Gölgelere sinmiş eski bir adın, zamanın içinden bugüne sızan lirik bir yankısı. “Nasrel”, taşlara kazınmış bir kaderle bir gölgenin yarım kalmış hikayesini buluşturan bir yaşam rivayeti. Bir vadide ba...
Vadinin sabahı, ışığın değil, gölgenin doğduğu bir andı. Bu topraklarda güneş yükselirken bile karanlığın kendine bir pay ayırması adetti. Sanki her yeni gün, dünün yarım kalmış acısını devralırdı. Sen o vadide, taşların ve suskunluğun ülkesinde doğdun.Ebelere göre sessiz doğmuş bir çocuktun ama bu sessizlik bir kusur değil,içinde taşıdığın eski çağların tortusuydu. Kimse fark etmese de o sessizlik, önceki bir ömrün kırılmış kabuğuydu. Köyün arka tarafında yağmur görmeyen bir yamacın altında saatlerce kayaları dinlerdin. Diğer çocuklar rüzgarın oynadığı toprakla avunurken sen eline aldığın taşın ağırlığını kendi ağırlığın gibi hissederdin. O küçük bedenine büyük bir yas sinmişti sanki. Bir gün yaşlı bir çoban seni izleyip şöyle demişti: “Bu çocukta taşın dili var. Taşı okur, insanı okur, yazgıyı okur.” Kimse inanmadı, ama sen zaten kimsenin inanmasına ihtiyaç duymazdın. Kendi içine doğru büzülmüş bir yalnızlık, sana yeterdi. Horasan’ın tozlu çarşısına ilk indiğinde ustaların gölgeleri yere düşüyordu da, kimse yüzünde taşıdığın gizli ağırlığı tam okuyamıyordu. Taş oymaya başladığın gün, kaderin sana kelimesiz bir emir vermişti. Her darbe, içinden bir şey koparıyordu. Ama kimse bunu görmüyordu. Emek sanıyorlardı, oysa sen emek değil, kendi ruhundan eksilen küçük parçaları işliyordun. Ustan bir akşam seni çağırıp şöyle dedi: “Taş seni seçti çocuk. Bunun geri dönüşü olmaz.” Bu söz sana hayatın boyunca hiç açıklanmayacak bir lanet gibi yerleşti. Kasabaya bir kervan geldiği gün, rüzgarın kokusu bile değişmişti. Tozun içinden beliren kadın, daha o an, sanki çok önceden bildiğin ama adını hatırlayamadığın biri gibiydi.
Kasabalılar onun adını çeşitli seslerle söylüyor, bir türlü aynı harfleri tutturamıyordu. Fakat sen duydun: N A S R E L Harflerin birer ses değil, birer yara olduğunu hissettin.Kadının yüzünde, senin içindeki sessizliğin kardeşi saklıydı. Bakışında derin bir kederin külleri vardı. Ağzından çıkan her kelime, ölmüş bir duanın uzantısı gibiydi. Bir gece seni izlediğini fark ettin. Ayın solgun ışığı altında durdu, uzun uzun baktı. “Taşlara neden bu kadar sessiz kazıyorsun?” diye sordu. “Çünkü yüksek söylersem kırılırlar,” dedin. Kadın gülümsedi. “Seni işte o kırılmaktan korkan yerinden duydum.” Sözler açıklama değil, tanınmaydı. Tanındın; uzun yıllar kimse tarafından tanınmamanın ağırlığıyla. Beraber yaşamaya başladığınızda kimse şaşırmadı. Çünkü iki yalnızlık birbirini bulduğunda, köy bile susar. Kasabanın kutsal yoluna dikilecek büyük sütunun oymasını sana verdiklerinde, herkes bunun bir onur olduğunu düşündü. Sen ise içten içe bunun bir sınav olduğunu anladın. Sütun, insanları bir araya getirecek bir yazı taşıyacaktı. Ama sen yazıyı işlerken her harf, içindeki eski bir yaranın kabuğunu kaldırıyordu. Bir gece Nasrel seni kan ter içinde buldu. “Taş seni mi oyar, sen mi taşı?” diye fısıldadı. “Bilmiyorum” diyemedin bu kez. Sadece sustun. Çünkü bilmemek bile bir yanıt sayılmazdı artık. Kışın en keskin gecesinde, taş ocağından dönerken, göğsünün ortasında derin bir kırılma hissettin. Nefesin karanlık havada buharlaşırken anladın: İnsan bazen bir taşı tamamlayamadan kendi eksilir. Dizlerin karın sert yüzeyine çöktüğünde, içinden bir ses “buraya kadardı” dedi. Korkmadın. Hayatın boyunca korktukların başka şeylerdi; insanın kalabalığı, sözün açtığı yaralar, yüzüne bakıp görmeyen bakışlar… Solukların ağırlaştı ve kar taneleri yavaşça kirpiklerine kondu. Sen hayattan değil, ağırlıktan kurtuluyordun. Nasrel seni sabah gördüğünde diz çöktü. Gözlerine baktı, dudakları titredi. Ama ağlamadı. Sadece şu cümleyi söyledi: “Bu yüz, yükünü bırakmış bir yüz.” Sonra sessizce kalktı. Kimseye haber vermeden kasabayı terk etti. Kutsal yolun kenarındaki sütunun dibine küçük bir taş bırakıp gitti. Bu taşta harf yoktu. Ama harflerin ruhu vardı. Sütunun gölgesinde gece rüzgarı estiğinde, o taşın içinden hep aynı fısıltı duyuldu: “Dönemediklerin içindedir insan.”
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.