Önsöz
Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
Hastalığının, hareket ve konuşma sinirlerine verdiği zarardan etkilenen dili, ağzında zor dönüyordu. Söylediği anlaşılmıyordu ama gözleri her şeyi ifade ediyordu. Aslında, kızının kocasının görevine sevinmişti duyduğunda.
Suna, Halime Anadan izin alarak bazen Halime Anayla, bazen de tek başına babasını yoklamaya gelir; banyosunu yaptırır, kirli çamaşırlarını köy pınarında yıkar; Ayşe Yengenin üzerine babasının yükünü fazla bırakmak istemezdi.
Bu arada Celal’in müjdeli mektubundan da Ali Babanın evdekilerin haberi olmuş, sevinmişlerdi. Suna’ya, “Kurtulacaksın bu köy yerinden,” diye Yenge Ayşe dahi göz aydın dilemişti.
Suna, babasının gözlerindeki sevinci okumaya çalışırken içerden gelen Ahmet Abinin sesiyle irkildi:
“Sunaaa! Haydi sofra başına! Gelirken merdivenli odadaki ekmek teknesinden de üç ekmek al, gel!”
Merdivenli odaya büyük ocaklığın bulunduğu yaz odasının içinden, üç toprak merdivenle çıkılırdı. Bir tür kilerdi burası. Her köy evinde bulunan, o zamanki saklama kapları olan toprak çömlekler, dokuma çuvallar, tahta sandıklar burada yer alırdı.
Çömleklere genelde akıcı gıdalar; üzüm pekmezi, bal, pelver denen kuşburnu ya da erik pekmezi, salça konurdu.
Kıl ve yün ipten dokunmuş irili ufaklı çuvallara, günlük ve yıllığa ayrılarak; bulgur, nohut, yarma, mercimek, kuru fasulye ve bilumum gıdalar yerleştirilirdi.
En büyüğü olan, adına “yayma” denilen çuvallara ise bir kış yetecek kadar ekmeklik un basılırdı; neredeyse evin tavanına değerdi.
Bu ufak odada bir de, en az üç gözlü bir ambar olurdu. Bu gözlerin birinde mutlaka eşek ve atlar için arpa bulunurdu. Diğer bir gözü ise gelecek baharda tarlalara ekilmek üzere tohumluk buğdaya ayrılırdı.
---Ve bir gözünde de, kışların ağır geçtiği bu yörede, köylerde mutlaka bahara çıkana kadar ekmeklik un olacak buğday depolanırdı.
Bu kiler damlarına gelen fareleri kaçırmak ve yok etmek için hemen hemen her köy evinin olmazsa olmazı kedileri ve çoban köpekleri olurdu. O evin bir evladı gibi bakılırdı onlara. Ev halkı sofraya toplanıp oturmadan, ilk onların yemeği verilirdi.
Kışları, neredeyse en az on beş günlük somun ya da ortası delikli düz ekmek ve adam boyu en az üç deste işkefe (kuru yufka) yapılırdı. Bu ekmekler, gürgen veya meşeden yapılmış, her evde büyüklü küçüklü (kışlık, yazlık ve çöreklik) olarak birkaç tane bulunan teknelere yerleştirilirdi.
Fareler yemesin diye, bu teknelerdeki pişmiş ekmekler yerden yukarıda, "koşma" veya "mertek" denilen, evin tavanındaki iri ağaçlara kalın kendir iplerle, bir insan boyu yüksekliğe asılırdı. Çocuklar ekmek alacaksa, ayaklarının altına sekmek ya da sandalye koyarak alırlardı.
Suna, elindeki tepside bulunan çorba kabındaki son kalanını da kaşıkla babasına içirip, bıyıklarına yapışan parçacıkları sildikten sonra:
“Tamam, geliyorum Ahmet Ağa,” diyerek (o yıllarda babaya ve büyük abilere “Ağa” diye hitap edilirdi), tepsiyle merdivenli odadaki tekneden üç ekmek alıp sofraya götürdü. Kendisi de kızı Zeynep’i kucağına alarak Celal’in sol tarafına oturdu.
Yemekler yendi. Üzerine damat Celal’in asker hediyesi getirdiği çaydan demlenip içildi. Akşam hava karardı. Yıldızlar ve ay, varlıklarını haber verircesine ay ışığını pencerenin perdesiz tarafından içeriye yansıtırken Celal:
“Biz kalkalım, geç oldu Ahmet Ağam. Anamlar kaç gündür hazırlık yaptı, yoruldular. Biz de gidip denkleri bağlayalım, sabaha hazır olsun,” dedi.
Bu arada Suna, kızıyla babasının odasına vedalaşmaya gitmişti. Celal odaya geldiğinde, kayın pederin konuşmakta zorlandığını görünce elini alıp alnına koydu, gözlerine bakarak iki elini de öptü.
“Daha yeniyim, işimle ilgili çok şey bilmiyorum Ağam. İzin alabilirsem Suna’yla seni görmeye geliriz. Sen bizi merak etme, olur mu?”
Odadan peş peşe çıkıldı. Dış kapının önünde abi ve yengeyle vedalaşılıp ayrıldılar.
Büyük gelini yanına çağıran Halime Ana, "— Gızım, sen hamuru yoğur, ben fırını yahıp gızdırayım. Celâl’lere azıh’ guru gömbe yapah," derken Suna’ya bakıp: "— Sen de ambar damındaki yayma çuvallardan birer gödek nohut, guru pahla, bulgur, düğü* doldur. Ağızlarını bağla, ahşamdan hazırlayah," dedi.
Bir taraftan da denklenecek yatak yorganları, kap kacağı içine koyacağı orta boy kendir çuvalların yırtık söküklerini kontrol edip dikiyordu. Tayini çıktığı yerin çarşısına, pazarıyla bakkalına alışmak zaman alırmış diye, "— Gurbet el’de garip kim? Kör odur gızım... Bir zaman sonra elin gurbeti sılan olur ama bunlar şimdilik ılazım sana," diyerek, evde zaten çok olmayan eşyalardan birkaç adet konarak denkler hazırlandı.
Sabah, uzaktan hısım ve komşu olan Kır Mehmet’in traktörüne yüklenmek üzere, hayadın* bir köşesine bırakıldılar.
Notlar: (* azıh: yol erzağı, seferlik yiyecek * yayma: ince dokunmuş, sergilik ya da çuval bezi * gödek: küçük ölçekli * guru pahla: kurutulmuş taze fasulye * düğü: ince bulgur * hayad: evin avlusu, taşlık kısmı)
Halime Ana’da; oğlunun devlet kapısında bir işi olmanın sevinci, yerini ayrılık hüznüne bırakmıştı. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor ve orada her kim varsa ona çaktırmadan sırtını dönüp, önündeki basma çiçekli önlüğüne gözlerini ve burnunu silerek, yine başladığı hüzünlü ağıt türü maniyi söylemeye devam ediyordu.
Ulaşımın ve iletişimin kıt olduğu o yıllarda, kendi ülkenin bir başka şehrine gitmek dahi anaların içinde büyük bir hüzün uyandırırdı. Evlattan ayrılmak çok acı olduğu gibi, gidilen yer de zalim gurbet olurdu.
Erkenden uyanan Halime Ana, yolculara o meşhur tereyağlı ve soğanı bol mercimekli hellesinden pişirip, yanına taze çökeleklerini de koyarak sofrasını hazır etmişti.
Gurbetin yolları uzundur uzun. Gışın gelmesen de beklerim yazın. Yolun açıh olsun ey oğul, dinlensin sözün, Ananı habersiz goyma burada…
Bir taraftan da mırıldanıyordu ki, arkasına döndüğünde Celal, gözleri dolmuş anasını izlerken gördü.
“Sen bana bakma oğul, ana yüreği işte... İyi ettin git oğul, düşünme sen buraları.”
Diyerek çarçabuk toparlanıp, gözlerinden yüzlerine yayılan tebessümüyle baktı oğluna.
Herkes bu sabah erkenden kalkmıştı. İstasyon komşu köydeydi ve gidilecek yol da pek kısa değildi. Yemekler yenmiş, denkler kapının önüne taşınmıştı. Gır Mehmet, traktörü kapının önüne doğrudan değil de yan eğlemiş, römorkunu hayadın kanatlı kapısına yanaştırmıştı.
Bir elinde çalı süpürgesinden kopardığı ve kürdan yerine kullandığı ince çöpü dişinin kovuğuna sokup, sabah yediği kavurmadan kalan artıklarını çıkarıp, pırt diye dilinin ucuyla yere atıyor; bir elinin işaret parmağıyla orta parmağı arasına kıstırdığı birinci sigarasından derin bir nefes çekerek Sadık Ağa’ya, Hasan’a sesleniyordu:
“Hani nerdesiniz yav? Yükleyin şu denkleri de, bırakayım çocukları Sadık Ağa’m!”
Sesi duyan ev halkı dışarı koşturdu. Erkekler bir bir denkleri traktörün vagonuna yüklerken, kadınlar içeride birbirlerine sarılıp vedalaşıp ağlaştılar.
Sırayla yeğen çocuklar öpüldü. Babaanne ve dede, Zeyneb’i durup durup öpüp sevdiler.
Suna, kayınbabının ve büyük kayınbirader Hasan abinin ve Hamdi abinin elini öptü. Celal baba ve anasının elini öpüp sarıştılar. Abileriyle ayrı ayrı kucaklaşıp vedalaştı, yengelerine tek tek: “Allaha ısmarladık,” dendi.
Suna, ev halkının üzüntülü ve ağlamaklı bakışları eşliğinde, kucağındaki kızı Zeynep’le sekmene* basarak, Gır Memed’in traktörünün römorkundaki eşyaların üstüne oturtuldu. Celal, büyük tekerin üstüne, Gır Memed’in yanına bindi. Sonra köylüler ve kızlarını yolcu etmeye gelen Ahmet abi, Ayşe yenge ve Şehriban hala da ağlamaklı bakışlarla, köyün yamacını aşana kadar peşlerinden el sallayıp: “Hızır yoldaşınız olsun,” dualarıyla, şans dilenerek uğurladılar.
Gır Mehmet, komşu köydeki tiren istasyonunun bekleme salonunun kanatlı kapısının önüne indirdiği yükü, Celal’le birlikte istasyonun arka tarafındaki yolcu tireninin peronuna taşıdıktan sonra:
“Hadi yolunuz açık olsun, güle güle gidin Celal’im. Sizi uğurlardım ama köye gidip tarladaki işçilere yengenle yemek götürmem lazım,” dedi.
“Çok sağ ol abi. Eşyaları ve bizi istasyona getirmen bile büyük bir iyilik oldu bize, Allah razı olsun senden. Yoksa ağalarım ve atlarla zor olacaktı onca yolu gelmek, toz toprakta kalacaktık,” derken, traktörüne çoktan binip çalıştırmıştı bile Gır Mehmet.
Demir yolu çalışmalarından dolayı neredeyse bir saat tehirli gelen posta tireni, kulakları acayip şekilde çınlatan güçlü bir düdük sesiyle ve kömürle, buharla çalışan lokomotifin fren yaparak durmasıyla, perondaki tüm yolcularda ani bir ürkeklik yarattı.
Bir Çocuğun Hafızasına Kazınan Tren
Annelerinin kucağında uykuya dalmış bebeklerin bir kaçı, şaşkın gözlerle etrafa bakarken; henüz üçüncü yaşından on gün almış olan Zeynep'in korkudan ağlamasına sebep oldu.
Eşyaları yük vagonu görevlisine teslim edip yanlarına dönen babasının kollarına atılıp boynuna sımsıkı sarılırken, ilk kez gördüğü; simsiyah demir canavarın tepesinden su içişini, babasının omzuna gömdüğü kafasını arada kaldırıp merakla izledi.
Celal, Suna’nın binmesine yardım ettikten sonra kucağındaki Zeynep’i anneye verip, tahta bavulu ve yolda yiyecekleri haşhaşlı çörek ve taze peynir, kuru gömbe bulunan azık çantasını da eline alıp koridora çıktı. Üç demir basamağı birer birer çıkıp kompartımana geçtiler ve karşılıklı cam kenarlarına oturdular.
Zeynep, pencere önündeki ufak sehpanın üzerine bastırarak dışarıyı seyretmesine yardımcı olan babaya ve anneye gülücükler dağıtırken; hayatına girecek olan yeni bir başlangıcın farkındaydı sanki. Saf çocuk hislerinin sevinciyle gözlerinin içi gülüyor, başı seviyesinde yarı açık camdan bir içeri bir dışarı bakıyor, arada rüzgârın esintiyi terse çevirmesiyle simsiyah dumanın yüzünü yalayıp geçişini; gözlerini yakmasına aldırmadan çocuksu bir kahkahayla oyuna çeviriyordu.
İlk görev yeri olan ilçe karakolunun lojmanına eşyalar inerken; rengârenk çiçekli, basmadan bol fırfırlı tulbalar (tüy yastıklar), elde dokunmuş köy kilimleri, bakır kap kaçağın isli görüntüsü, yine köy yerinden bir askerin daha görevli geldiği yansıması veriyordu; tahta çerçeveli, ufak camlı, el örgüsü dantel perdelerin arkasından bakan meraklı subay hanımlarına...
Birkaç ay sonra o meraklı gözler topluluğu, köyden yeni gelen bu yeni komşuya “Hoş geldin” demek ya da meraklarını gidermek için, “Yarın öğlen lojmandan subay ve çavuş hanımları size hoş geldine gelecekler.” diye haber saldılar. Haberi ileten, on yaşındaki komşu kızı Emine’ydi.
Suna, çocukluğundan beri köyünden başka yere çıkmamış, köylü saflığında bir tavırla: “Buyursun, gelsinler.” dedi ve ardından gözleriyle, inene kadar dar ve yüksek tahta merdivenleri takip etti; ahşap evin alt kattaki bahçe kapısına inene dek.
Kahverengi, iri gözlü, kıvırcık saçlı bu güzel kız, haberi, misafirleri organize eden Hanife Hanım’a iletip başladığı oyununa geri döndü.
Suna’yı ertesi günün ikramları için bir telaş almıştı. Ne de olsa köy kızıydı; pasta, tatlı gibi şeyleri pek bilmezdi ve bu şehrin acemisiydi. “En iyisi güzel bir sütlü pişi kızartıp bat yapayım.” dedi içinden.
Eh, telaşı geçmişti hemen. Nede olsa onları çok güzel yapardı ve evde bolca un, mercimek, düğü vardı. Artık kocasına söyler, geri kalanını çarşıdan getirtirdi akşam.
Hemen, sadece evden karakola bağlı olan, yandan çevirmeli, sütlü kahve renginde olan telefonun ahizesini ilk kez kaldırırken sanki elleri titriyordu. Saat yönünde üç-dört numara çevirdi ve karşısına bir asker çıktı.
“Alooo...” Ürkek ve çekingenliği ses tonuna yansımış bir kadın sesiydi bu. Askerler, subay hanımlarından alışkındı bayanların arada bir de olsa aramalarına.
“Buyur yenge.” “Celal Başçavuş orada mı acaba?” “Yan odada yenge, hemen çağırayım.”
Celal telefonun başına geçtiğinde: “Buyur Suna.” Suna, telefonda yine titrek bir sesle, “Yarın lojmandaki subay ve çavuş hanımları bize gelecekmiş,” diyerek evde olması gereken eksikleri Celal’e alıp akşama getirmesini söyledi. Sonra ahizeyi adeta ondan kurtulurcasına “tak” diye yerine bıraktı.
“Sanki neden bu kadar heyecanlanıp korktum ki?” diyerek geçirdi içinden. Sanki karşısındaki o yabancı askerle yüz yüze mi gelmişti? Bu utangaçlığa kendisi bile anlam veremedi.
Misafirler birer ikişer girdi içeri. Hoşbeşlerden sonra ikramlar çayla birlikte getirildi. Çok hoşlarına gitti; pamuk gibi yumuşacık pişiler tabak tabak yenildi, ekşili cevizli koca bakır kazan dolusu Tokat yapraklı Tokat batı afiyetle yendi.
Suna mutfağa gittiğinde, aralarında onun hakkında fısıltılar başladı: “Çok da sessiz ve hamarata benziyor.” “Onu da aramıza alırız. Gariplik çekmez, yazıktır...”
Kendi kendilerine karar mercileri gibi davranıyorlardı.
"Memleket neresi?", "Çocuk kaç tane?" Haberleri alındıktan sonra merakları az da olsa giderilmiş olarak uğurlandılar.
Genellikle köylerde yaşanan vukuatlar ilçe jandarma komutanlığı karakoluna sonuçlanıyordu. Bazen bir tarla sınırı kavga sonucu yaralanmalar oluyor; köyden köye veya köy içi kız kaçırma ya da tecavüz olaylarından kötü gidişatlar, küslükler olduğu kadar, iki tarafın anlaşmalarıyla iyi sonuçlar da doğurabiliyordu.
Celal, kendi üst komutanının talimatıyla emrindeki askerlerle birlikte, at üzerinde verilen görevleri titizlikle, dürüstlükle yerine getirerek karakolda sevilen, sayılan bir uzman çavuş olarak kısa sürede o yörede nam yapmıştı.
Ve bu tür olaylarla karakola düşüp kötü muamele görebileceğini düşünen aile veya hısım-akraba evlatlarının, en azından mahkeme gününe kadar korunup kollanması için Celal Çavuş’un iyi niyetine sığınan köylüler, sonrasında da çavuşlarının evine hediye olarak süt, yumurta, tavuk, hatta bir çuval koyun yünü ile minnettarlıklarını iletiyorlardı.
Suna, Celal’in asker dönüşünde köyde hamile kaldığını, buradaki evine yerleştikten sonra müjdeledi kocasına. Dördüncü ayında düşük tehlikesi yaşadığı ikinci bebeğin doğum sancılarının başladığını, daha önce komşulardan adını öğrendiği, mahalle ebesi olan ve sık sık hamileliğinde kontrole gelip "koca karı yöntemiyle" düşük tehlikesinden kurtaran Yıldız Hanım’ı çağırması için, gece nöbetten gelen Celal’i uyandırıp gönderdi.
Sıkı sıkıya tembihledi: "Gelirken Sadet Hanım’ı da söyle. Yardımcı biri lazım şimdi."
Sadet Hanım, Celal’den yaşça büyük; görev arkadaşı ve yakın komşuları olan Niyazi Başçavuş’un eşiydi.
Doğum, sabah ezanına doğru gerçekleşti. Ebe, Çavuş’a müjdeyi bir savaş kahramanı edasıyla verdi:
“Nur topu gibi bir kızın oldu. Sağlıklı, analı babalı büyüsün maşallah,” diyerek kundağı babanın kucağına bıraktı.
Çavuş, oturduğu koltuktan sedirdeki yatağında uyuyan büyük kızı Zeyneb’e bakarak, biraz da latifeyle, “Kız olduktan sonra yanımda var bi tane,” dedi. Gerçekte bir erkek bebek beklediğini vurguluyordu sanki.
Ebe kadın, doğan bebeğin kulağına ismini üç kez dua ile fısıldadı: “Zehra, Zehra, Zehra...”
Suna, kızların bakımı ve ev işlerinden kalan zamanını, komşu kadınlardan aldığı nakış örneklerini patiska bezlere işleyerek; karyola takımları, yastık örtüsü, kırlentler yaparak değerlendiriyordu. Evini, bir şehir ve Çavuş hanımı evine dönüştürüyordu adeta.
El dikişini genç kızlığında, abilerinin pantolonlarına süvari yamaları dikerken öğrenmişti. Halime Ana, onun evdeki erkeklerin yırtık söküklerini gözetip diktiğinde maharetini takdir ederdi.
Şimdi artık bir de Singer marka dikiş makinesi vardı. Kendi çocuklarının kıyafetlerini, kendi entarilerini ve Çavuş’a Sümerbank’ın dikine çizgili kumaşlarından pijamalar dikiyordu. Hatta komşuları da çocukları için bir şeyler diktiriyorlardı ona.
Celâl Çavuş'un iyi niyeti, yöre halkına yaptığı iyilikleri karşılık buluyor; hangi köyde düğün, eğlence varsa, Çavuş baş köşeye oturtulur, çilingir sofralarda ağırlanır olmuştu.
Köy yerinde büyümüş, gözü Suna’dan başka kız görmeyen Celâl’in ince uzun boyu, yakışıklığı bu yöredeki kızların dikkatinden kaçmaz olmuş; halay ve horan çekmek için meydana çıkan Çavuş’un elinden tutmak için, içten içe kimseye çaktırmadan âdeta yarış ederlerdi.
Çavuş, göreve başladığından bu yana her yaz Suna’yı ve çocukları yolcu trenine bindirir; kendisi de Jawa marka motosikletine biner, karısıyla kızları trende, yarış edercesine memlekete kadar demir yoluyla kara yolunun paralelinde yolculuk ederdi.
Suna, çocuklara motosikletin üstündeki babalarını gösterir, camdan el sallatırdı.
Bu memleket yolculuğu, genelde Çavuş’un senelik izinlerine denk getirilirdi ve köye, Sadık Ağa’ya önceden yazılan bir mektupla bildirilirdi. Orak harman işlerinin yoğunluğunda yardım için mutlaka insana ihtiyaç vardı ve Çavuş en çok on gün kalabilirdi.
Suna; temmuz, ağustos’ta köyde kalıp Halime Ana’ya yardım eder, kendi kışlık yiyeceklerini hazır ederdi. Bulgur kaynatılır, kışlık un için buğdaylar yıkanıp damlarda çul üstünde kurutulup çuvallanır; kağnılara yüklenip, Sadık Baba tarafından komşu köyün değirmenine öğütmeye götürülürdü.
O yaz, Suna’yı, beş yaşına basan büyük kızı Zeynep ve yeni yürümeye başlayan Zehra’yı köye bırakan Celal, özgürlüğün tadını yine bulunduğu kasaba ve köy düğünlerinin içkili çilingir sofralarında, gençlerin halaylarına eşlik ederek geçirdi. Ve bu kasabada bulunan yakın komşularının oğlunun düğününde bulunup doyasıya eğlenmişti.
Genç kızların, düğün evinin duvar dibine konan sedirin üzerinde sırasıyla oturup “Çavuş’la hangimiz halaya çıkacağız bakalım?” bahsiyle yarış içine girdiği konuşmada; Leyla, kendinden daha güzel ve uzun boylu olan bu kızların yanında hiç şansının olmayacağını düşünüp bir anda ortaya atlayıp Çavuş’un elini yakalar ve daha önce hiçbir düğünde katılmadığı halaya da böylece ilk adımı atmış olur.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.