Çirkin ve zarafetten yoksun bazı kadınlar, gerektiği gibi övmesini bildiklerinden, ömür boyunca sevilmişlerdir. andre mauroıs
MEMLEKETİMİN HATIRA DEFTERİ
Yüklemenin bitmesinin ardından makine çalıştırıldı. Nice Limanı’ndan çıkış izni istendi. Serenity o gün kaderinin değişeceği hakkında en ufak bir fikre bile sahip değildi. Serenity, Nice limanı’yla ve...
9. Bölüm

BAHTSIZ SITKI

41 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
1952 yılının kavurucu sıcak günlerinden bir günüydü, temmuz ayının 19'unda İskenderun'un bugünkü Muradiye mahallesi taraflarında derme çatma iki gözlü bir evde ebenin gayretiyle, anasının acılı feryatları, babasının sabırlı bekleyişleriyle dünyaya gözlerini açtı Sıtkı. Azıcık kıvır kıvır saçları, tombul elleri ve henüz açılmamış gözleriyle bu sevimli güzel çocuğa hemen oracıkta kulağına ezan okuyup ismini babası koydu. Sıtkı'nın babası mahallede ipe sapa gelmez, içkici bir adam olarak bilinirdi eline geçen on kuruşun beşini içkiye, üçünü kumara, ikisini sigaraya yatırırdı. Çocukları ve karısı evde aç bekler çaresiz kalır, kuru ekmeğe talim ederlerdi ama Ahmet'le burun buruna gelmezlerdi. Günler böyle geçip giderken küçük Sıtkının saçları çıkmaya başladı, gözleri açıldı ilk söylediği sözcük “meme” oldu garibimin. anası açlıktan süt veremiyordu bizim Sıtkı’ya… Oğlan zayıf, çelimsiz bir şey kaldı bu yüzden öyle ki tüm mahalleli ufacık çocuğa acıyan gözlerle bakıyordu. ancak biliyorlardı ki Ahmet'le konuşmak fayda etmezdi, çünkü Ahmet hiç kimseyi dinlemez daima burnunun dikine gider hatta işine karışıldığı zaman hemen öfkelenir ve ters bir laf söyler diye mahalleli ondan az da olsa korku duyar ve çoğunlukla tiksinerek ona bakarlardı. Derken Sıtkı’nın henüz ilk adımlarını göremeden kahvede çıkan bir kavgada Ahmet kim vurduya gitti. öyle ya su testisi su yolunda kırılırdı, işte Ahmet de böyle oldu ipe sapa gelmez insanların sonu hep böyle olmaz mı? Zaten sefalet içinde olan Sıtkı, ablaları ve anası Ayşe bir de üstüne babasız kaldılar. Cenazeyi kaldıracak parası bile yoktu Ayşe'nin…

Ahmet’i kendi ailesinden seven birileri dahi yoktu öyle ki öz kardeşleri bile Ahmet'in cenazesi için yardımcı olmak istemediler. Cenazeyi belediye kaldırsın diye mahalleli hep bir ağızdan, muhtara bu garip kadın, çocukları ve bilhassa küçük Sıtkı’nın hatırına Ahmet’in cenazesi için ricacı oldular. Muhtar belediye reisi ile zor da olsa görüşüp durumu bildiği yarım ortaokul türkçesiyle izah etti. Belediye reisi durumu anladı, Ahmet'in cenazesi biraz şişmiş biraz kokmuş halde kaldırıldı. Neyse ki Ayşe'ye masraf çıkarmadı ya… Mesele böyle halloldu daha sonra günler ufak Sıtkı için adeta bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmurun tanelerini yere çarpmak için acele etmesi gibi acele ediyordu sanki. Henüz altı yaşındayken çalışmaya başladı bizim küçük Sıtkı, önceleri çarşıdaki halk lokantasında bulaşık yıkadı sonraları çorba dağıttı derken yedi yaşına geldiğinde Mithatpaşa ilkokulu'na başladı. Halk lokantasında biriktirdiği paralarla bir boya kutusu aldı okuldan sonralarında ayakkabı boyadı, hafta sonları Ayşe kadının yaptığı şekerleri sattı ve bunun gibi pek çok küçük işlerle uğraştı. Mahalleli de Sıtkı'yı çok seviyordu, Sıtkı apartmanın çöplerini atar, mahallelinin pazar poşetlerine yardım eder, bakkal Hüseyin’in vitrini dizmesine yardımcı olur ve ufak tefek harçlıklar biriktirirdi.

Günler geceleri, geceler gündüzleri kovaladı Sıtkı'nın büyük ablası 17'sine basınca eve görücü geleceğini söylediler neyse ki büyük kız bu sefil hayattan kurtulacaktı. Ayşe kadının bir şekilde çeyizsiz, masrafsız bu kızı evermesi gerekiyordu diğer türlü ellerindeki üç beş kuruşu da bu kızın evliliği için harcamak zorunda kalacaklar ve yeniden ekmeğe muhtaç duruma düşeceklerdi Ayşe kadın bunu göze alamazdı… aileden sadece Sıtkı sattığı şekerlerle ve boyadı onca köseleden bir çeyrek altın parası biriktirmişti. elbette düğüne kadar bunu ortaya çıkaramazdı yoksa Ayşe kadın ona da el koyar ve Sıtkı'nın emeğini çalardı bunu bildiğinden ötürü aileden hiç kimseye düğün gününe kadar hiçbir şey söylemedi. Ayşe kadının da haklı sebepleri vardı ancak Sıtkı’nın gönlünden kopmuş ablasına bir düğün hediyesi almak istemişti, bu nedenle annesinin onu hiç fark edemeyeceği bir yere; boya kutusunun içine sakladı. Sabahları okula giderken Pac Meydanı’nda Bekbele minibüsünden inen Mehmet'i beklerdi oradan da Mehmet'le birlikte yürüyerek okula giderlerdi. Mehmet Sıtkı'nın sıra arkadaşıydı, ona sınıfta köylü Mehmet derlerdi çünkü sınıftaki tek köyden gelen çocuk o idi. Köylü Mehmet orta boylu, orta kilolu saçı yanlardan dazlak ve yanakları tombul bir çocuktu. Sıtkı,, Mehmet'in kaderini kendine bir bakıma yakın buluyor, bu nedenle ne onun yanından ayrılıyor ne de onun yanından ayırıyordu. Aralarındaki bu sıkı dostluk onları aynı zamanda sırdaş da yapmıştı. Ablasına aldığı düğün hediyesini boya kutusunda sakladığını sadece Mehmet'e söylemişti Sıtkı. Derken işte o beklenen gece gelmiş, Ayşe kadının büyük kızını istemeye Payas’lı demir tüccarı bir aile gelmişti.

Ayşe kadın isteme merasiminin bitmesine yakın 500 TL başlık parası istedi, büyük kız başına öyleydi fakat damat tarafı zaten bütün masrafları üstüne yıktıkları için bu isteği hoş görmedi. Hiç söylenmemiş gibi davrandılar adeta Ayşe kadın ise kızı istemekten vazgeçerler diye korkusundan başlık parası konusunda ısrarcı olamadı bile. Damat tarafının ekonomik durumları gayet yerindeydi ama enayi de değillerdi. Ayşe kadın içinden” en azından kızım benim gibi sefalet içinde kalmayacak.” diye düşündü kahvesini yudumlarken. İşte tüm bunlardan ötürü başlık parası meselesi öyle laf arasında kendiliğinden kaybolup gitti. Bir hafta sonra düğün hazırlıklarına başladılar, birkaç gün içerisinde güzel bir kır düğünü görüntüsü vardı damat tarafı hakikaten özenerek hazırlıkları yapmıştı bu düğün yerinin her halinden belliydi. Sıtkı'nın büyük ablası ve eniştesi düğün alanına girip ilk danslarını yaptılar, Sıtkı'nın gözleri dolmuştu duygusal bir çocuktu, üstelik Sıtkı küçük bir çocukken ona anası ne kadar baktıysa büyük ablası da bir o kadar bakmıştır üzerindeki o emek ve onun iki ablasından birisi olması ve hayatından ilk eksilen kişinin -en azından hatırlayıp, şahit olduğu- büyük ablası olması nedeniyle boşalan gözyaşlarını tutamamıştı. Düğün sonuna kadar hep duyguydu Sıtkı, takım merasimi gelince kızın ailesinden bir tek dokuz yaşındaki Sıtkı kalktı ayağı ve ablasına şeker satarak, ayakkabı boyayarak zar zor alabildiği bir çeyrek altını gelinliğinin yakasına iliştirdi. ablasına sarıldı, eniştesini tebrik etti ve tokalaştı.

O günün üstünden en fazla üç sene geçti, geçmedi Sıtkı'nın diğer ablası da evlenme çağına geldiği için kıza görücü gelecekti… Anneleri Ayşe kadın bir süredir epey halsiz, bitkin bir haldeydi. Son zamanlarda öksürükleri iyiden iyiye artmış, bazen öksürdüğü zaman ağzından kan geliyordu. Anlaşılan o ki düzensiz yaşam, sağlıksız beslenme ve fakirlik Ayşe kadını da verem etmişti. Hiç kimseye söylemeden bir doktor kontrolüne gitti, gerçekten de vereme yakalanmıştı doktorun önerisi ile birlikte en yakın Verem dispanserine gitti ancak tedavi uzun sürecekti ve bu süreçte hastanede yatması ve bir takım ilaçlar alması gerekiyordu bütün bunların masrafına girmek istemedi Ayşe kadın zaten yokluktaydı. Belki de bu sefil hayattan bıktığı için bunu bir kurtuluş yolu olarak görüyordu kim bilir? Çocuklara bir şey söylemedi, içten içe öleceğine değil de onlara yalnız bırakacağına üzülüyordu. “inşallah kızın düğünü görürüm.” dedi içinden. Ne yazık ki henüz istemi olmadan Ayşe kadın bir gece sabahı edemedi… bunun üstüne düğün bir süre ancak zaman belirtilmeden ertelendi. Çünkü Sıtkı henüz 12 yaşındaydı ve yetim kalmış bu çocuğa bakacak hiç kimse yoktu ablasından başka. Ablası çalışmaya karar vermiş, Sıtkı da eve iki üç kuruş getirir bu şekilde en azından idare ederler diye düşünmüştü. Böyle de oldu ablası mahallede terzilik yapan Sami'nin yanında işe başladı.

Sami orta yaşlı, çember sakallı, saçları aralarında beyaz teller olan sim siyah bir koyun postu gibiydi. İşinin ehli bir terzi olan ve gerçekten de diktiği takımlarda, elbiselerde veya tamiratlarda kusur bulmak imkansızdı. Sami gençken bu işi ortodoks hristiyan bir dan öğrenmişti, o da Sami’den de fena bir terziymiş bir bakışta hemen hemen karşısındaki kişinin ölçülerini bilir, eline mezurayı alır teyit edermiş. Sadece bir defa yanıldığını görmüşler onda da ölçüleri alınan kişi göbeğini içine çekmiş… velhasıl kelam Sıtkı'nın ablası terzi Sami'nin yanında haftalık üç kuruşa işe başladı yeni başladığı için belki az bir paraydı ancak Sami zamanla bunu arttıracağına söz vermişti. Gel zaman, git zaman derken Sıtkı lise çağına ulaştı henüz bıyıkları yeni terliydi mahallede bir dedikodu işitti ki “Sıtkı'nın bacısı terzi Sami ile karıştırıyor…” kan beynine sıçradı Sıtkı’nın çünkü Sami evliydi üstüne üstlük iki de çocuğu vardı Sıtkı kadar.

Sıtkı hiç düşünmeden dükkana vardı, Sami onu görünce korktu ama ne fayda Sıtkı, Sami’ye oturduğu yerden kalkmasına hiç müsaade etmeden bir sağ bir sol yanağını olmak üzere ilkini avucunun içi ile diğerini elinin tersiyle iki tokat attı. “Ulan Sami köpeği bacını yanına ekmek parası kazansın diye yolladım, kaç yaşında evli, barklı adamsın bu yediğin iki tokat sana yeter bacımdan uzak dur!” dedi. Sami'nin dudaklarından birkaç damla kan akıyordu “biz birbirimizi seviyoruz, ayrıca ben karımı boşayacağım ablana aşığım üstelik karnında benim çocuğum var.” Dedi. Sıtkı'nın başından aşağı kaynar sular döküldü, oracıkta Sami'yi gebertmek istiyordu ama nafile o bile öfkesini dindiremezdi. Çıktı dükkandan, yürümeye başladı ama yürümek dedimse ne yürümek… Merkez Bankası'nın olduğu caddeden başladı yürümeye Sıtkı taa Nazif Kaptan’ın Karaağaç plajının oradaki restoranına kadar iki saat boyunca yürüdü hiç durmadan. Öfkesi dinmiyordu adeta oradan sahile indi, oturdu kayalıklara sabahı zor etti. Sabah olunca erkenden eve gitti topladı valizini vardı köylü Mehmet'in yanına… Mehmet durumu az çok biliyordu ama Sıtkı'yı çok severdi ona iki kelime söyledi sadece “Sıtkı git!” Bir süre sessizlikten sonra “buralarda durma, bir arkadaşım mermer işi yapıyor yurt dışında, tanıştırayım seni onun yanında hem yaşa hem çalış.” Sıtkı, Mehmet'in gözlerinin derinliklerine bakıyor hiç konuşmuyor. “Buralarda sana artık huzur yok, bacının katili olmadan git Sıtkı. Canım dostum git.” Sıtkı, Mehmet'in vasıtasıyla tanıştığı kişiyle Arabistan'a çalışmaya gitti ve dört sene hiç dönmedi.

Sonra yeniden Türkiye'ye geldi, ne büyük ablası ne diğer ablası Sıtkı'yı görmek istemiyordu. Küçük ablası Sami'den olan çocuğu düşük yapmış öyle olunca Sami bunu almaktan vazgeçmiş, işten de çıkarmış hepten kötü yola düşmüştü. Belki korkusundan, belki utancından Sıtkı'yı görmek istemiyordu bilinmez… Büyük abla ise eski hayatını hatırlatan hiçbir şeyi görmek istemiyordu. Sıtkı da bunlardan biriydi ne yazık ki Sıtkı büyüdüğü ve yaşadığı bu ortamın etkisinde ona el uzatan cilve yapan ilk kadına gitti… Böyledir ya çocukken görmediği sevgiyi, ilgiyi gençken birinde görünce insan ne yapacağını bilemez… Bazen o sevginin delisi, bazen efendisi bile olsa çoğu zaman kölesi olmaya mecburdur… tam da böyle oldu ona azıcık sevgi ve ilgi gösteren kendisine tamamen zıt karakterli bir kadın olan nuriye ile yıldırım nikahı kıydı hayatının aşkını bulduğunu sanarak. Bir süre yanında kalıp bir çocuk yaptı, ardından çocuk doğana kadar Arabistan'a gidip alacaklarını topladı Sıtkı ve iyi bir parayla kızının doğumuna bir ay kala İskenderun’a döndü. Nuriye baba ocağında görmediği bu parayı bir anda görünce Sıtkı'yı daha çok sevdi…

Sıtkı kızını kucağına aldığında tüm hayatın ona yaşattığı o kötü anları unuttu. Sanki ellerindeki nasırlar, ayaklarındaki yaralar geçti bir anda, çünkü böylesine bir mutluluğu hiç yaşamamıştı. İlginçtir ki en büyük minnet ve vefa borcunu -sanki çocuğunu karısı ona hediye etmiş gibi- Nuriye’ye duyuyordu. Oysa Sıtkı hariç herkes Nuriye’nin Sıtkı’yı yatırımlık bir koca olarak gördüğünü biliyordu. Sıtkı çocuğuna biricik anasının adını vermek istedi, Nuriye istemeye istemeye kabul etti paralar suyunu çekmesin diye. Sıtkı'nın kızının ismi Ayşe oldu, Sıtkı kızının alnından öptü “Adın anamın adıyla aynı Allah kaderini başka eylesin biricik kızım, Ayşe’m…” dedi. O an, duyguları körelmiş ve gözleri adeta çakır dikenleri gibi susuz olan Nuriye'nin bile gözlerinden bir damla yaş aktı. Öyle pek dostu olmadığından bir tek köylü Mehmet, bir de onun birkaç ahbabı geldi ziyaretine garip Sıtkının. Her biri birer çeyrek altın taktılar, köylü yarım getirmişti dostuna… Birden kapı çaldı o sırada Sıtkı kapıyı açtı karşısında küçük zayıf kara bir oğlan çocuğu vardı. Aralarından tek bir kelime dahi geçmeden oğlan elindeki zarfı Sıtkı’ya uzattı ve Sıtkı zarfı aldıktan sonra çocuk tek kelime dahi etmeden çekip gitti. Sıtkı kapıyı kapattıktan sonra zarfı açtı, içerisinde bir tane çeyrek altın vardı. Fakat ne not vardı, ne de bir işaret. Bir süre zarfa baktıktan sonra “Ablamdandır herhalde.” Dedi kendi kendine.

Kim bilir belki ablasıydı, belki dedi üstüne de pek fazla düşünmedi diyemeyiz fakat bir cevap bulamadı… Misafirler gittikten sonra oturup düşündü Sıtkı, yakında mecburen geri dönmeliydi Arabistan’a bir yandan patronu bir yandan kefili -öyle tabi Arabistan’a çalışmaya giden her ecnebiye bir Suudi Arabistan vatandaşı kefil olmak zorundaydı aksi taktirde ülkeye giremiyor, girdikten sonra eğer kefiliniz müsade etmezse ülkeden çıkamıyorsunuz.- onu çağırıyordu. Öte yandan biricik Nuriye’si ve ondan kıymetli gözleri açılmamış bebeği Ayşe’si vardı fakat ekmek parası ya bu, Ayşe babasız büyürdü ama mamasız büyüyemezdi. Birkaç güne toparlandı Sıtkı, otogarın yolunu tuttu ve ilk otobüs ile önce Suriye ardından Suudi Arabistana yorucu bir yol çekti. Otobüs ilerledikçe Sıtkı Arabistana yaklaşmıyor Ayşesinden, eşinden, memleketinden uzaklaşıyordu. Yol boyunca uzaktaki şehir lambalarına bakıp iç çekti garibim Sıtkı, gözleri doldu… Ayşe'nin gözyaşlarını sildiği mendili çıkarıp bu kez kendi gözyaşlarını sildi uzun bir süre daha göremeyeceği, dokunamayacağı kızıyla gözyaşları aynı mendil de buluştu. Bu duygulu an belki sıtkının şu hayatta unutamayacağım yegane birkaç anıdan biriydi hayatın ceremesinden birkaç defa geçmiş bu yirmi beş yaşındaki delikanlı otobüsün geçtiği bütün bozuk, sıkıntılı yollara rağmen -biraz da yaşadığı üzüntüden mütevellit- diğer yolcuların” yavaş git, dikkat et, sakin sür kaptan” gibi laf dalaşlarına hiç dahil olmadı. Sakince oturduğu yerde sigara içip biricik Ayşe’sinin ve Nuriye'nin fotoğrafına bakıyor kederleniyordu… Otobüs Reyhanlı Cilvegözü sınır kapısında durduruldu. Yolcuların pasaportları ve bazılarının -bilhassa şüpheli görünenlerin- valizleri arandı. Bir yolcu asker kaçağı çıktı ve otobüsten indirdiler ardından kalan yolcular tekrar otobüse bindi.

Sınırdan çıkıldı, herkes son kez ay yıldızlı bayrağa baktı ve Hama’ya kadar otobüsü hiç durmadı. Hama'da kısa bir ihtiyaç molası ardından yola devam edildi, sırasıyla Humus, Şam, Amman, Tebük ve Yenbu’yu geçip nihayetinde Cidde'ye vardılar. Yolculuk yaklaşık iki günü buldu o kadar yorucuydu ki Sıtkı adeta dayak yemiş gibiydi. Otobüsten inince onu kefili Majit bin Waleed (Mecit bin Velit’de olabilir.) ve patronu Abdullah karşıladılar. büyük bir iş anlaşması imzalamışlardı ve bunu konuşmak için Cidde’nin merkezinde iyi bir otele gittiler. İş tüm detaylarının yanı sıra dört sene sürecek bir iş olmasıyla beraber müslümanların en kutsal yeri olan Kabe'nin ve çevresinin tüm mermerleri sökülecek ardından yenileri ile değiştirilecekti. İşte Sıtkı'yı en çok heyecanlandıran kısım bu idi pek çok insana gelmek bile nasip olmayan kutsal topraklarda tam dört sene geçirecekti. Üstüne üstlük oraya hizmet edecekti. Bunun verdiği mutluluğu ve huzuru tarif etmek Sıtkı için hiç kolay değildi. Sıtkı işi hiç düşünmeden kabul etti ve oturup hemen Nuriye’ye mektup yazdı.

Sevgili Nuriye,
Canım karıcığım Suudi Arabistan topraklarına varlı henüz birkaç saat oldu. Velit bey ve Abdullah bey ile buluştuk. Beni otogarda karşıladılar, yolculuk epey yorucuydu ancak sağsalim geldim çok şükür. Sana bir şeyi haber vermek için ilk iş bu mektubu yazmaya koyuldum. Karıcığım, bebeğimiz Ayşe'yi öp, kokla benim yerime. Dört senelik çok büyük bir iş aldık. Maalesef dört sene hiç gelemeyeceğim ama sizin hiçbir şeyinizi eksik etmeyeceğimden emin olabilirsin.
Karıcığım eğer fırsat olursa ilk zamanda geleceğim.
Seni çok seven kocan Sıtkı.
19 Ağustos 1977

Sıtkı’nın mektubu bir hafta sonra İskenderun postanesine ulaştı, oradan da üç gün sonra Nuriye’nin eline ulaştı. Nuriye açtı mektubu okudu, okudu katlayıp mektubu “Aptal herif, böyle bir kararı bana danışmadan nasıl verirsin?” Dedi. Sıtkıya çok öfkelenmişti ama sonrasında işin büyük bir iş olduğunu hatırladı ve küçük aklıyla “iş ne kadar büyük, para o kadar çok.” dedi. Siniri dinince aldı eline kağıdı kalemi, oturdu mutfak masasına yazdı mektubunu…

Sevgili Sıtkı,
Biricik kocacığım, gözün hiç arkada kalmasın. Ayşe bana emanet sen yeter ki bizi unutma. Bizi burada parasız koyma, dört sene dediğin nedir hemencecik geçiverir. İlk fırsatta beklerim, seni şimdiden çok özledik.
Kendine çok dikkat et oralarda…
Nuriye

30.08.1977

Sıtkı mektubu alınca karısının onu anlayışla karşılamasına çok sevindi, birkaç gün sonra 65 işçi Kabe'nin etrafında toplanmıştı en dıştan başlayarak yavaş yavaş eskimiş ve zamanla aşınmış olan mermerleri sökmeye başladılar. Bu süreçte Kabe ibadete kapatılmadığı için sökülen mermerler hızla yenisiyle değiştiriliyordu böylelikle ibadete gelen insanlara engel olunmuyordu. Ancak bu sistemle birlikte ciddi vakit kaybı yaşanıyor, normal zamanda iki yılda bitecek bu işin süresi dört yıla çıkmıştı. Sıtkı haftada bir mektup yazıyordu eşine, her hafta cevap alamıyordu ama asla eşine kızmıyordu. Kendini hep Nuriye'nin meşgul olduğuna inandırıyordu. "Ayşe'yle ilgileniyordur, ev işleri vardır.” diyor kendini kandırıyordu. Ayşe’yi ve Nuriye'yi canından çok seviyordu. Yabancı bir ülkede kızı ve karısı için nelere katlanıyordu nelere…

Nuriye ise Sıtkı’nın gönderdiği paraları seviyordu yoksa Sıtkı onun umrunda bile değildi. Günler, geceleri kovaladı geceler ayları… Sıtkı için zaman Ayşe ve Nuri'nin hasretinden hiç geçmiyordu sanki bir şekilde dört yılı geçirdi Sıtkı, dönme vakti geldi çattı artık valizini toplamaya ve patronuyla helalleşmeye hazırdı. Üç gün sonra kefilinden aldığı izinle Cilvegözü sınır kapısından geçti oradan da dört saat sonra İskenderun’a vardı otobüs. Sıtkı yola çıkmadan on gün önce son mektubunu yollamış ve geleceğini Nuriye’ye bildirmişti. Mektubun üzerinden 13 gün geçmişti, Sıtkı evin önüne geldi apartmanı şöyle bir baştan aşağı süzdü ardından binaya girdi. İkinci kata çıkıp evin kapısını çaldı o sırada nuriye bulaşık yıkıyordu elini kurulayıp kapıyı açtı. Karşısında Sıtkı'yı görünce yüzünde sahte ama inandırıcı bir gülümseme belirdi Sıtkı'nın boynuna sarıldı bir anda “hoşgeldin kocacığım gözümüz yollarda kaldı.” Dedi. “hoş buldum nuriye’m seni o kadar çok özledim ki…” dedi ve daha sıkı sarıldı Sıtkı elindeki valizi yere bırakıp. hayatta en acı duygulardan birisi sevilmediğin bir kalbi sevmektir. İşte Sıtkı tam olarak bu durumun içerisindeydi Nuriye tarafından hiç sevilmeyen Sıtkı nuriyenin tırnağa kırılsa canı acıyacak kadar çok seviyordu onu. Hani “Nuriye için böbreğinini verir misin?” deseler Sıtkı canını verirdi. Nuriye ise Sıtkı için günahını vermezdi, tabii Sıtkı’ya pek kötü davranmıyordu ya da Sıtkı o kötü davranışları bir türlü göremiyordu velhasılıkelam Sıtkı birden gözlerini çekyatın üzerinde oturan Ayşe'ye çevirmişti, Ayşe kocaman olmuştu. Giderken henüz gözleri açılmamış olan bebek, Sıtkı döndüğünde konuşmayı öğrenmişti. Belki de bir baba için en acı duygulardan biri evladının ilk adımlarını, ilk sözcüklerini duymamış olmaktır kim bilir? İşte Sıtkı tüm bunlardan mahrum, arkadaşsız, dostsuz tanıdı iki-üç mermer işçisi ve patronuyla ahbaplık ederek tam dört seneyi geride bıraktı. Ertesi sabah Sıtkı çarşıya inip İskenderun Gazeteciler Cemiyetine uğradı, Köylü Mehmet burada işe başlamış, o nedenle Sıtkı onu ziyarete gelmişti. Köylü, İskenderun Ajans’ta haber müdürüydü. Ayrıca gazetenin yönetim kurulu üyesiydi.

Sıtkı Suudi Arabistandayken, Köylü’nün işleri iyiye gitmeyince çalıştığı muhasebe bürosundan ayrılmış bir tanıdık vasıtasıyla burada muhabir olarak işe başlamıştı. Üçüncü yılın sonunda haber müdürlüğüne kadar yükselmişti. Sıtkı da ortaokul arkadaşını makamında ziyaret etmeye gelmiş kahvesini içmek istemişti. O sırada yönetim kurulu toplantısı vardı, toplantıdan sonra odasının girişinde oturan Sıtkı'yı görünce sevinçten koşarak sarıldı arkadaşına Köylü Mehmet. Birlikte iki lafın belini kırdılar kahvelerini içerken… Ardından Sıtkı Mehmet'in yanından ayrılarak doktorlar caddesine yürüdü oradan da havuzlu çarşıya girdi. Havuzlu çarşıda dükkanlara bakındı üst baş almak için, ardından Sincanlar adında bir mağazadan kendisine bir pantolon iki de gömlek aldı. Nuriye’ye de uzun siyah bir elbise beğendi. Ayşe'ye de bir bluz ve pantolon aldıktan sonra mağazadan çıktı. Az ileriden bir taksiye binerek eve gitti Sıtkı, eve vardığında hanımı Sıtkı'yı kapıda karşıladı elindeki paketleri alarak salona götürdü. Sıtkı, elini yüzünü yıkayıp salona geçtiğinde nuriye paketleri açmıştı bile. İçten içe Sıtkı'nın kendine bir şeyler almasına sinir olmuş ama dışında bir gülümseme ve minnet duygusu ile kendisini alınan elbisenin mutluluğu vardı yüzünde. Nuriye Sıtkı'nın mutluluğuna düşman değildi ama kendisi her zaman Sıtkı'dan daha mutlu olmalıydı. Bunu hak ettiğine inanıyordu. Sıtkı'nın sıkıcı ve yarı mutlu yarı mutsuz günleri öylece yokuş aşağı giden bir araba gibi gitgide ivme kazanarak hızla geçip gidiyordu.

Yeniden ayrılık vakti gelip çatmış, Suudi Arabistan yolu gözükmüştü… Valiz hazırlamaya başlayan Sıtkı'ya müjdeli haber hanımdan geldi; Nuriye ikinci çocuğa hamileydi. Sıtkı'nın tek isteği bir de erkek evladı olmasıydı. Gerçi sağlıklı olsun da erkek, kız ne fark ederdi. Sıtkı bu haberle havalara uçtu, Nuriye'nin boynuna sarıldı. Şimdi valiz hazırlamak bir zülüm adeta ama elden ne gelirdi patronu ve kefili onu bekliyordu. 1982 yılı sonbaharıydı Sıtkı yola çıkmıştı iki gün sürecek yolculuk için yanına bir çıkın almıştı. Bu kez Kabe çevresinde bulunan sütunların ve duvarların mermerleri değiştirilecekti i̇şin üç sene sürmesi planlanıyordu. Ancak bu kez her yıl Türkiye'ye dönebilecekti üç gün sonra Riyadh'ta kefil ile buluştular. Bir hafta sonra da işbaşı yaptı Sıtkı. Üstelik bu kez işçi değil ustabaşıydı, dolgun da bir maaş alacaktı. Her şey yolunda gitti, tam 14 ay sonra yeniden Türkiye'ye döndü. Gelmeden önce mektubunda söylemiş çocuğun adını Mehmet koymuştu. Türkiye’ye gelir gelmez ilk işi oğlu Mehmet’i kucağına aldı o an dünyalar Sıtkı'nın olmuştu sanki bu öyle bir mutluluktu…

***

Sıtkı hayatının 30 yılını daha Arabistan topraklarında hizmet ederek geçirdi, artık oğlu Mehmet koca adam olmuştu eli ekmek tutmaya başlamış, ablasına ve anasına bakmaya başlamıştı. Sıtkı emekliliğini tamamlayıp Türkiye'ye kesin dönüş yapmıştı artık o da her emekli gibi gününün çoğunluğunu kahvehanelerde ve çarşıda gezerek geçiriyordu. Mehmet elektrik ustası olarak inşaatlarda çalışıyordu, 2011 yılında İskenderun'da inşa edilen bir alışveriş merkezinin elektrik işlerinde çalışırken 28 yaşında ve henüz evlenmemiş iken elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti. Sıtkı tek erkek evladını toprağa verdiği gün on yıl yaslandı… Bir daha da eski neşesine kavuşmadı neredeyse 40 yıldır evde olmayan Sıtkı'yı emeklilik yıllarında da kızı ve hanımı evine sığdırmaz oldu. Madalyonun diğer yüzü ise Sıtkı’nın onlarca yıl çalışıp eşine gönderdiği hiçbir para biriktirilmemiş öylece har vurup harman savrulmuş. Hiçbir mülk edinilmemiş sadece birkaç altın bilezik alınmış hepsi bu oturdukları ev ve Sıtkı'nın emekli maaşı dışında hiçbir şeyleri yoktu. günlerden bir gün Sıtkı'nın canı balık yemek istemişti, nuriye ev kızartma kokar diye ona bile müsaade etmemişti. Çarşıda yürürken köylü Mehmet'le karşılaşan Sıtkı gayriihtiyari durumu ona anlatmış canının sıkkın olduğunu söylemişti. Köylü Mehmet ise “Sıtkı akşam seni yemeğe bekliyorum, hanım sen ne istersen onu yapacak.” dedi. Sıtkı mağrur bir gülümsemeyle teşekkür etti, akşam yemekte Mehmet'ten bir konuda yardım istedi…

Kendi isteğiyle evinde bulamadığı huzuru, huzurevine yerleşerek buldu Sıtkı… 2022 senesinde kaldığı huzurevinde hayata gözlerini yumdu.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL