Çirkin ve zarafetten yoksun bazı kadınlar, gerektiği gibi övmesini bildiklerinden, ömür boyunca sevilmişlerdir. andre mauroıs
MEMLEKETİMİN HATIRA DEFTERİ
Yüklemenin bitmesinin ardından makine çalıştırıldı. Nice Limanı’ndan çıkış izni istendi. Serenity o gün kaderinin değişeceği hakkında en ufak bir fikre bile sahip değildi. Serenity, Nice limanı’yla ve...
6. Bölüm

KÖYLÜ MEHMET

38 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Yağmurlu bir akşamüstü artık dayanılmaz olan bu kavgaların sonunda kocasından kaçarak babasının evine gelen Yasemin “Bıktım artık bu adamdan, daha evleneli 6 ay bile olmadı. Mümkün değil bu adamla bir ömür geçmez baba. En yakın zamanda boşanmak istiyorum.” Dedi. Babası “Kızım hele bir otur düşün, bunlar evliliğin tuzu biberidir elbette tartışırsınız, kavga edersiniz daha yeni evlisiniz. Hemen böyle ayrılık lafını açmayın.” Dedi. Fakat Yasemin kararlıydı ve nitekim kararından dönmedi. Bir kaç hafta sonra da anlaşmalı şekilde boşandılar ancak ne Yasemin ne de eski koca bir şeyden habersizdi. Kaderin bir cilvesiydi, Yasemin çok geçmeden başlayan mide bulantılarından ve yavaş yavaş şişen karnından çok geçmeden anladı durumu eski kocasından gebe kalmıştı ne yapardı şimdi bir başına baba ocağında doğursa dert, doğurmasa dert. “Neyse” dedi Yasemin “Allah büyük, bakar büyütürüm bir başıma da olsa.” Ve o gün gelmişti

1952 yılının serin bir nisan sabahı İskenderun’un Bekbele köyünde dünyaya gözlerini açtı Mehmet. Belki ileride yaşayacağı tüm zorlukların bir işareti olarak, belki ebenin beceriksizliğinden ötürü -bilinmez- zor bir doğum oldu. Tombul yanakları, azıcık saçı ve ufacık elleri vardı Mehmet’in. “Maşallah bizi terletti ama ne güzel bir bebek bu anası. İnşallah kaderi de yüzü kadar güzel olur.” Dedi ebe, bebeği anasına uzatırken ve dışarı çıkıp dedesine müjdeledi güzel torununu. “Hüseyin Efendi, kızın içerde, göbeğimiz çatladı vallahi bebeyi çıkarana kadar. Ama sonunda sağsalim geldi dünyaya tombul bir oğlan bebe.” Dedi sağ koluyla alnındaki boncuk boncuk teri silerken. Ne yazık ki küçük bebek henüz bir yaşına varmadan hayatının zor günleri o fakında olmasada başlamıştı bile, çünkü bitmiş bir evliliğin üstüne doğmuştu Mehmet. Yasemin, oğlu Mehmet henüz bir yaşına varmadan tanıştığı bir adama aşık oldu ve evlenmek istedi. Babası ise bu yeni evliliğe çok olumlu bakmasada karşı çıkmadı fakat torunu Mehmet’i düşünüyordu ve onun üvey bir babayla büyümesi fikri içini titretiyordu. Bu konuyu Yasemin’le konuştu “Kızım bak evlenmek istedin, bir şey demedim lakin Mehmet’im benimle kalacak onu babalığa bırakmam. Eski kocan geldi, o istedi benimde evladım dedi. Ona da vermedim, ne analığa ne babalığa vermem. Siz Mehmedime kıydınız fakat ben onu annenle birlikte büyüteceğim. Gelir görürsün istediğin vakit.” Dedi. Yasemin babasının karşısında hüngür hüngür ağladı ama ne çare, Hüseyin efendi sözünden caymadı. Bir kaç gün sonra Yasemin bu durumu yavaş yavaş kabullenmeye başladı. Yine de sık sık gelip Mehmet’i görüyordu onu öpüp kokluyordu ancak çok geçmeden ikinci eşiyle birlikte Mersin’e göçtüler sonra da yeniden hamile kalan Yasemin’in bu ziyaretlerinin sıklıkları da ilk zamanlar ayda bire daha sonra ise üç ayda bire kadar düşmeye başladı.

Hüseyin Efendi varlıklı bir aileden geliyordu, ataları Dulkadiroğlu Beyliği’ne dayanıyordu. Bu nedenle Mehmet çocukluk ve gençlik yıllarında bolluk içinde ancak anne baba sevgisinden yoksun bir şekilde yaşadı. Hüseyin Efendi her ne kadar torunu Mehmet’e babalık yapmaya ve kendi öz babasının yokluğunu hissettirmemeye çalıştıysa bile hiçbir zaman aralarında baba-oğul sıcaklığı olamazdı bunu kendisi de biliyordu. O yüzden Mehmet’in hep bir yanının yarım kalacağını çocukluğundan tahmin ediyor kendi öz evlatlarının üstüne düştüğünden daha çok Mehmet’in üstüne düşüyordu. Mehmet eve geç mi kaldı? Hemen öz evladını gönderir “Derhal Mehmedimi bul eve getir, kayboldu belki de çabuk çık onu ara.” Derdi. Kendi çocuklarının yeri ayrı Mehmet’in yeri ayrıydı Hüseyin Efendi için yine de bu ayrıcalıklara sahip olan Mehmet hiçbir zaman şımarık veya yaramaz bir çocuk olmadı. Bu nedenle dayıları ve teyzeleri tarafından kıskanılmadı veya ötekileştirilmedi herkes onu sever ve sayardı. Yıllar ağır ağır fakat hiç durmayan ve her istasyonda bir vagon daha yük alan bir yük treni gibi ilerledi. Mehmet liseyi bitirir bitirmez çalışıp eve ekmek getirmek zorunda olduğunu biliyordu. Kâh okurken de şurda burda ufak tefek işlerde çalışıyordu ama artık on yedi yaşına gelmiş ve liseyi bitirmiş bir delikanlıydı gücü kuvveti yerinde olduğuna göre ona bu yaşına kadar bakmış dedesine destek olmalıydı.

İskenderun’da bir filtre fabrikasında iş buldu kendisine, pek anladığı bir iş değildi ama “öğrenir, yaparım.” diye düşündü atladı bir minibüse fabrikaya kadar camdan dışarıyı seyretti. Nihayet fabrikanın dumanları görünüyordu, son kez eliyle saçını düzeltti. “Kaptan müsait bir yer.” Dedi ve parayı uzatıp indi minibüsten. Ağır fakat kendinden emin adımlarla ilerledi fabrikaya, bekçi ile arasında bir demir kapı vardı. “Buyur genç, kime baktın?” Dedi kısa boylu, saçları kır kır, ensesinden uzun; başında lacivert şapkası ve krem rengi fabrikanın ona diktirdiği üniforma içinde bıyıklı bir adam. “İş için geldim, müdürle görüşmeye.” Dedi Mehmet. O sırada yanından geçip giden bembeyaz bir gül kadar saf, bir kelebek kadar narin olan Aygül’ü gördü. Aygül, Mehmet’in yaşlarında veya bir yaş ufak belki Mehmet’ten ama öyle güzel öyle hoş bir kız ki herkes tıpkı Mehmet gibi bir kez onu gördü mü gözlerini ondan alamazdı. Bir rüyaya dalmış gibi kıza bakarken bekçinin “Çocuk giriyor musun? Girmiyor musun?” Sözüyle bir an irkildi fabrikaya yürüdü. Mehmet o gün işi aldı, zaten ilk görüşte aşık olduğu bu kızdan ayrı kalamazdı. Belki para vermeseler bile çalışırdı orada. Orta boylu, yağız, kara kaşlı, kara gözlü, bu karizmatik delikanlı. Öyle çok yakışıklı, çok zengin değildi ama yürekliydi Mehmet, efendi ve duruşlu bir gençti. Sohbeti güzeldi hemen hemen her konuda bilgin biriydi. Çok geçmeden bu güzel kız da Mehmet’in ona karşı olan saf ve temiz duygularını fark etmişti. O da Mehmet’e karşı ilgisiz değildi, zaten Mehmet’i tanıyan biri ona karşı kayıtsız kalmazdı. Zaten fabrikadaki herkes onu severdi. Onunla sohbet eden kimse yaşının on yedi olduğuna inanmazdı öyle güzel konuşurdu ki dinleyenler ona “Genç senin ne işin var bu fabrikada, sen daha iyi yerlerde iyi işlerde olmalısın ve olacaksın da.” Derler ve onu takdir eden gözlerle ona bakarlardı. Mehmet o vakitlerde kendine Boğaziçi marka bir bisiklet almıştı işe onunla gelir gider, iş çıkışlarında ya da haftasonlarında fırsat buldukça Aygül ile gizli gizli bir yerde buluşur ona kendi bahçelerinde yetişen çiçeklerden toplar götürürdü. Aralarında gizliden gizliye -belki fabrikadaki birkaç kişi bildiği- bir aşk vardı.

***

Mehmet bir kaç yıl daha fabrikada çalışmaya devam etti, bir akşam eve geldi elini yüzünü yıkadı geçti salona “Dedeciğim bir mesele var konuşmak istediğim müsade edersen.” Dedi. Hüseyin Efendi başını yukarı aşağı salladı ve eliyle müsade eder bir işaret yaptı
“Dedeciğim” dedi, “Fabrikada bir kız var adı Aygül bir süredir görüşüyoruz. Birbirimizi seviyoruz, sen de müsade edersen evlenmek niyetindeyiz.”

Hüseyin Efendi böldü “Tamam bakarız, ben bir sordurayım.” Dedi. Mehmet bu lafın üstüne laf söylemedi ama her akşam işten çıkıp eve geldiğinde dedesinin ağzına baktı. Ona bir daha bu konuyu açamazdı ancak dedesinin bu konuyu açmasını beklemek zorundaydı. Aradan altı gün geçti fakat Hüseyin Efendi’nin bu konuyu açacağı yoktu o yüzden Mehmet dayanamayıp sordu “Dedeciğim bu evlilik meselesi…” Hüseyin Efendi araya girdi ve “Sordurdum evladım, bu iş olmaz, unut bu kızı.” Dedi.

“Aman dede etme eyleme gözünü seveyim. Üç senedir görüşüyoruz öl dese gözümü kırpmam ölürüm.” Derken Mehmet, tekrar araya girdi Hüseyin Efendi “Mehmet sen benim evladım sayılırsın, bak oğlum bu kızın ailesi bize uygun değil. Sen yol yakınken dön vazgeç bu sevdadan daha da uzatma bu konuyu.” Dedi.

Mehmet bu lafın üstüne bir kelime daha edemedi. Onu bugünlere kadar getirmiş olan dedesine karşı gelemezdi ama içindeki sevda ateşini nasıl söndürürdü? Ne hayaller kurmuştu Aygül’le… “Hiç yoksa anam olurdu, babam olurdu.” Diyordu Aygül için, içten içe Mehmet. O gece sabaha kadar uyku girmedi gözüne tüm gece “Aygül’e ne derim? Nasıl açıklarım? Kaçsam olmaz, kaçmasam olmuyor.” Diye düşündü. Sabah olunca kalktı fabrikaya gitti, öğle yemeğine kadar Aygül’den hep kaçtı. Öğlen yemeğinde Aygül geçti karşısına “Hayrola Mehmet, nedir bu halin yüzün sirke satıyor? Karadeniz’de gemilerin mi battı?” Dedi. Mehmet baktı Aygül’ün o saf yüzüne, nasıl üzerdi bu gencecik kızı, nasıl derdi ki “Dedem olmaz dedi bizim işe.” Diyemezdi elbette. Öyle az bir zaman da değildi gizli saklı tam üç sene görüşmüşlerdi. “Aygül.” Dedi. “Aygül, ne olursa olsun bilesin seni çok seviyorum sabah güneşim.” Dedi Mehmet ve daha da konuşamadı. Söyleyeceği her şey boğazına düğüm oldu, bir süre de gitmedi. Aygül bir şeyler sezer gibi oldu ama o da bu sözün üstüne ancak “Sıkma canını be Mehmet, her ne ise ucunda ölüm yok ya…Ben de seni seviyorum.” Dedi. Yemekten sonra bahçede yalnız başına bir tütün içti Mehmet sonra da işinin başına döndü. Saatler nasıl geçti bilinmez ama mesai bitti bir anda Mehmet kimseye görünmeden atladı bisikletine, hızla asıldı pedallara, geldi evine. Dedesine bir kez daha söylemek istiyordu “Dedeciğim ben bu kızla evlenmek istiyorum, ne olursun müsade et.” Diye fakat eve geldiğinde sofra hazırdı. Mehmet ellerini yıkadı, sofraya oturdu bütün yemek içinden birazdan yapacağı konuşmaya hazırlıyordu kendisini. Hüseyin Efendi bir kase çorba içti, birkaç kaşık yemek yedi kalktı. Salona geçip sedirin kenarına oturdu bir tütün sarıp yaktı, birkaç nefes alıp döndü masaya “Mehmet.” Dedi “Yemeğini bitir gel yanıma.” Mehmet bir kaç kaşık daha yedi yemedi kalktı elini yıkayıp oturdu dedesinin yanına. Hüseyin Efendi cebinden bir kağıt parçası çıkarttı Mehmet’in eline verdi. “Sevdiğin kız bu adreste, git görüş onunla.” Dedi. Mehmet az önce yemekte düşündüğü hiçbir cümleyi söyleyemedi dedesine, yüzünde biraz şaşkınlık biraz tebessümle Hüseyin Efendi’nin elini öptü. Soğuk bir kış günüydü, aylardan kasım dışarıda it ayazı vardı. Mehmet kahverengi kaşe kabanını ve ayakkabısını giydi, bindi bisikletine eve gelirken çevirdiği pedallar hiçbir şeydi öyle hızlı asılıyordu pedallara. Mahalleden çıkarken bir otomobile çarpıyordu az kalsın şöför laf dalaşına girmeye çalıştı fakat Mehmet pedalları sevdiğine çeviriyordu hiç oralı olmadı.

Yarım saat kadar sonra kağıtta yazılı adrese geldi burası Aygül’ün evi değildi eski püskü bir evin önüne geldi. “Aygül’ün burada ne işi var acaba yanlış mı geldim?” Diye düşündü Mehmet. Bisikletini duvara yasladı, üstünü başını düzeltip kapının tokmağına eline koydu kapı zaten açıktı. Kapıyı eliyle itti şöyle bir bakındı etrafına, gördüğü manzara karşısında “Kesin yanlış geldim, burası olamaz.” Diye düşündü içinden, sonra odalardan birinden çıkan yarı sarhoş ona bakıp sırıtan bir adam gördü Mehmet adamın arkasından bir elinde birkaç kağıt para, öteki eliyle sütyeninin askısını düzelten Aygül’ü gördü. Beyninden vurulmuşa döndü Mehmet henüz durumu anlayamadan yaşlıca bir kadın ona “Delikanlı seç birini ama pazarlık etme.” Dedi ve eliyle salonda dizili sandalyelerde oturan kızları göstererek. Aygül gündüzleri fabrikada çalışıyor, akşamları ise randevu evinde iş tutuyordu. İçerinin loş kırmızı ışığına rağmen Mehmet’in gözlerinden fışkıran ateş seçiliyordu… “Aygül.” Dedi Mehmet sadece “Aygül.” Oradaki herkes Mehmet’e biraz şaşkın ve fazlaca acıyan gözlerle baktılar. Bir kelime daha edemeden dizlerinin bağı çözüldü, yere düşmemek için dizlerine direniyordu Mehmet. Zar zor dudaklarını ayırabildi birbirinden ama bu kez de sesi çıkmıyordu. Tam o sırada Aygül “Mehmet” dedi. “Mehmet ne olursun beni isteme, bunlardan birini seç ama beni seçme… Para pul da verme ama beni seçme ne olur.” Gözlerinden süzülen yaşlar yere ulaşmadan Mehmet “Sen olmadıktan sonra bu dünya neye yarar Aygül? Boş…” dedi. Çekti kapıyı çıktı, Aygül ardından gitti ama sokak bomboştu.

Hayatında ilk defa aşık olan Mehmet öyle büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ki bir gece de bir kaç yaş büyüdü. Ertesi gün, sonraki gün, daha sonra ki gün derken Mehmet bir daha fabrikada Aygül’ü görmedi. Bir kaç ay sonra bir sabah erken saatte kapı çaldı. Mehmet açtı kapıyı, gelen postacıydı. Bir kağıt uzattı “Şurayı imzalayın.” dedi. Mehmet imzaladı, teslim aldı bu onun askerlik kağıdıydı.
1972 senesinin sonbaharıydı. Mehmet fabrikadaki işinden ayrıldı, dostlarıyla ve akrabalarıyla vedalaştı en son dedesinin elini öptü “Hakkını helal et dedem bende emeğin çok.” Dedi. Hüseyin Efendi “Helal olsun oğlum, hele git gel ben seni evereceğim daha.” Dedi. Derler ya “Sayılı gün çabuk geçer.” öyle de oldu. Mehmet acemi birliğini güzelim İzmir’de ardından usta birliğini de İzmit’te Karamürsel Amerikan Hava Üssü’nde yaptı. On beş ay değil sanki on beş gün sürdü. -tabi siz bir de Mehmet’e sorun.- Askerden geldi, geldiği gibi de dedesi söz verdiği gibi Mehmet’i evermek için kollarını sıvadı. O askerdeyken Hüseyin Efendi yeğeni Selma’ya Mehmet’ten çok bahsetti. Birbirlerini bir kaç kez görmüşlerdi, ve ismen tanıyorlardı ancak aralarında bugüne kadar bir sözcük dahi geçmemişti. Selma daha Mehmet’i görmeden onu kendine yakın bulmaya başlamıştı, içinden “Bir an önce gelse de askerden evlensek.” Diyordu. 1974 Senesinde Mehmet ve Selma nikahlandı.

Birbirlerini öyle pek tanımıyorlardı ama köylerde zaten böyle değil midir? Evlendikten sonra tanırsınız birbirinizi sonra sevmeye başlarsınız. Mehmet yaşadığı o büyük aşk acısının bir kısmını askerde iken unutmuştu, kalanını da Selma ile nikah masasına oturduğunda unuttu. İskenderun’da bir ev tutup yeni bir hayata yelken açtılar. Mehmet artık koca adam olmuştu lise yıllarında da babasını görürdü bazen çarşıda ama yolunu çevirirdi, ama yüzünü çevirirdi. Şimdilerde o da baba olacaktı ve kendi anne-babasının ona yaptıklarını o kendi evlatlarına yapmayacağına kendine söz verdi. Evliliklerinin ilk senesinde bir kaç kez babasıyla karşılaştı çarşıda önceleri selamlaştı. Sonra zamanla gördükçe konuşmaya başladı ve tekrar baba-oğul görüşmeye başladılar. Aradan yıllar geçti artık ununu eleyip, eleğini astığı bir vakitte yetmiş küsür yaşlarında olan bu ihtiyarın bir kahvehanesi vardı. Bir gün gayri ihtiyari önünden geçerken karşılaştık, buyur etti geçip bir kahvesini içtim. O sırada yeni yetme gençlere başından geçen bir olayı anlatıyordu ders çıkarsınlar diye şöyle bir kulak kabarttım… “

1975 senesiydi bir oğlum oldu. 1977’de bir kızım, 1980’de Kenan Evren darbeyle başa geçtiğinde bir oğlum daha oldu. O zamanlar İskenderun’da yerel bir gazetede mizanpaj işi yapıyordum her şey yolunda ve güzel giderken 1985’te dedem bir gece uykusunda vefat etti. Bu benim dünyamı başıma yıktı. Daha bir yaşımdayken bana bakmaya başlayıp büyüten, okutan, askere gönderen, evlendiren dedemi toprağa vermek benim için dayanılmaz bir acıydı. Tam acım biraz olsun dinmişken peşinden iki sene geçti elim bir trafik kazasında küçük oğlumu kaybettim dünyam bir kez daha yıkılsa da hiç vazgeçmedim. Hiç Allah’a isyan etmedim.” Diyordu Mehmet. O sırada kahvehaneye gelen yaşıtı iki arkadaşı daha çekti sandalye Köylü Mehmet’i dinlemeye koyuldu. “Dede iki çayım vardı benim.” Dedi kara bir oğlan. “On lira versen yeter evlat.” Dedi Köylü Mehmet ve anlatmaya devam etti.

“1989 yılında Kemal doğdu. Üçüncü oğlum oldu, onları okuturken bir süre işsiz kaldım, sonra işe girdim toparladım bir sel oldu evimi her şeyimi kaybettim.” Dedi. Sonra cebinden uzun sarı filtreli bir sigara çıkardı. Koydu dudaklarının arasına, yaktı sigarayı -biraz da gözleri doluydu.- devam etti anlatmaya… “Her şeyi toparladım bir ev aldım, sonra çalıştım didindim bir araba aldım derken hiç unutmuyorum 98 senesiydi büyük oğlum Bursa’da askerlik yapıyordu. Hafta sonu çarşı izninde bir milli piyango bileti satın almış, tesadüf o ki tam bilete en büyük ikramiye vurdu tam on bin lira kazandı bizim oğlan. Döndü İskenderun’a on bin lirayı dolara çevirdi koydu kenara. 2001 senesi devalüasyon oldu, dolar iki katına çıktı bizim oğlanın para da tabii oldu iki katı. İşte ne olduysa o zaman oldu her şey tersine döndü bir anda, tüm aksilikler oldu her şeyimizi kaybettik. Ev, araba, para, pul her şey… Yıllar geçti toparlamaya çalışıyoruz. Evladımdır, kızdım ettim ama başından ayrılmadım hiçbir zaman. Çünkü ben anasız-babasız büyüdüm çok zorlandım. Büyük oğlum kırk yedi, en küçük olanı otuz dört yaşında hala daha başlarında duruyorum evlatlarımın, sizleri de evladım gibi seviyorum, hepinizi…” dedi gençlere.

Sonra sigarasının külü üstüne düşmeye yakındı, çekti dudaklarından işaret parmağının ucuyla sigaranın ucuna dokundu külünü yere düşürdü, hafif öne doğru eğildi oturduğu ceviz ağacı sandalyeden kalkmadan, solunda yuvarlak masada oturan iskambil oynayan gençlere seslendi “Evlat bir şey içmiyorsanız bırakın o kağıtları! Ne ya? Bana köy mü bağışladınız?” Dedi.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL