Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Muhannetin kapısı (Öykü)
Önsöz Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
2. Bölüm

Suna'ın kızı Zehra ile diyaloğu

85 Okuyucu
1 Beğeni
0 Yorum
Zehra…
İri kahverengi gözlü, ufak çeneli, küçük ağızlı, çarpık dişli bir kız çocuğuydu. Yedi yaşındaydı. Zekâsını meraklı bakışlarından hemen anlardınız. Kardeşlerinden farklıydı; duygusallığı yirmi yıl sonra yazdığı şiirlerden de belli oluyordu.

Suna'nın ikinci kızıydı Zehra. Sanki içine düşmüştü bir gün annesinin evden uzaklara gideceği acısı. Bu yüzden gidip gelip annesine sokulur, ona her zaman sorduğu o soruları yine sorardı:

"Anne… Annen öldüğünde, hani o zaman yeni yürümeye çalışan küçük kardeşin vardı ya… Ne oldu ona?"

Suna derin bir iç çekti.

"Ah kızım, ah… Aklımdan hiç çıkmıyor onun ölümü," dedi. Dudakları titredi, gözlerindeki yaşa engel olamıyordu.

“Babam,” dedi Suna – yani Zehra’nın dedesi – “çok perişan oldu. En büyüğü on iki yaşında, beş erkek bir kız, altı çocukla ortada kalmıştı.”

Sesi titriyordu, gözleri uzaklara bakıyordu artık.

“Ahırda inekler sağılacak, hamur yoğrulup ekmek yapılacak… Çamaşır, bulaşık, yemek… Tarla, saban… Her şey… Hepsi… Babamla büyük abime kalmıştı. Bir de o zamanın zorlukları, yokluklar...”

Suna sustu bir an. Sessizlikte geçmişin yankısı duyuluyordu. Zehra annesinin kucağında, annesinin saç okşayışlarında, yalnızca bir cevap değil, bir hayatın izini dinliyordu.

Her sabah, baba inekleri sağıp köyün sığır çobanına katarken,
“Keşke karım yaşasaydı da ineklerim, mandalarım ölseydi,” diyerek dertlenirdi.

Suna, yarım bıraktığı o acı anıya geri döner ve Zehra’nın yüzüne bakarak anlatır:

— O gün babam, her zaman olduğu gibi erkenden kalkıp, bacası duvarın içinden çıkan yer ocaklığımızı yakmış; bize çorba pişirmiş, abilerimi doyurup tarlaya çift sürmeye göndermiş, bebeğe süt içirip uyutmuş; ben uyuduğum için üstümü örtüp, inekleri sığıra katmaya gitmişti.

Yeni yürümeye başlayan kardeşim, abimlerle birlikte ocaklığın bulunduğu büyük odada yatardı. Abimler tarlaya gidince, o uyanıp sürünerek ocaktaki köze giriyor... Elleri ve karnı çok kötü yanıyor ve... Daha sonra öldü...
Canım gardaşım, ahh!


Suna;
İçinde tuttukça yakıcılığı artan tüm anılarını bir masal edasında anlatırdı minik kızı Zehra’ya.

Zehra;
Annesinin dizine her başını koyuşunda masal edasında meraklanıyor, gerçek yaşanmış öyküleri —hem de annesinin acı dolu hayatından kesitler— dinliyordu.
O acı anıları dile getiren annenin gözünden düşen her damlanın, kendi yüzüne ve saç diplerine sıcaklığını bırakarak akışına şahit oluyordu üstelik.
Anne; daha çocuk yaşta yaşadıklarının Zehra’nın ileride kişiliğine bırakacağı duygusallıktan bihaberdi elbette.
Zehra ise; her çocuğun içinde bulunan heyecan ve merakıyla sorular sorup, annenin vereceği cevapları pür dikkat dinliyordu.

Suna;
Hayal meyal anımsıyordu üç-dört yaşında yaşadığı bazı anılarını. Öyle ya, aradan onca sene geçmişti; bir de, üçer yaş arayla üç kızı ve bir oğlu bile olmuştu.

Kendisiyle baş başa kaldığında, geçmişinin çocukluğuna ve genç kızlığına ister istemez gidiyor; fakat hemen kendini toparlayıp çocuklarına sarılıp gününe şükredercesine, içindeki hüznün tınısıyla “Ben asla onları annesiz bırakmayacağım.” diyerek kendini avutuyordu.
Zihninde bulanık ve paramparça olmuş film şeridini (aklı ermeye başladıkça kendinden büyük abilerine sorarak öğrenmişti) toplayıp, yine de meraklı çocuk Zehra’nın duyarlı hislerine teslim ederdi tüm acı hikâyesini.

Yine bir akşam Zehra,
“Anne?”
“Buyur kızım?”
“Baban, yani dedem... bir daha evlenmedi mi?”

Gaz lambasının titrek ışığı duvara uzun gölgeler düşürüyordu. Suna, çocuklarının uyuyan yüzlerine tek tek baktı. Her birinde kendinden bir parça, geçmişten bir iz vardı. Zeynep’in kaş çatışı, rahmetli abisi Mustafa’ya benziyordu; Zehra’nın suskunluğu, kendi küçüklüğündeki sessizliğin aynasıydıAma sonra içini bir sancı sarar gibi oldu. “Ah yavrularım büyüdüklerini göremeyeceğim belki evlendiklerinide” diye geçirdi içinden. “Her biri bir başka köşeye savrulacak belki de… Tıpkı benim gibi.”


Suna, içli bir iç çekişle, lambanın fitilini biraz daha kıstı. Gecenin koyuluğu odanın içine çökerken, kendi yüreğindeki karanlık da iyice koyulaşmıştı artık. Uyuyamazdı. Uyusa da unutamazdı. Kendisi de bir zamanlar bir çocuğun gözyaşlarıyla uykuya dalmıştı. Şimdi ise onun çocukları, annenin kucağı yerine ayrılığın soğuk taşına sarılmak zorundaydı.

Pencereden gelen rüzgâr perdenin ucunu hafifçe kıpırdattı. O sarsıntıda Suna’nın gözleri daldı, hafızasının perdesi yeniden aralandı. Yanarak ölen kardeşinin ağıdı düştü içine. Ardından Mustafa’nın cansız bedeni… Koca evin ortasında, üstü beyaz bir çarşafla örtülmüş bir dağ gibi yatıyordu. Kimse ağlamıyordu, çünkü herkes donmuştu.

Suna, çocukluğunun bu keskin hatıralarıyla dolu geceyi sabah etmek zorundaydı. Çünkü sabah olunca ayrılık vaktiydi. Çocuklarını geride bırakıp gidecekti. Ekmeğin ardına, alın terinin ardına, bir lokma umut uğruna...


Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL