır geliyordu. Ama ışığın çekimi, onu adeta büyülüyordu.
Sonunda, inanılmaz bir çabayla, minik, yeşil bir başını, toprağın üstüne çıkarmayı başardı!
Gözleri kamaşmıştı. Ömründe ilk kez gördüğü bu altın rengi ışık, onu hem çok mutlu etmiş hem de biraz ürkütmüştü. O muazzam, mavi bir örtüye benzeyen gökyüzüne baktı. Güneş Ana’nın sıcaklığını yüzünde hissetti. Etrafında cıvıl cıvıl öten kuşlar, uçuşan kelebekler vardı. Dünya, tahmin ettiğinden de renkli, de hareketli, de güzeldi!
İşte üçüncü ve en keyifli aşamalardan biri başlıyordu: Filizlenme Aşaması. Artık bir filizdi! Öğrendiği her şeyi, bu geniş, aydınlık dünyada uygulama vakti gelmişti. Köklerinden emdiği tüm o bilgiler – sayılar, renkler, güzel sözler – şimdi eyleme dönüşmeliydi.
Bir yaprakçığını uzattı ve üzerine konan uğur böceğine usulca dokundu. Bu, ‘merhaba’ demekti. “Öğrendiğim ‘nazik olmak’ bu olsa gerek,” diye düşündü. Yağmur yağdığında, yanındaki daha cılız filize, “Üstüme gel, seni de koruyayım,” dedi. Bu, ‘paylaşmak’ ve ‘yardım etmek’ti. Rüzgar estiğinde, eğilip bükülüyor ama asla kırılmıyordu. Bu, ‘sabır’ ve ‘direnç’ti. Bazen aç bir tırtıl onun yapraklarını yemek istediğinde, korksa da, “Tamam,” dedi, “ama lütfen çok fazla yeme, ben de büyümek istiyorum.” Bu, ‘sınır koymak’ ve ‘anlaşma yapmak’tı.
Her eylem, onu biraz daha güçlendiriyor, biraz daha bilgeleştiriyordu. Artık sadece bilmiyor, aynı zamanda ‘yapıyordu’. Işık, onun için en büyük rehberdi. Tıpkı seyrü sülükte, kişinin kendi içindeki ‘ilahi ışığı’, ‘hakikati’ rehber edinmesi gibi, o da Güneş Ana’ya yöneliyor, onun enerjisiyle büyüyordu. Bu aşama, öğrendiklerini hayata geçirdiği, karakterinin şekillendiği, alıştırmalar ve pratiklerle kendini geliştirdiği bir süreçti. Hata yapmaktan korkmuyordu. Bazen fazla eğiliyor, bazen güneşi yanlış açıdan alıyordu. Ama her hata, onun için yeni bir ders oluyor, bir sonraki sefer nasıl daha doğru yapacağını öğretiyordu.
Günler, haftalar geçtikçe filizi, küçük bir fideye, sonra da gür yaprakları olan, sağlam gövdeli bir bitkiye dönüştü. Artık sadece büyümüyor, aynı zamanda ‘güzelleşiyordu’ da.
Dördüncü muhteşem aşama, Çiçek Açma Aşaması tam da buydu. Bir sabah, gövdesinin en tepesinde, minik, yeşil bir tomurcuk belirdi. İçi, rengârenk olmaya, güzel kokmaya hazırlanan bir sırla doluydu. Tomurcuk, bir süre öylece durdu. Sanki son bir hazırlık, son bir olgunlaşma bekliyordu. Bu, sabrın son perdesiydi.
Ve nihayet, bir şafak vakti, ilk ışık ufukta belirdiğinde, tomurcuk usulca açılmaya başladı. Yaprak yaprak, katman katman… Taç yaprakları, en saf pembenin, en derin kırmızının, en parlak sarının tonlarıyla ışıldıyordu. Ortasından yayılan mis gibi koku, tüm bahçeyi sardı.
O artık, muazzam güzellikte bir Çiçek'ti. Ama bu güzellik, sadece dışarıdaki renklerden, şekillerden ibaret değildi. Asıl güzellik, onun ‘özünde’ yaşadığı dönüşümden geliyordu. Artık daha sabırlıydı. Rüzgar estiğinde sallanmaktan şikayet etmiyor, onunla dans ediyordu. Daha nazikti. Arıların, onun özünü alıp başka çiçeklere taşımasına seviniyor, onları mis kokusuyla davet ediyordu. Daha cömertti. Güzelliğini ve kokusunu, etrafındaki herkese bedavaya sunuyordu. İçi, sevgi, huzur ve minnetle doluydu.
Bu aşama, kişinin içsel olgunluğa eriştiği, güzelliklerin ve erdemlerin onun karakterinin bir parçası haline geldiği, ‘kemal’e yani olgunluğa eriştiği andı. Seyrü sülük yolcusu, artık sadece kendisi için değil, tüm evren için güzel bir ‘nişane’, bir ‘alamet’ olmuştu. Etrafına sadece fiziksel bir koku değil, sevgi, huzur ve iyilik enerjisi de yayıyordu. İnsanlar onu gördüklerinde içleri açılıyor, gülümsemekten kendilerini alamıyorlardı. Çiçek, bunu hissediyor ve bu, onu en az Güneş Ana’nın ısıtması kadar mutlu ediyordu.
Ancak yolculuk burada bitmiyordu. Asıl en tatlı, en anlamlı aşama yaklaşıyordu. Yaz ilerledikçe, Çiçek’in taç yaprakları yavaş yavaş solmaya, dökülmeye başladı. Ama bu bir son değildi. Aksine, yerine, minik, yeşil bir meyve belirmişti bile. Çiçek, hiç üzülmedi. Çünkü biliyordu ki, asıl amacı, bu meyveyi vermekti.
Güneş’ten aldığı enerjiyi, topraktan emdiği suyu, rüzgârdan öğrendiği esnekliği, yağmurdan öğrendiği temizliği, hepsini alıp bu küçük meyvenin içine aktarıyordu. Meyve, gün geçtikçe büyüyor, olgunlaşıyor ve kızarıyordu.
Sonunda, tam zamanında, o leziz, sulu, mis kokulu meyve, dalından düşüverdi. Toprağa yuvarlandı. İçindeki tohumlar etrafa saçıldı.
Beşinci ve son aşama, Meyve Verme Aşaması işte buydu! Artık yolculuğun döngüsü tamamlanıyordu. O, bir zamanların Küçük Tohum’u, şimdi kendi tohumlarını, yani bilgisini, tecrübesini, sevgisini ve hikâyesini, etrafındakilere vermenin, aktarmanın derin mutluluğunu yaşıyordu.
Bir çocuk, düşen meyveyi alıp yedi. Karnı doydu, yüzü güldü. “Ne kadar lezzetli!” dedi. Bu, onun ‘faydalı olma’ anıydı. Dağılan tohumlardan biri, toprağa düştü. Ertesi yıl, orada yepyeni bir filiz belirdi. Çiçek, ona “Hoş geldin,” diye fısıldadı rüzgârla. “Korkma, ben yanındayım. Senin için bildiğim her şeyi anlatacağım.” Bu, onun ‘öğretme’ ve ‘yol gösterme’ anıydı.
Seyrü sülük, işte bu ‘paylaşma’ ve ‘hizmet’ aşamasıyla tam anlamını buldu. Artık yolcu, bir ‘üstad’ olmuştu. Ama bu, bilgiçlik taslayan biri değil, bilakis, elindeki meyveyi en mütevazı şekilde sunan, kendini bir hizmetkâr olarak gören biriydi. Verdiği her bilgi, her sevgi, evrende yeni tohumların filizlenmesine vesile oluyordu. Bu, ölümsüzlüğün ta kendisiydi.
Ve böylece, Küçük Tohum’un seyrü sülük yolculuğu tamamlandı. O, toprağın karanlığındaki o minicik, bilinmez halinden, etrafına ışık, renk, koku, lezzet ve hayat saçan bir ‘meyve veren ağaca’ dönüşmüştü. Bu yolculuk; öğrenmek, uygulamak, güzelleşmek ve paylaşmaktı. Her aşama, bir sonrakinin temeliydi. Kök salmadan filizlenilmez, çiçek açmadan meyve verilmezdi.
Bu hikâye, senin hikâyen. İçindeki o küçük, meraklı tohumu hisset. Ona iyi bak. Ona güzel bilgilerle, sevgiyle su ver. Köklerinle sıkı sıkıya tutun öğrendiklerine. Sonra korkmadan filizlen, ışığa uzan. Güneş’ten korkma! O seni besler. Sonra en güzel halinle, rengârenk aç. Etrafına güzellik saç. Ve unutma, en büyük mutluluk, öğrendiklerini, sevgini, bir meyve gibi başkalarıyla paylaşmaktır.
Senin seyrü sülük yolculuğun, kocaman, rengârenk bir çiçek bahçesine dönüşsün.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.