Rızalık Yolu İnsan-ı Kâmil’e Seyrü Sülûk Ve Mârifettulaha Erme
İnsanın içsel dönüşümünü bir köpek metaforu üzerinden anlatan tasavvufî bir seyrü sülûk risalesidir. Kümese girip tavukları yiyen köpeğin hikâyesi, bilinçsizlikten farkındalığa, suçtan telafiye uzanan...
Özet: Bu makale, Anadolu Aleviliği'nin en önemli ocaklarından biri olan Hubyar Ocağı'nın kurucusu Hubyar Sultan'ı, tarihsel, sosyolojik, felsefi ve psikolojik boyutlarıyla ele almaktadır. Çalışma, Hubyar Sultan figürünü, 13. yüzyılın göçebe dervişlik geleneği ile 16. yüzyılın Kızılbaş siyaseti arasında bir köprü olarak konumlandırmayı amaçlamaktadır. Geleneksel anlatılar (menkıbeler) ve tarihsel veriler tez ve antitez ilişkisi içinde sorgulanacak, bu anlatıların işlevi, toplumsal bilinçdışındaki yansımaları ve iktidar ilişkileri bağlamında nasıl şekillendiği marksist ve sosyolojik bir bakışla irdelenecektir. Hubyar Sultan'ın kerametlerinin, baskı altındaki bir topluluğun kolektif arzularının ve travmalarının bir yansıması olduğu psikolojik bir perspektifle analiz edilecektir. Sonuç olarak, Hubyar Ocağı'nın, merkezi iktidar karşısında bir direniş ve kimlik muhafaza mekanizması olarak nasıl işlev gördüğü ortaya konulacaktır.
Anadolu Alevi-Bektaşi geleneği, heterodoks İslam anlayışının, Şamanist ve Türkmen inançlarının, yerel kültürlerin ve felsefi akımların senteziyle oluşmuş karmaşık bir sosyo-dini yapıdır. Bu yapının temel taşlarını, soy yoluyla talip gruplarını yönetme yetkisine sahip olduğuna inanılan "ocak"lar oluşturur. Hubyar Ocağı, bu ocaklar içerisinde, özellikle Orta Karadeniz ve İç Anadolu'da yaygın bir nüfuza sahip olmasıyla öne çıkar. Ocağın kurucusu kabul edilen Hubyar Sultan ise, tarihsel gerçekliği ile inançsal kimliği arasında derin bir diyalektik bulunan bir figürdür. Onun hakkındaki bilgilerimiz büyük ölçüde sözlü kültür ürünü olan menkıbelere dayanır; bu da onu tarihsel bir şahsiyet olmaktan ziyade, kolektif hafızanın inşa ettiği bir "mit" haline getirmiştir.
Bu çalışmanın amacı, Hubyar Sultan'ı tek boyutlu bir aziz hagiografisi olarak değil, içine doğduğu ve şekillendirdiği toplumsal, siyasi ve ekonomik koşulların diyalektiği içinde anlamaktır. Marxist bir perspektif, ocak yapılanmasını bir "üstyapı kurumu" olarak ele alıp, onun "altyapı"daki (üretim ilişkileri, toprak mülkiyeti, sınıf çatışmaları) rolünü sorgulamamızı sağlayacaktır. Sosyolojik bakış, ocak-talipler arasındaki hiyerarşik ilişkinin toplumsal düzeni nasıl meşrulaştırdığını inceleyecektir. Psikolojik analiz, menkıbelerin bireysel ve toplumsal bilinçdışındaki karşılığını araştıracaktır. Felsefi sorgulama ise Hubyar düşüncesinin epistemolojik ve ontolojik temellerini irdeleyecektir. Bu çok katmanlı yaklaşım, Hubyar Sultan'ı daha derinlikli ve eleştirel bir şekilde kavramamıza olanak tanıyacaktır.
I. Tarihsel Bağlam ve Kaynak Sorunu: Tarih ile Mitos Arasında Bir Şahsiyet
Hubyar Sultan'ın kimliği ve yaşadığı dönem, akademik tartışmaların odağındadır. Geleneksel anlatı (tez), onu 13. yüzyılda, Hacı Bektaş-ı Veli ile aynı dönemde Horasan'dan Anadolu'ya gelen ve adını Hacı Bektaş'ın verdiği bir "eren" olarak sunar. Bu anlatı, ocakzade dedeler ve talipler nezdinde mutlak bir gerçeklik olarak kabul görür.
Ancak, tarihsel metodoloji açısından bir antitez geliştirmek gerekir. 13. yüzyıla ait yazılı kaynakların yok denecek kadar az oluşu, bu iddiayı güçlü bir şekilde desteklememektedir. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî gibi metinlerde Hubyar'dan açıkça bahsedilmemesi, bu kronolojik yerleşimi sorunlu hale getirir. Tarihçilerin önemli bir kısmı, Hubyar Sultan'ın asıl tarihsel kişiliğinin 16. yüzyılda, Osmanlı-Safevi çatışmasının zirveye ulaştığı bir dönemde şekillendiğini öne sürmektedir (Ocak, 2017; Sünnetçioğlu, 2021).
Buradaki sentez, iki farklı tarihsel katmanın üst üste binmiş olabileceğidir. Hubyar ismi, 13. yüzyılda yaşamış bir dervişe ait olabilir; ancak onun bugün bilinen kimliği, menkıbeleri ve sosyo-politik rolü, büyük olasılıkla 16. yüzyılda, Şah İsmail taraftarı Kızılbaş topluluklarının Osmanlı merkezi iktidarına karşı örgütlendiği bir dönemde inşa edilmiştir. Bu durum, onun hem bir Horasan ereninin manevi mirasçısı hem de siyasi bir lider (önder) olarak kabul görmesini sağlamıştır. Bu ikili yapı, Alevi kimliğinin kendisinde de mevcut olan "tarihsel" ve "inanca dayalı" olan arasındaki diyalektiği yansıtır.
II. Ocak Yapılanmasının Sosyolojik ve Marxist Bir Analizi: Üretim İlişkileri ve Meşruiyet
Hubyar Ocağı, sadece dini bir kurum değil, aynı zamanda karmaşık bir sosyo-ekonomik organizasyondur. Marxist bir perspektiften bakıldığında, ocak sistemi, feodal üretim ilişkilerinin Anadolu'daki heterodoks bir tezahürü olarak okunabilir.
Dede (ocakzade), sadece dini ayinleri (cem) yöneten bir lider değil, aynı zamanda bir "rüya yorumlayıcısı", "hastalık iyileştirici" ve en önemlisi, toplumsal anlaşmazlıkları çözen bir hukuk adamıdır (Yıldırım, 2018). Bu roller, dedeye ekonomik ve sembolik bir sermaye sağlar. Talipler, geleneksel olarak "hakullah" adı verilen bir tür vergiyi (aşır, kurban, nakdi yardım) dedeye verirler. Karşılığında ise manevi hizmet, toplumsal düzen ve aidiyet duygusu alırlar.
Bu ilişki, basit bir alışverişten ziyade, meşruiyet ve rıza üretimine dayanır. Antonio Gramsci'nin "hegemonya" kavramı burada açıklayıcıdır. Dedelik kurumu, iktidarını salt zora dayandırmaz; taliplerin rızasını, onların inanç dünyasını, değerlerini ve kültürünü şekillendirerek ve kontrol ederek kazanır. Dedeler, "eline, diline, beline sahip ol" gibi Alevi ahlak ilkelerinin bekçisi ve yorumlayıcısıdır. Bu da onların toplumsal kontrolü elinde tutmasını sağlar.
Ancak bu yapı, kapitalist modernleşme ve kentleşme süreciyle birlikte bir dönüşüm geçirmiştir. Geleneksel toprak ve tarıma dayalı ekonomi çözülürken, dede-talip ilişkisinin maddi temeli de zayıflamıştır. Kentlerde, dedelerin otoritesi, Alevi dernekleri, vakıfları ve entelektüelleri gibi yeni aktörlerle paylaşılmak zorunda kalmıştır. Bu, geleneksel ocak yapılanması için bir kriz anlamına gelirken, aynı zamanda Alevi kimliğinin demokratikleşmesi ve çoğullaşmasının da bir işareti olarak okunabilir.
III. Menkıbelerin Psiko-Sosyal İşlevi: Kolektif Bilinçdışının Sembolleri
Hubyar Sultan'a atfedilen kerametler (fırından sağ çıkma, kırk bin kişiyi doyurma, su çıkarma, denizi kurutma), basit halk hikayeleri değildir. Bu menkıbeler, psikolojik ve sosyolojik açıdan derin işlevlere sahiptir.
Travmayla Başa Çıkma ve Direniş Sembolü: 16. yüzyıl, Kızılbaş gruplar için Osmanlı devleti tarafından sistematik baskı, kıyım ve asimilasyona maruz kalınan bir dönemdi (o döneme ait kaynaklar için bkz. Selânikî, 1999). "Fırın kerameti", bu bağlamda okunduğunda, kızgın bir zulüm odağına (fırın) atılan ama onu yenilgiye uğratarak zaferle çıkan bir topluluğun alegorisidir. Fırından "sakallarının buz tutmuş" halde çıkması, zulmün soğuk yüzünü bile donduran, onu etkisiz hale getiren bir manevi gücü temsil eder. Bu anlatı, maruz kalınan travmayı, bir zafer mitosuna dönüştürerek kolektif psikolojide iyileştirici bir işlev görür.
Ekonomik Adaletsizliğe Metaforik Tepki: "Kırk bin askeri doyurma" motifi, kaynakların kıt olduğu, yoksulluk ve kıtlığın hüküm sürdüğü bir toplumda, bolluk ve bereket arzusunun sembolik ifadesidir. Bu, bir "sınıfsal" arzudur. Küçük bir kazandan (sınırlı kaynaklar) sınırsızca yemek çıkarmak, adil bir paylaşımın ve eşitlikçi bir düzenin (komünal bir ütopya) metaforik tasviridir. Bu menkıbe, Alevi inancının merkezindeki "eline, diline, beline sahip ol" ve "paylaşım" (lokma, niyaz) erkanının mitolojik temelini oluşturur.
Doğaya Hükmetme ve Kutsallaştırma: "Asasıyla su çıkarma" ve "denizi kurutma" kerametleri, insanın doğa karşısındaki çaresizliğini aşma arzusunu yansıtır. Kurak coğrafyalarda su, hayat demektir. Hubyar'ın bu kerametleri, onu hayat veren, toplumu yaşatan bir "kurtarıcı" figürüne dönüştürür. Aynı zamanda, doğayı kutsallaştıran ve onunla uyum içinde yaşamayı öğütleyen bir ekolojik bilincin de ifadesidir.
Carl Jung'un terminolojisiyle, Hubyar, bu menkıbeler aracılığıyla toplumun "kolektif bilinçdışı"nda yer alan arketipik bir kahramana (bilge adam, kurtarıcı, büyücü) dönüşür. Onun kerametleri, bireysel değil, kolektif bir ruh halinin dışavurumudur.
IV. Felsefi ve İnançsal Boyut: Vahdet-i Vücud ve Hakikat Yolu
Hubyar Sultan'ın temsil ettiği Alevi-Bektaşi geleneği, ontolojik olarak vahdet-i vücud (varlığın birliği) felsefesine dayanır. Bu felsefeye göre, tek ve mutlak gerçeklik Hak'tır (Tanrı). Tüm yaratılmışlar, O'nun bir tecellisidir ve O'na dönecektir. Bu anlayış, Hubyar'ın kerametlerine de yansır. Onun doğaya hükmetmesi, aslında "Hak" ile özdeşleşmiş bir "kâmil insan" (insan-ı kâmil) olmasından kaynaklanır. O, doğa yasalarını aşan değil, onların özünde var olan ilahi yasayı (hakikati) idrak etmiş ve onunla bütünleşmiş bir varlıktır.
Buradaki felsefi sorgulama, hakikatin kaynağına dairdir. Sünni Osmanlı orthodoksisi, hakikati Kuran ve Sünnet'in literal yorumunda ve ulemanın tekelinde ararken, Alevi-Bektaşi geleneği ve Hubyar gibi erenler, hakikati "gönül gözü"yle (aşk, sezgi, içsel deneyim) görmeyi ve "hakikate ulaşmış bir mürşidin" rehberliğini merkeze alır. Bu, epistemolojik bir ayrışmadır: Akıl ve nakil (aktarım) karşısında sezgi ve deneyim.
Sonuç ve Değerlendirme
Hubyar Sultan, tek bir tarihsel şahsiyet olmaktan ziyade, Anadolu Alevi toplumunun yüzyıllara yayılan kolektif hafızasının, travmalarının, arzularının ve direnişinin sembolik bir temsilidir. Onun tarihselliği ile menkıbevi kimliği arasındaki gerilim, Aleviliğin kendisinin tarihsel gerçeklikler ile inançsal hakikatler arasındaki diyalektik yapısını yansıtır.
Marxist bir okuma, Hubyar Ocağı'nı, feodal/yarı-feodal bir toplumsal formasyonun üstyapısal bir kurumu olarak görmemizi sağlar. Bu kurum, bir yandan ekonomik ve sembolik bir tahakküm ilişkisi üretirken, diğer yandan merkezi devletin baskıcı aygıtlarına karşı bir direniş odağı ve kimlik sığınağı işlevi görmüştür.
Sosyolojik analiz, dedelik kurumunun, geleneksel toplumdaki sosyal düzeni nasıl sağladığını ve meşrulaştırdığını ortaya koyar. Modernleşme süreci, bu geleneksel otorite yapılarını dönüştürmekte, yerlerine daha seküler ve demokratik örgütlenme biçimleri getirmektedir.
Psikolojik inceleme, menkıbelerin, toplumsal travmaları iyileştiren, kolektif arzuları dile getiren ve bir aidiyet duygusu yaratan güçlü araçlar olduğunu gösterir. Hubyar'ın kerametleri, onun bireysel dehasından ziyade, toplumun kolektif bilinçdışının bir ürünüdür.
Nihayetinde, Hubyar Sultan ve Ocağı, Anadolu'nun kadim inanç haritasında, iktidarla olan ilişkisi her zaman sorunsal ve diyalektik olagelmiş bir geleneğin canlı bir temsilidir. Onu anlamak, sadece dini bir figürü değil, Anadolu halklarının sosyal tarihini, direnişini ve varoluş mücadelesini anlamaktır.
Kaynakça
Birdoğan, N. (1995). Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik. İstanbul: Kaynak Yayınları.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.