Önsöz
Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
“Bak ağa*… Altı ay eğitimden sonra gelecekmiş köye, yani askerliği uzatmış,” dedi ve sağ kaşını yukarı kaldırarak konuşmasına devam etti: “Sonrası... Geliniyle çocuğunu alıp, işi hangi şehrin karakolundaysa oraya götürecekmiş.”
Bir an durdu, sonra içini çekerek söylendi: “Bah, gördün mü ağa… Oldu bitti, tarla tümp* işine gönüllü gitmezdi zaten! Hem bu sene işimiz daha da zor. Gelinlerin ikisinin de yeni bebekleri var. Harmanı sürmek, pancar çapası, pancarın sökümü, tarlaların sürülmesi… İş çok bu sene. Ben yalnız başıma bu işlerin üstesinden nasıl gelirim, bilmem. Hamdi’nin teskeresine de daha üç ay var... Daha, off yaa! Off!”
İsyanı kulaklara dolmuştu. Ortalık bir süre sessiz kaldı. Sonra baba söze karıştı, yavaş ama tok bir sesle:
“Ne güzel işte… Dövlet kapısında bir işi oluyor oğul. Kimseye muhtaç olmadan geçinip gider.”
Ama Hasan’ın gözleri küçülmüştü. Biraz da içten içe kıskanır bir halle, homurdanarak konuştu:
“Oldum olası haylazın tekiydi zaten! Ufak kardeş diye her yaptığını sineye çektik...”
Bunları söylerken yan gözle Suna’ya bakıyor, sanki bütün bu olanların sorumlusuymuş gibi ima edercesine bir bakış atıyordu. Burnundan soluyarak, kızgın bir boğa gibi konuşmasına devam etti. Ağzına geleni ileri geri sayıyor, sözünü esirgemiyordu.
“Büyük abi büyük dedük, yüz göz olmayalım dedük, şimdi de bütün işi üstümüze bırakıp hepten gaçıyor! Bah hele bah!”
“Oğlum… Sekiz on goyunla, üç beş evlek* araziden başka neyimiz var? Nüfuzumuz artıyo. Varsın onunda maaşlı bir işi olsun. Hem bizim de hastalığımıza neyim, bahıyomuş devlet.” Dipnot ” Ağa, kelimesi sadece toprak sahibi ya da zengin kişiler için değil, ailenin büyüğü, baba, kayınbaba, hatta büyük abi için de bir saygı unvanı olarak kullanılmıştır.
Tarla tümp: Tarlaya bitişik ama işlem görmeyen, atıl arazi.
Evlek: Küçük arazi birimi; yörede kullanılan ölçüm ifadesi.
Suna, Celal’in askeriyedeki işe girdiğini duyunca içi içine sığmadı. Kalbinde bir sevinç, göğsünde telaşla karışık bir çarpıntı belirdi. Bu güzel haber yüzünü bir anda sarartıp bir anda bozarttı. Ama belli etmek istemedi duygusunu. Sessizce yerinden kalktı, başlı bıraktığı inek sağma işine dönmek üzere ahıra gitti.
Evde ise bu mesele, ağabeyi Hasan ile yengesi Gülüzar arasında gitgide büyüyen bir gerginliğe yol açıyordu. Gün geçmiyordu ki Celal’in adı geçmesin, söz kavgaya dönmesin. Bazen gece olunca odalarına çekilen karı koca, uzun uzun konuşur, tartışırdı:
“Ya Celal karısını, çocuğunu da alıp giderse? O zaman yaşlı ana babasıyla bu kadar iş kimin omzuna kalır?” Günlerce süren bu kaygılar, evin duvarlarına bile sinmişti sanki.
Bu tartışmalar başladığında Suna, sessizce çekilir, ağzını bile açmazdı. Hâlâ büyüklerine gelinlik diken o narin elleriyle bahraçları toplar, ya köy pınarından su getirmeye giderdi ya da hayattaki hezenlere urganla asılmış yayığı yayar, çökelek peyniri yapar, ahırda bacada yapılacak bir iş mutlaka bulurdu kendine. Her günün bir işini, her işin bir sabrını taşıdı yüreğinde.
Çünkü bilirdi; her yeni gelin gibi onun da bu ailede söze karışmaya hakkı yoktu. Büyüklerin arasına girmek haddine düşmezdi. Saygısını hiç eksiltmeden, kırılmadan, kızmadan, kalbini büyüterek bekledi Celal’i. Sabırla, sessizlikle, umutla…
Böylece Celal’in kalan altı aylık eğitim günlerini sabırla bekliyor, içindeki sevincini de kimseye çaktırmamaya çalışıyordu. Celal’den, askerliğinden söz edilse bile bir iş bahane ederek eltilerin laf sokup canını acıtmalarından kaçıyordu. Kendince iç sesiyle konuşuyor, “Yakında bu evden gideceğiz… Kavgasız, gürültüsüz, kimseyi kırmadan gitmeliyim,” diyordu.
Fakat Celal’in köyden, evden gidişine sinirlendikçe burnundan soluyan Hasan abi, babanın buyurduğu her işe isyan bayrağı kaldırıyor:
“Bırak onları da Celal yapsın gelince. Nasıl olsa bir ay buradaymış,” diyerek ufak tefek şeylere münakaşa çıkarıyordu.
Hamdi de daha önceden sözlüsü olduğu komşu kızıyla, Celal’in peşinden apar topar evlendirilmişti. Oğulları olmayan kız evine iç güveyi gitmişti. Arada babasıgile işe el atmak için Hasan abiyle tarla sürmeye, dağa oduna, çapaya, kocabaş (şeker pancarı) sulamaya giderdi. Gençliğin verdiği yüksek enerjiyle hem kayınbabasının, hem de kendi babasının işlerine el atardı.
Hamdi, bir gün genç öküzleri alıp ırmak kıyısındaki tarlayı sürmeye gitmişti. Celal’in tekini yardan yuvarladığı öküzün eşi, epey yaşlanmıştı. Ama yine de yanına eşeği koşunca çift sürmeye yarıyordu.
Sadık Ağa, eşekle komşu köydeki bir arkadaşının oğlunun düğününe gidince, Hasan abi, Suna geline ve üçüncü çocuğuna yedi aylık hamile olan eşi Gülüzar’a, “Bugün birlikte gidiyoruz tarlaya, ona göre azık alın yanınıza, işimiz çok!” diyerek gözlerini patlatarak emirler yağdırıyordu.
Halime Ana dâhil evdeki tüm kadınlar, onun bu asabiyetli hallerinden pısmışlardı. Kimse sözüne itiraz etme cesaretini kendinde bulamazdı. Karısını öyle bir döverdi ki bazen kadıncağız komşu damlara, evlere gizlenirdi. Sadık Baba bile önüne çıkmaya cesaret edemezdi. Ancak komşular aracılık yaparak kurtarırlardı onu, o asabi halleri geçene kadar. Gülüzar, gelini salmazlardı evden.
-------------- Kayalığın Bayırı
Hasan Ağa, öküzün ipi elinde, önde; iki elti gelin, azık çıkını kollarında, peşinde… Kayalık denen, köyün ormanlarının eteğindeki bayır tarlaya vardılar.
Gülüzar gelinin hamileliği ağırlaşmış, bedeni işi kaldıramaz olmuştu. Bunu bilen kocası, Suna’ya dönüp dedi:
“Gelin, öküz tek... Bu bayır tarlada zor gider. Sen de koşumun diğer tarafına geç de bugün bitirelim şu tarlayı. Yarın başka işimiz var.”
Suna, itiraz edecek halde değildi. Kara saban toprağa her gömüldüğünde, adım atmak zorlaşıyor; bir yandan da Hasan Ağa, elindeki modulla*—(tam ucuna maden çivisi çakılmış uzun bir değnek) le—öküze vururken, arada onun ayaklarına da indiriyordu.
Abisinin bunu neden yaptığını çok iyi biliyordu Suna. Canı yandıkça için için ağladı ama gözyaşını kimseye göstermedi. Kızgınlığının Celal’e olduğundan emindi. O askerden dönmeden, intikam alırcasına, Celal’in karısına eziyet ederek içindeki kini dindirmeye çalışıyordu.
Suna, bu yaşananları kimseye anlatmadı; evde kavga olmasın, huzur bozulmasın isterdi. Gerçi bu yörede, fakir köy ailelerinin tek öküzünün yanına eşek, at ya da genç kadın veya erkeklerin koşulduğu hep olmuştu.
Bunu bilen Suna, çok da umursamaz görünse de; abisinin bir hayvana gösterdiği hoyratlığıda , kendisine yaptığı vahşice eziyete de için için üzülürdü.
Günün ortası olmuştu. Güneş, bayırın sırtına abanıyor, toprak kavruluyordu. Sabanın demiri her geçişte bir inleme gibi iç çekiyor, Suna’nın beli gitgide bükülüyordu. Ama dilinde tek kelime yoktu. Yalnızca toprağa eğilmişti, hem yüreğini hem sırtını sürüyordu sanki kara saban.
Gülüzar, azık çıkınını bir kenara bırakıp gölgeye oturdu. Karnını okşayarak sabırsız bir nefes verdi. “Bu çocuk da pek hoyrat tekmeliyor içimi” diye mırıldandı. O sırada Hasan Ağa, sabanı bir kenara savurup azığa yöneldi.
Suna ise sabanla birlikte orada, öküzün yanında kalakaldı. Ayakları zonkluyor, tabanları nasırlaşıyor ama içindeki asıl sızıyı hiç kimse bilmiyordu. O an, rüzgâr birden bayırdan aşağılara doğru indi,.Suna başını kaldırdı, gözlerini kısıp baktı. Hasan ağası bir güzel yumulmuş yemeğini yiyordu. “Celal şimdi olsaydı,bu olanları görseydi ” dedi içinden,
Ama Celal yoktu. O, Uzman çavuş olma derdinde ydi.
Uzman Çavuş Celâl Vatani görevini ve altı aylık uzman çavuşluk eğitimini tamamlayan Celâl’e ve aynı eğitimi alan arkadaşlarıyla birlikte kaldığı koğuşa komutanları geldi.
Odada bulunan uzman çavuş adayları, komutanı görünce hep birlikte hazır ola geçip asker selamı verdiler. Komutan, göz ucuyla herkesi süzüp ardından:
— Rahat olun çocuklar, şimdi sizinle konuşacaklarım var..
Askerler birbirlerine merak ve şaşkınlıkla bakarken, komutanlarını dikkatle ve biraz da endişeyle dinlemeye başladılar. Komutan, elindeki evrakları dağıtırken konuşmaya devam etti:
— Çocuklar, daha önce uzmanlık belgelerinizi törenle teslim aldınız. O belgelerin bir kopyası da bizde saklı. Fakat şimdi size vereceğim evrak, görev alacağınız yerin tayin belgesidir. İçerisinde ayrıntılı olarak her şey yazıyor. İyice okuyun, öğrenin ve zamanında görevinizin başında olun. Hepinize başarılar dilerim.
Komutan bir an durdu, sonra gülümseyerek ekledi:
— Şimdi size bir ay izin. Memleketlerinize gidin, ailenizle hasret giderin, hazırlıklarınızı yapın. Yolunuz açık olsun.
Komutan odadan ayrılırken tekrar hazır ola geçildi, asker selamı verildi. Herkesin yüreğinde yeni bir başlangıcın, belki de hayat boyu sürecek bir yolculuğun ilk adımı atılmıştı. ------_------
Memlekete Dönüş
İçindeki kaygı ve sevincini, karının tam üzerindeki tatlı bir sancıyla karışık, acı bir hissi sarmaş dolaş yaşayarak varır memleketine. Komşu köyün tren istasyonunda inen Celal’i, abisi Hamdi karşılar. Hoş beşten sonra bavulu eşeğe yüklerler. Yamacı dik ama kestirme olan yoldan köye aşağı inilirken, haberi alan köylüler — Halime Ana ve Sadık Ağa — hayatın dış kapısının önüne, oturmak için meşe küğünden yapılmış sedire kurulmuş; yamaçtan inecek olan Çavuş oğlunu sabırla beklemektedirler.
Celal, altı aylık askerken dünyaya gelen kızı Zeynep, iki yaşına gelmiş; yaşça kendisinden iki üç yaş büyük olan ve aynı evde yaşayan kuzenleriyle evin avlusunda oynamaktadır. Gülüzar Gelin, ocaktaki yemeği Suna’ya bırakmış; çocuklara göz kulak olmaktadır. Arada da Halime Ana’ya çay dökmektedir.
Böyle durumlarda, gurbet özlemiyle anne babanın asker oğullarına göstereceği şefkatin kıskançlığını hat safhada yaşayan Hasan, bugün erkenden atına binip komşu köydeki asker arkadaşıyla hasbihâl etmeye gitmiş; bunu da sadece karısı Gülüzar’a söylemiştir.
İçeride biri daha vardı. Heyecanını ve sevincini içinde yaşayarak, sabırla bekleyen biri… Yazlık büyük odanın giriş kapısının karşısında bulunan ocaklığın, ateş yanmayan boş bölümüne — soğumaması için — ateşe ne çok yakın ne uzak, yemekler kalaylı bakır kazanlarla sırasıyla dizilmişti.
Asker oğulla büyük yer sofrasına, evin erkekleri ve anası birlikte oturup hasret giderilecekti bugün.
Kadınlar ise diğer, biraz daha ufak olan kışlık odada yerlerdi hep. Ya da erkekler tarlaya tapana gidince burada yerlerdi. Buralarda töre böyleydi; kayınbabayla, büyük kayınlarla gelinler aynı sofraya oturamazdı. Bu, saygısızlık sayılırdı.
Yıllar geçmiş, çoluk çocuğa karışılmış, biraz daha kıdemli gelin bile aynı sofrada yemek yerken yaşmak çekerek yerdi. (Başındaki tülbentin bir ucunu tek eliyle uzatıp, ağzını kayınbaba görmesin diye kapatarak yemek yemek… Gün boyu da tülbentin iki ucunu birleştirip yaşmağı — ağıza bir maske gibi — kapatarak yaşamak… Yaşmak, bir anlamda gelinlere “sessiz konuş”, “gelinlik yap” diyerek büyüklere olan saygıyı ifade ediyordu.)
Suna ise dışarıdakilere çaktırmadan, odanın penceresinden gizli gizli köyün yamaç yoluna bakıyordu. Uzaktan seçemese de, her inen eşekliyi onlar sanıp, kalp atış desibeliyle kızarıp bozarıyordu.
Kahrolası şu töreler! Neden o da gidip dışarıdakilerle bekleyemiyordu kocasını? Ne yazık ki Anadolu kadınlarının kaderi hep aynıydı.
Aha! Göründüler, geliyorlar!” dedi Sadık Ağa, yerinden bir ok gibi fırlayarak kalktı. Sağa sola bakınarak iki üç adım yürüdü. Sonra, aklına ne geldi bilinmez, geri dönüp yerine oturdu. Uzun uzun dikip gözlerini, köyün yukarı mahallesindeki derenin üstündeki köprüden geçip, elli adım sonrası anayla kendi evlerinin avlusuna girene kadar baktılar gelen oğullarına.
Vatani görev ve çavuşluk eğitimi süreciyle birlikte evinden bu kadar süre ayrı kalmayı ilk kez yaşayan Celal, bavulları yüklü eşekle; abisi Hamdi’yi gerisinde bırakarak, koşar adım bir çırpıda, yirmi yirmi beş adımlık hafif bayırda olan evine vardı. Dış kapının önündeki ağaç kütüğünden yapılmış ve yan yana dizilmiş sekmenlerin üzerinde oturan anneye şöyle bir baktıktan sonra, ilk olarak evin babasının elini öptü.
Sadık Ağa da, “Hoş geldin,” diyerek onun iki yanağından öptü, kollarını boynuna dolayarak sımsıkı sarıldı.
“Hayırlı olsun oğlum,” diyerek sarılmayı bıraktı.
“Sağ ol baba.”
Halime Ana, bu arada askere giderken cılız, solgun Celal’in değişimine dalmış, baba oğulu izlerken bir yandan da, “Sen kilo mu aldın oğul? Elin yüzün değişmiş, sanki boyun daha da uzamış. Anan yanında güdük kaldı, gördün mü?” diyerek, sevecen gözlerinden şefkat duygusu dışarıya fışkırırcasına durup durup sarıldı, öptü, kokladı en ufağı, son beşik oğlunu.
Evdeki yengeler, yeğenler hepsi sırayla "Hoş geldin," dedikten sonra ortalıkta düşe kalka dolaşan kızı kucağına alan Halime Ana, oğluna:
"Bu senin kızın Zeynep," dedi.
Celal’in içinden ılık bir şey aktı. Ne olduğunu o an o da bir ad veremedi ama sanırım babalık duygusunun ilk belirtisi düşmüştü yüreğine. Ne yazık ki, törelerinde büyüklerin yanında çocuk sevmek çok ayıptı. Bu yüzden bu duyguyu gece odasına kadar içinde tutmalıydı.
Hasan Abi, komşu köydeki arkadaş ziyaretinden eve geç vakitte geldiğinde herkes çoktan uyumuştu. Ahıra atı bağladıktan sonra, hayatın giriş kapısının hemen sağındaki kendi odasına uyumaya gitti.
Ertesi sabah erkenden kalkan Halime Ana, yeni yaptığı tarhana çorbasından kalaylı sahanı doldurduktan sonra, yaz odasının sedirindeki kepek yastığa yaslanmış, pencerenin dışına demirden basitçe yapılmış parmaklıklara antenini bağladığı radyonun hışırtılı sesinden "Yurttan Sesler Korosu"ndan türkü dinleyen Sadık Ağa’ya yaklaştı...
“ Sıcak sıcak iç şu çorbanı. Buzağıları bu sabah sen götür yaylaya. Oğlanlar, gelinler biraz uyusun. Kalkınca büyük torunu salarım sana,” dedi.
Yer sofrasına dizilen kaşık seslerini duyanlar, tek tek uyanıp odalarından yaz odasına, yemek yemek için toplanıyordu. Suna da Zeyneb’in elini yüzünü yıkayıp, temiz elbisesini giydirdi. Yer yataklarını toplayıp her zaman olduğu gibi yüklüklere üst üste yığdı. Sonra yaz odasına, erkeklerin bulunduğu sofraya, ocaktaki közde ekmekleri ısıtıp getirdi.
Halime Ana, oğullarının çorbalarını kalaylı ufak taslara doldururken, büyük gelin Gülüzar’a kilerin anahtarını uzatıp,
“Çemberli sandıktan kavurma koy, al şu guşganeye,” dedi ve kalaylı, kenarları kertikli bakır tabağı uzattı.
Peşinden ekledi; içi sırlı ufak küpleri ve ağaçtan yapılmış yağ küleğinin yerini tarif ederek:
“Bal, yağ, çökelek, peynir goda getir hadi, gızım.”
Dipnot:
“Yüklük”, geleneksel Anadolu evlerinde yatak, yorgan, yastık gibi eşyaların saklandığı dolap ya da duvar içi gözlerdir. Genellikle ahşaptan yapılır ve odanın bir köşesinde yer alır. Kapaklı olur, bazen işlemeli ya da perdeli de olabilir. Eskiden gündüz toplanan yer yatakları bu yüklüklere kaldırılırdı.
Guşgane: Genellikle kalaylı bakırdan yapılan, kenarları oymalı veya kertikli, servis tabağı olarak kullanılan büyük tabak. Sadece eve gelen misafirlere ikram edilen özenli çaydan demlemişti bugün. Hasan Abi, sabah Celal’i görmüş, “Hoş geldin,” demişti. Her ne kadar gıyabında söylenip dursa da, yüzüne bakınca gözlerindeki sertlik yumuşamış, dudaklarının kenarı belli belirsiz bir tebessümle kıvrılmıştı.
Şakayla karışık takıldı anasına: “Senin oğlan geldi diye bu tantana ha? Bize kavurmayı koklatmazdın ana. Kilerin anahtarını gündüz kuşağına sokar, gece de yastığının altına koyardın. Bir türlü ele geçiremedim. Vallahi bir gün dibine darı ekecektim, haberin olsun!” Bu sözler üzerine kahkahalar yükseldi. Gülüşmelerin arasında Hamdi ve Celal de katıldı şakaya: “Anam, bir yıllık aşlık kavurmasını bir günde silip süpüreceğimizi bilir abi. Ondan saklar ya o anahtar hep kayıptır bize!”
Kadınlar hafif mahcup, hafif sabırsız... Gelinler, odanın bir köşesinde diz çöküp başlarıyla işaretleşiyor, sofraya icabet için Halime Ana’nın bakışını bekliyorlardı. Halime Ana ise başını ağır ağır çevirip birini süzüyor, sonra diğerine dönüyordu. Gözlerinde hem yılların otoritesi hem de yorgun bir tebessüm vardı. “Eliniz dursa da diliniz durmaz... Hadi kızlar, örtüyü serin, yemeğe geçsin millet,” dedi sonunda.
Ve işte o an—kilerde saklanan nevaleler, bayramlık gibi özenle çıkarılıp sofraya yerleştirilmeye başlandı. Her tabakta bir hatıra, her kokuda bir gurbet vardı. Celal’in dönüşü sadece bir evladın yuvasına dönüşü değil, evin eski seslerinin, unutulmuş şakaların, bir zamanlar gidenlerin yeniden hatırlandığı bir vuslattı.
“Hadi gızım, siz de oturun. Kayınbabanızı erken yolladım evden; bugün gocalarınızla birlikte oturun sofraya diye,” derken, bir oğlu Celal’e bir Hasan’a bakıyordu. Hasan’ın yüzünde bir hafta önceki kinden eser kalmamış halini görünce, Celal’e dönüp sordu biraz da merakından:
“Ne zaman gidiyorsun görevinin başına oğul? Ona göre haberimiz olsun ki yükünü, yiyeceğini hazır edek.”
Ve büyük oğluna bir daha baktı. Evdekiler her zaman çekiniyordu Hasan’dan. Büyük oğlan olup evin, bağın, bahçenin, tarlaların tüm sorumluluğu onun üzerinde olduğunun da farkındaydı herkes.
Hasan’ın çiftçilikten başka yapacak bir mesleği, becerisi de yoktu. Köyde büyümüş, yaşamış; kendi vilayet, ilçe ve komşu köylerinden başka hiç dışarı çıkmamıştı.
Celal, bir aylık iznini köydeki işlere yardım ederek geçirmişti. O askerdeyken felç geçiren Suna’nın babasını da karısıyla birlikte birkaç kez ziyaretine gitmiş; askerden gelirken çay, Türk kahvesi ve bir mintan gömlek hediyesini götürmüştü.
Bu sefer, görevini yapacağı şehre gitmeden vedalaşmak için, karısı önde, kızı kucağında; orta mahallede oturan kayınbabasının evine gittiler. Bu defa, dış kapının önündeki sohu taşına oturmuş bekleyen, büyük kaynı Ahmet abisiydi. Sağlıklı günlerinde Ali Baba’nın kadim oturma taşı, büyük oğula kalmıştı.
Genelde evin büyük erkeklerinin dış kapı önünde mutlaka oturacak bir taşı olurdu: Taştan veya kalın meşe kütüğünden... Bazen tek, bazen sıralı şekilde dizili düz taş ya da yine kütükler üzerine konmuş, kullanılarak eskimiş, artık işe yaramayan “tapan” denilen otuz santim eninde, on santim kalınlığında kalaslar... Buralar genellikle işlerinden arta kalan zamanlarda hem dinlenme molası hem de tabakasından çıkarıp sardığı sıgarasını içmek ve yoldan gelip geçen köylülerle ayaküstü sohbet etmek için kullanılırdı.
Suna, babasının yaşlılığında güneşlenmek ve dinlenmek için oturduğu yerde abisini görünce, etraftakilere belli etmese de içi burkuldu; gözleri dolu dolu oldu.
Hoş beşten sonra, doğru babasının odasına gidip elini öptü ve:
“Baba, biz yarın öğlen posta tireniyle gideceğiz. Seni burada, bu durumda bıraktığım için çok üzülüyorum. Ama ben seni altı ayda bir görmeye geleceğim. Celal’in izni yılda bir kereymiş, o da bir ay. Onu da yazın, orağa, harmana yardım etmek için yaza getirmeye çalışacak,” derken, babasının hastalıktan çakılıp kaldığı yerdeki çaresiz bakışındaki hüznüne şahit oluyordu. Gözyaşlarını göstermese de canı çok yanıyor, için için ağlıyordu.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.