Önsöz
“Koynumdaki Sır”a Dair
Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor.
“Dilb...
Urfalı Rıfat Aynı tertip arkadaşlarıyla birlikte teskereyi alıp, komutanlarıyla vedalaştılar. O zamanki şehir otobüs durağına gidip, oradaki eski köhne bir lokantada son olarak yemek yiyip, son defa birbirlerine sarılıp ayrıldılar. Ve herkes, kendi memleketine giden otobüslere birkaç saat farkıyla binerek memleketlerine doğru yola çıktılar.
Urfa Viranşehir’deki köyüne giden minibüsten indiği anda, tüm sülalenin zılgıt sesleri arasında ve davul zurna eşliğinde karşılandı.
Rıfat çok şaşkındır. (Daha önce de kendi aşiret sülalesinden gençler askere gitmiş, onlar böyle davullu zurnalı bayram havasında karşılanmamıştır. Askerden dönen gençlerin ailesine “Hoş geldin, geçmiş olsun”, aileye ise “Göz aydın” dilenir; o da genelde akşam oturmaya gidilmiş havasında olurdu.) diye geçirdi içinden.
Rıfat’ı önce anne babası kucaklar, sarılır, öper. Sonra sülalenin kadın erkek büyükleri “Hoş geldin, geçmiş olsun.” diyerek tek tek sarılırlar. Küçükler elini öperler.
Tüm sülale o akşam yemeğini, Rıfat’ın babasının avlusunda yer sofrasında yiyip, gece yarısına kadar havadan sudan muhabbet ederler.
Rıfat’ın babası, “Rıfat yoldan gelmiş, çok yorgundur. Dinlenip kendine gelsin, sonra konuşuruz,” derken bazı kaş göz hareketleriyle – daha önceden kararlaştırılmış olduğu gibi – akrabalarından önce konuyu oğluna kendisinin söylemesi gerektiğini ima eder.
Rıfat’ın babası Cemal (Cemo Ağa), bir Türkmen aşireti olan Celap Aşireti’nin varislerinden, en büyüğü ve lideridir.
Rıfat’la birlikte bir oğlu, iki kızı vardır. Büyük oğlu Rıza ile büyük kızı Gülşen evlidir. Rıfat ile Rıfat’ın küçüğü olan kızı Canan bekardır.
Cemo Ağa; uzun boylu, kalın kaşlı, kahverengi, parlak ve büyük gözlüdür. Geniş omuzları, güçlü kalın bilekleri ve uzun boyluluğu, tüm sülalenin erkeklerinde en belirgin özelliklerindendir.
Dört erkek, üç kız kardeşleri ve baba tarafından amcaoğullarıyla oldukça kalabalık bir Türkmen aşiretidir. Bu Türkmen aşiretlerinin, Kürt ve Arap aşiretleri gibi köyleri ve kendi lehlerine karın tokluğuna çalışacak marabaları yoktur.
Geçimlerini; kendilerine yetecek birkaç araziyle, küçükbaş hayvanlardan oluşan koyun-keçi sürüleriyle sağlarlar. Kurbanlıklar ve tereyağı, peynir çeşitleri yaparak geçinirler. Sülalenin bazı gençleri büyük şehirlere okumaya gitseler de yaz tatillerinde aileye yardım için köylerine dönerler.
Sülalenin bazı yaşlıları, genç evlileri, bekar oğlan ve kızlarıyla birlikte her sene sürüleriyle birlikte, bazen o yörenin dağlarında, bazen de başka şehirlerin yaylalarında oba hayatı yaşarlar. Baharda gider, kışın dönerler.
Meryem Ana: “—Eyi, doğru diyisin herif. Gözleri gapanıyo çocuğun. Gah yat oğul yat, Allah ırahatlıh versin.”
Rıfat: “—İyi geceler ana, iyi geceler baba... Canan,” der. Oturduğu sedirle arası bir metre olan tulumbalı kuyunun dibindeki bakır ibriği alıp, avlunun sol tarafındaki kilerin arkasında bulunan kerpiçten yapılmış olan helaya gider.
Geride bıraktığı sevgilisine verdiği sözü düşünerek, “Sabah olsun, konuyu açmalıyım babam gile,” derken uzun yolculuğun verdiği yorgunlukla uykuya dalar.
Ertesi sabah, ailenin en küçük çocuğu ve evin ikinci kızı olan Canan, abisi Rıfat’ın odasını tıklatır.
“– Abi, uyandın mı? Kahvaltı hazır, seni bekliyoruz.”
“– Uyanmıştım zaten, geliyorum.”
Köye uygun kıyafetlerini giyip aşağı iner. Avludaki taş kurnalı, tulumbalı kuyuda yüzünü yıkayıp Canan’ın getirdiği havluyla yüzünü kurularken kızın parmağındaki yüzüğü fark eder.
“– Ne o kız, nişanlandın mı yoksa?”
Yüzü kıpkırmızı olan kız, kekelemeye başlayarak:
“– Şeyyy... Abi, yemekten sonra anlatır anamlar sana.”
“– Ne anlatacak anamlar bana, neler oluyor gız?”
Abisinin sorduğu soruya kendisinin vereceği cevabın, abisinin ruh halini nasıl etkileyeceğine maruz kalmamak için gözlerini yere dikerek, “Ben çay alıp gelem abi,” dedi Canan, mutfağa giderken.
Kahvaltıda, karamsar bir sessizlik sezdi Rıfat. Askere gitmeden önceki günlerden çok farklı bir hava vardı sanki. Anne ve babası birbirine bakar, yutkunur ama bir türlü konu açılmaz.
Rıfat’ın bu durum gözünden kaçmaz; daha fazla dayanamaz ve sorar...
“– Sizde bi hâl var, nedir bu durgunluğunuz ana?” “– Şey oğul, bir yemeğimizi yiyelim de, eyvanda hem çayımızı içer hem gonuşuruk.” “– Hayırdır ana, bu ne sır gibi esirgenir konuşacağınız şey?”
Baba söze girer: “– Hayırdır oğul, hayır... Hem de çok hayır...” “– İyi bari, şer olmasın da... Benim de sizinle konuşacak hayırlı bir işim vardır da.” “– İyi bakalım, önce seni dinleriz. Öyle değil mi avrat?”
Eşinden tasdik bekleyerek sorar Cemo Ağa. Kahvaltı yapıldıktan sonra, anne ve Canan sofrayı iki elden toplarlar. Tepsiye bardakları dizip eyvana çıkaran anne: “– Gayfe daha sonra, gızım. Sende gel şimdi, abinin hayırlı işi neymiş, sende duyasın.” “– Tamam ana, semaveri de alayım yanımıza.”
Kendisinden başka kimsenin oturmadığı sedirin en baş köşesine yerleşen baba: “– Hadi evlat, anlat bakalım nedir şu hayırlı iş? Merakımız çoğaldı şimdi. Bah hele, değil mi hanım?” diye döndü Meryem Hanım’a. “– He ağam, öyledir,” diyerek tasdikledi Cemo Ağa’yı eşi de.
“– Böyle şeyler törenize saygısızlık gelir, iyi bilirim ama... Ailemle kendi meselemizi kendim konuşmayı ve diğerleri gibi araya kimseyi koymadığımı iyi bilirsiniz baba.” “– He bilirim evlat, neyse de, gayrı...” “– Askerlik yaptığım yerde bir kızı sevdim baba. Ona söz verdim; 'Teskereyi alır almaz anamı babamı alıp seni istemeye geleceğim' dedim.”
Cemo Ağa, bunu hiç beklememişti oğlundan. Yüzüne kan yürüyerek, gözlerini oğlunun gözlerine dikti: “– Sen ne deyin oğul? Hiç olur mu öyle şey? Ana babaya danışmadan, elin gurbet elinde huyunu suyunu bilmediğimiz bir kıza söz verilir mi? Kimdir, neyin nesidir?”
“– Kız, komutanımın ev sahibinin kızıdır. Bir yıla yakın süredir tanıyorum ama altı aydır da konuşmuşluğum oldu. İyi bir ailenin kızıdır. Komutanım Ali Başçavuş’umun evini taşırken gördüm kızı,” dedi anasına bakarak. “Sonrasında, komutanımın emir eriyle yer değiştirip buyurduğu bazı hizmetlere gidip gelirken görüp konuştuk. Ayıptır söylemesi, ben kıza, kız da bana aşıktır ana...” derken, yüzü kızarıp yere bakan Rıfat’ın gözleri dolu dolu oldu.
Anası, yutkunarak bir babaya bir oğula baktı. Ne diyeceğini, ne cevap vereceğini bilemez olmuştu oğluna. Hiç bunları hesap etmemişlerdi. Nereden çıkmıştı bu? Yanlış hesap hiç uymamıştı evdekine.
Rıfat, sözünü tamamlayıp tepkilerini ölçmeden sözü yarıda bırakmamaya karar vermişti bir kere. Babasının gözlerine bakarak konuşma cesaretini birden kaybeder. Ve yine anasına dönerek:
“– Söz verdim kıza ana... Memlekete döner dönmez anamı babamı alıp istemeye geleceğim diye söz verdim. Şimdi dört gözle bizi bekliyordur.”
Babası hiddetlenerek ayağa kalktı:
“– Olmaz evlat! Olmaz bu iş! Sen bize danışmadan nasıl bir kız seversin elin gurbetinden? Sen töreye baş mı kaldırırsın şimdi?”
“– Ne töresi ağam?!” (Arada sülalenin olduğu ortamda babasına ‘ağam’ diye hitap ederdi Rıfat.) “– Bunun töreyle ne alakası var? Evleneceğim kıza aşiret mi karar verecek? Onlar eskidendi baba!”
“– O nasıl bir laftır öyle?! Binlerce yıllık örf, âdeti sen mi kaldırırsın loo?” derken sinirden yüzüne kan hücum etmiş, elleri ayağı titrer olmuştu. Yerinden bir oturup bir kalkıyordu Cemo Ağa.
“– Tamam baba ya! Otur bi hele, sonra konuşuruz bunu. Şimdi senin ‘hayırlı iş’ nedir, ne söyleyecekseniz söyleyin? Ben de meraklandım şimdi,” derken Rıfat, içindekini bir nefeste söylemenin ağır yükünden kurtulmuşçasına hafiflemiş, yumuşak bir ses tonuyla konuşmuştu.
(Canan, kızın parmağındaki yüzüğe bakarken, ‘Kızı nişanlamışsınız... Onun haberi sanırım bu hayırlı iş,’ diye geçirdi içinden.)
Canan, çay tepsisini alıp çıktı. Konu açılmadan kendini mutfağa atıp kahve fincanlarını hazırladı. Kulağını perdenin arkasından yarı açık olan cama dayadı.
“– Bak evlat,” dedi babası, “Biz Celap Aşireti, binlerce yıldır burada yaşayan büyük bir sülaleyiz. Örf, âdet ve törelerimiz vardır. Bu yörede yaşayan aşiretlerin kendi kültürlerince has ve özel olsa da, genelde bazıları aynı törelerdir. Barış içinde yaşamak mecburiyetinde olan bu yasaları uygulamak gerekir. Yoksa aşiretler içinde sözün, sohbetin değer görmez; saygınlığını yitirirsin, sözün dinlenmez olur...”
“– Şimdi bunların benim sevdiğim kızla ne alakası var baba?” “– Elbette ki alakası yoktur oğul. Fakat senin evleneceğin kız da bizim kültürümüzden haberdar olmalı, bilmeli bunları. Kaldırabilir mi, altında ezilir mi, uyar mı bize, uymaz mı? Hem töremiz, adetlerimiz hem işlerimiz ağırdır, bilirsin oğul...” “– Bak ağam, ben kızla evleneceğim ve sizden ayrılıp büyük şehre yerleşeceğim. Töreler beni mutlu etmiyor baba. Üniversite okumuş asker arkadaşlarımdan çok şey öğrendim askerde. Töre deyince; namus ve kan davalarından başka bir şey yaşamadım çocukluğumdan beri. Bizim sülaleden kaç kişi hapis yattı, çıktı, öldürüldü, öldürdü... Ben bunları reddediyorum artık.” “– Ben de seni, benim karşımda böyle konuşmandan dolayı reddediyorum evlat! Senin aşireti bırakıp çıkman da töreye karşı gelmendir ve bunun cezası vardır aşiret içinde. Bunu sakın aklından çıkarma. Ve sözümden çıkarsan — her ne kadar lideri olsam da — cezanı kesenlere karşı koyamam, biliyorsun. Çünkü bu aşiretin önderi, doğruları önce kendisi yapıp uygulamalıdır,” dedi Cemo Ağa.
Anne Meryem bir oturup bir kalkıyor, oğlunun başına gelecekleri şimdiden tahmin ediyormuş gibi babaya da, oğula da ikide bir sakin olmalarını; bu işi sülalenin diğer büyükleriyle de oturup konuşmalarını söylüyordu.
Rıfat, babasının kalbinde sorun olduğunu bildiği için bu sefer sakin bir şekilde ve hafif de tebessümle sorusunu sordu: “– Canan’ımı nişanladınız? Kime verdiniz? Bana niye yazmadınız?” dedi.
“– Bende lafı dolandırmayacağım oğul. Evet, Canan’la seni berdel yaptık. Kızsan da bağırsan da bu sözü vermek zorunda kaldık...”
Rıfat hiddetlenerek ayağa fırladı:
“– Nasıl olur böyle şey? Neden yaparsınız? Sebep neydi ki bu kararı aldınız?”
“– Sana haber vermedik. Askerliği zor geçer, dedi anan. Söyletmedi oğul. Otur, sakince dinle şimdi lo...
Abin Rıza, kazayla Ziran aşiretinin düğününde, onların on dokuz yaşında askere hazırlanan gencecik oğlunu vurdu. Oğlan orada can verdi. Çocuğu hastaneye kaldırsak da kurtaramadık.
Onlarla geçmişte mera yüzünden dedelerimizin kavga edip, dedelerinin ölümüyle sonlanan ve yaşı küçük emmimin üstüne atılan suç için az bir hapis yatıp çıkan meseleyi gündeme getirip, işi kan davasına döndürdüler oğul. Düşman oldular bize.”
Meryem Ana, kocasının nefesini toplaması için lafını kesip araya girdi:
“– Vallah, abin ‘görmedim’ dedi. Yeminler üstüne yemin etti. Düğünde şenlenip oynarlarken havaya silah atmışlar. Bir tek abin de değil ama görenler, ‘abinin silahtan çıkan kurşunmuş’ dedi. Jandarma, savcı da raporda göstermiş: Abinin silahından çıkan mermiymiş dediler oğul. Çocuk, damdan oynayanları seyrederken vurulmuş. Aynen böyle olmuş dediler şahitler de.
Rıfat, “Yok, olmaz böyle! Ben bu çemberi kırmalıyım. Bu döngü böyle gidemez, ağam!”
Cemo Ağa: “Onlar biz değiliz, Rıfat! Aşiretiz, aynı törelerimiz vardır ama farklıyız oğul. Onlardan bir can gitti diye geçmişi güne getirip... O zaman kan dökmedik emme, bu sefer cana can alırız, deyiler oğul. Onlar bizim gibi düşünmüyor, gurallarında çok gatılar. Araya kimleri goymadık oğul! Angara’daki Urfa milletvekillerini getirdik, kaymakamı, buranın önde gelen diğer aşiret liderlerini saldık uzlaşmaya. Evlat, ‘cana can isteriz, hapis de yatsanız gencecik delikanlı çocuğumuzun kanını yerde koymayacağız,’ diye direttiler. Elim kolumu bağladılar. Biz de, ‘kanı kan yıkamaz’ diye barış yolunu seçtik. Mecbur kaldık evlat, mecbur... Anla bizi.”
Rıfat’ın kalbi durmuştu sanki. Dona kalmıştı duydukları karşısında. Neler dönmüştü, neler olmuştu bu evde o yokken? Kaderini kimler, neden böyle yazıyordu? Kime ne yapmıştı ki bu başına gelmişti? Oysa ne hayallerle binmişti o otobüse ve on sekiz saat süren o uzun yolculukta...
Öylece kaldı bir süre. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilmiyor, sanki dili boğazına kaçmış gibi sadece kendinin duyduğu hırıltılı sesler çıkarıyordu. Kimse ne dediğini anlamıyordu. Ama o, kendinin kendine söylediklerini çok iyi duyuyordu. İç sesinden kulağına değil, yüreğine gidip deliyordu sanki her bir sözcük...
Sessiz çığlıkla ağladı içine içine… “Nedir bu başıma gelenler?” dedi. “Kim yazıyor bizim kaderimizi, kimler sahneye koyuyor aman Allah’ım? Dilber’im, sen de şimdi ne umutlarla yolumu gözlüyorsun… Ah, ben sana nasıl erişeceğim şimdi?”
İki eliyle başını kavradı, doğruldu. Orada bulunanların yüzüne dahi bakmadan, odasına kapandı.
Canan kız, duydukları ve gördükleri karşısında içten içe ağlayarak mutfakta öylece kaldı. Fincanları geri dizdi, kahveyi yapmaktan vazgeçti. Ortam kahve içilecek gibi değildi.
O da en az abisi Rıfat kadar muzdarip ve dertliydi bu işten. Gönlünde biri vardı; ama sadece kendinin bildiği, o kişiyle tek kelime konuşmadan, bir kez olsun göz göze gelmeden… Ağaları tarafından kader elbisesi biçilmiş, dikilmiş, üstüne geçirilmişti çoktan.
Cemo Ağa, oğlu Rıfat’ın kendisine karşı gelmesini hazmetmeye çalışırken, yüzünde hüzün ve kızgınlık ifadesiyle büyük oğlu Rıza’nın evine kendini zor attı.
— “Hayırdır baba, iyi misin?” — “İyiyim, iyi… Rıfat canımı sıktı biraz, neyse gonuşuruk sonra. Sen şimdi git, çabuk emminleri (amcanları) çağır buraya.”
Rıza’nın evi, Cemo Ağa’nın evine elli metre uzaklıktaydı. Yine aynı arazi üzerinde, etrafı kerpiç örgülü, iki metre yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Koyun barınağı olan avlası, toprak damı, samanlığı, ahırı, aynı avlu içindeydi. Birkaç da meyve ağacı bulunan, tipik bir Güneydoğu evidir.
Rıza da Rıfat kadar boylu poslu, yakışıklıdır. Fakat kendi fikirleri olmayan, olsa bile aşiretin törelerine ters düşmemek adına dile getiremeyen, sakin yapıya sahip, evli ve iki erkek bir kız olmak üzere üç çocuk babasıdır.
Rıza, kafasında binbir soru ve cevapla bir koşu; büyük, orta ve küçük amcalarının evine gidip tek tek çağırdı… Mehmet (Memo) Ağa, Kemal (Kemo) Ağa, Hüseyin (Hüso) Ağa…
Ağalar ve Rıza, bir sessizlik içinde ve merakla geldiler Rıza’nın evine. Cemo Ağa'yla selamlaşıp, iki diz üstüne gelip oturdular sedirin karşısındaki yer minderlerine.
Cemo Ağa, külü bir parmak uzamış sarma sigarasının dumanını ciğerlerine kadar çekip yuttuktan sonra, sararmış bıyıklarının üstüne düşen burun deliklerinden bırakırken, diğer odada ev işleriyle meşgul olan gelinine biraz da yüksek sesle seslendi:
“—Sen bize bir gayfe yap Zelhaa, gızım.”
(Zeliha, büyük oğlunun eşi ve Cemo Ağa'nın büyük gelinidir.)
Gelin hanım elindeki işi yarım bırakıp, evine gelen diğer amca ağalarına hoş geldiniz diyerek ellerini tek tek öpüp, büyüklerine hâlâ gelinlik yapan bir edayla, duyulur duyulmaz bir sesle:
“—Tamam ağam…” dedi.
(Gelinlik: Genç gelinlerin, ağızlarına başörtüleriyle yaşmak çekerek ya da çekmeden, büyüklerinin yanında kısık sesle konuşmasıdır.)
Cemo Ağa, derin bir iç çekip, merakla ve heyecanla kendisinin söyleyeceklerini bekleyen kardeşlerine dönerek:
“—Rıfat’la ne konuştuğumu merak ediyonuz, biliyom. Durum hiç umduğumuz gibi olmadı… ama olmak zorunda. Bunun gaçarı göçeri yoh gayrı…”
“—Hayırdır ağam? Kötü giden bir şey mi var?” dedi ikinci numaralı amca, Kemal (Kemo) Ağa.
Pür dikkat kesildiler hepsi de… Tek göz, tek kulak olmuşlardı Cemo Ağa’nın ağzından çıkacaklara.
Rıza da yeni duyacaktı babasından olan biteni. Bu anlatılanlar en çok da onu ilgilendiriyordu. Düğündeki ölen çocuğun değen kurşunu kazara onun silahından çıkmıştı. Cezasını kabullenmişti. Fakat karşı taraf yokuşa sürmüştü işi. Ya berdel olacaktı, ya da cana can alınacaktı. Kan davasına dönecekti; kaçış yoktu, bunun farkındaydı tüm sülale.
Dört gözle beklenmişti Rıfat’ın askerden dönmesi. Her iş yoluna girmiş gibi gözüküyordu. Çocukları ölen aşiret, berdel karşılığında affı kabul etmişti. Akraba olmaya karar verilerek barış sağlanmıştı.
Dayanamadı Rıza, biraz da endişe ile: “– Rıfat ne dedi bu işe ağam?”
“– Rıfat askerde bir kızı sevmiş. ‘Ölürüm de onunla evlenirim.’ diyo.”
Hepsi birden, hayret eder gibi şaşkın bir ifadeyle baktılar Cemo Ağa’nın yüzüne.
“– Ne olacah şimdi? Bah sen Rifo’ya! Olamaz ağam, törelere tersdir bu. Verdiğimiz sözden geri cayamayız.” dedi Kemal (Kemo) Ağa, biraz tez canlı, hareketli, yerinde duramayan her zamanki karakteriyle.
Kahveyi, kulplu küçük tunç imbikte bir elinde, diğer elinde kulpsuz fincanlar tepsiye dizilmiş olarak getirdi Zeliha Gelin. Kahve ve tepsiyi ağalara ikram etmesi için kocası Rıza’ya teslim edip çıktı odadan.
Yarım kalan konuşmaya kaldığı yerden devam etti Cemo Ağa: “– Hiç tasalanmayın siz. Hele bana bırakın. Avratlar da çocuhlar da duymasın haa! Hele bahın uşahlar... Garşı tarafın gulağına gar suyu gaçırmayın şimdilik. Rıfat daha akşam geldi. Biraz durup dinlensin, enî sonu razı olacaktır. Ben size şimdilik bunu söylemek istedim.”
Baştan beri dikkatlice söylenenleri dinleyen büyük amca Memo Ağa: “– Ağam, bizim yapamamız gerekenleri söyle sen. Garşı taraf duymuştur oğlanın askerden döndüğünü, ya da ahşam sabah duyarlar. Onlar bizim kıza, Canan’a, yüzüğünü taktılar. Biz de gaybete taktık, oğlanı bekledik. Ama şimdi sıra aile yemeklerine gelmiştir. Bizden haber beklerler. Olmazsa biz de gelip konuşah Rıfat’la, ikna edek derim ağam.”
“– Anası da bende konuştuh. Sabah duyurduh gulağına, bilsin deyi. Kendi özüne sorsun, danışsın. Töreleri iyi bilir. Gaçış yok bundan. Bunu gafasına sokacak! Ağasının, ağalığını da, sözünü de bu yörelerde hökümsüz goyacah kadar gafasız mıdır ki?”
Rıza boynunu yerden kaldırmıyor, "Hepsi benim dikkatsizliğim yüzünden… Keşke o akşam az içseydim de kendimi salmasaydım… Bir de sevdiği varmış…" diye içinden geçirirken, bir yandan da kardeşine acıyordu.
“– Dün bin hevesle, davullu zurnalı karşıladım, sarıldım gardaşıma… Ama bugün yüzüne bakmaya cesaretim kalmadı. Kim bilir, bana nasılda kızıyordur şimdi ağam…” dedi, babasına dönerek.
Cemo Ağa:
“– Olmuşla ölmüşe çare var mıdır? Bu Dudavi aşireti Arap aşiretlerindendir. Kuralları, töreleri ağırdır, bize benzemez oğul. ‘Laa’ der de, ‘loo’ demezler. Ben bir can veremem… Bilerek öldürmedik dedik, kazadır dedik. Araya böyükleri saldık, Angara’lardan vekiller getirdik. Para, arazi, koyun kuzu teklif ettik… Olmadı. Ancak berdel dedi, başqa bir şey demedi, loo.”
“– Ben bilirim niye berdelde direttiğini ağam,” dedi küçük amca Hüseyin (Hüso Ağa).
Hepsi birden Hüso Ağa’ya döndürdü kafalarını.
Hüso Ağa, ağır ağır kalktı oturduğu minderden. Ellerini dizlerine bastırarak doğruldu. İçini çekti uzun uzun. Odadakilerin bakışlarını süzdü, sonra başını önüne eğdi ve yavaşça konuşmaya başladı:
“– Bu dediğim, yıllar evveli… Daha Yagup Ağa’nın oğlu doğmamıştı. Huriye, hamileydi. Aşiretin gözü hep üzerindeydi, zira erkek evlat bekleniyordu. Huriye de göbek büyüdükçe büyüttü gururunu. ‘Bir erkek doğuracağım’ dedi her sofrada, her mecliste. Dualar okundu, adaklar adandı…”
Derin bir nefes aldı Hüso Ağa, gözleri uzaklara dalmıştı.
“– Amma doğum kolay olmadı.. Kadın ölümden döndü. Oğlan doğdu ama sakat. Bacakları güçsüz, beli eğri. Çocuk yürümeyi bile zor öğrendi. Yagup Ağa o gün yıkıldı. Oğluna ‘Nuri’ adını verdi ama kalbinde utancın ismini taşıdı hep.”
Odadakiler sessizce dinliyordu. Hüso Ağa’nın sesi neredeyse bir ağıt gibi inliyordu.
“– O gün bugündür kimse oğluna kız vermedi. Aşiretin içinden de dışından da. Ne kadar servet döktüyse, ne kadar aracı gönderdiyse nafile… Herkes ‘Kızımızı o sakata mı vereceğiz?’ dedi, yüzüne karşı söyleyemeseler de arkasından çok konuştular. Bu da Yagup Ağa’nın öfkesini taşırdı içinde yıllarca. Hep aradı uygun bir eş. Amma gönlü kendi kanından bir gelin istemekteydi.”
Sustu. Bir tas su içti. Sonra gözlerini Cemo Ağa’ya dikerek devam etti:
“– Oğlunu berdelle everme fikri ilk kez o zaman düştü içine. Kendi oğlunu bir aşiretin kızıyla evlendirirse, kimse ses çıkaramazdı. Ama o da kolay değildi. Töre ağırdı. Lakin... bir kan davası, bir kaza, bir ölüm… işte o zaman fırsat geldi. Bu olan bitenin altında yatan gerçek budur ağam. O çocuğun ölümü bahanedir. Asıl mesele, bizim gızımızla onun oğlunu berdelle evermektir.”
Odaya derin bir sessizlik çöktü. Yalnızca sobanın içindeki közlerin çıtırtısı işitiliyordu.
Cemo Ağa, başını hafifçe salladı. Sanki bu sözleri zaten tahmin eder gibiydi. Ama birinin açıkça söylemesi gerekiyordu. O da Hüso Ağa’ya düşmüşt Cemo Ağa:
“– Ne bilirsin de neye demezsin bugüne gadar? Neymiş de hele, biz de duyalım; ahlından ne geçiyi, loo?”
“– Bu benim aklıma gelen, ağam… Bu Yagup Ağa’nın sakat, eksik oğluna bu yöreden kimse kız vermemiştirDerdi bizim kızımızı oğluna almaktı. O kara kızını da bizim oğlana yamamaktır. Çocuğun ölümü de buna bahane olmuştur, ağam.”
“– Artık iş işten geçmiştir Hüso. Vekillerin, kaymakamın ve onca aşiretin önünde söz verilmiş, barış sağlanmıştır. Dönüş yohtur. Haklı davamızda haksız düşerük. Ağalar vazgeçemek gayri. Cemo Ağa’ya da ‘bah sahtakar çıhtı’ dedirtmem ben kendime.”
“– Doğru dersin. Dönüş yoktur. Kanı kanla değil, suyla yumanın zamanıdır, ağam,” dedi Memo Ağa.
“– Şimdi varın gidin işlerinize bakın uşağlar. Durumları sonra konuşuruz. Haber mektup neyim gelirse, bir yerden laf söz, haberim ola. Arada uğrayın. Ben bugün evde olacağım. Oğlanla iyice bir konuşmam lazım...”
Amcalar evlerine dağılıp işlerinin başına döndü. Cemo Ağa evine gelince karısı Meyram’a seslenerek:
“– Gız avrat, nerdesiniz? Ayvana gelin hele, Rıfat’ı da çağır. Ocağın ateşi boşa geçiyor. Gıza da söyle, mırra tahımını da getirsin, oğlanla bir mırra içelim. Sende gel hadi, sabah başlı kaldı gayfemiz.”
Meyram:
“– Oğlan odasında, gızı salamda çığırsın.”
Rıfat, ağır bir travmayla boğuşuyordu. Kendisinin fikri alınmadan yapılanları aklı, idraki almıyor; odanın içinde bir sağa, bir sola volta atarak duyduğu şeyleri hazmetmeye gücü, kudreti yetmiyordu.
Canan, oda kapısına vurduğunda, Dilber’in hayaliyle haşır neşir olmuştu. İrkilip kendine geldiğinde:
“– Kim o?”
“– Benim abi, babam seni ayvana bekliyor da...”
“– Gel Canan, gel otur şuraya bacım. Seninle konuşacaklarım var.”
“– Buyur abi, dinliyorum.” diyerek sedirin üstündeki abisinin yatağının ayak ucuna oturdu.
Canan, abisinin kendisiyle neler konuşacağının farkındaydı. Eni sonu konuya girecekti. Biraz asi ve dik başlı olan abisini çocukluğundan beri çok iyi tanıyordu. Berdel işini irdelemeden içi rahat etmeyecekti. Hele sevdiği bir kız varken sessiz sedasız boyun eğmeyecekti. Oldu bitti sevemiyordu; karşı çıktığı bu ağalık, aşiret sistemini...
Hiç ona göre değildi bir ağanın onlarca köyü olması, o yöre halkını köle gibi kendi işlerinde karın tokluğuna çalıştırmasına gönlü razı gelmiyordu. Kendileri bir Türkmen aşiretiydi, öyle köyleri falan yoktu. Keçi koyun sürüleri ve ekip biçecekleri kendilerine özgü arazileri vardı. Aslında kendilerine "aşiret" denmesini de pek kabul etmiyordu Rıfat. Çünkü onlar bir Türk oymağıydı. Fakat varlıklı ve kalabalık olunca sülalelere o yörede aşiret deniliyordu. Binlerce yıldır Arap, Kürt, Türk aşiretlerinin töre ve kültürleri birbirine karışarak benzeşmişti.
“– Senin rızalığın alındı mı bacım? Bu işe sen nasıl razı oldun?”
“– Kan dökülmesin, gençlerimiz, erkelerimizden kimse ölsün istemedim abi. Senin evleneceğin kız sağlıklı, güzel bir kızdır. Beni verdikleri oğlanın ayağı aksakmış, ben görmedim. Amcamların gelinleri görmüş, onlar söyler; yüzünde de çiçek hastalığı izleri varmış.”
“– Bak sen! Belli oldu niye berdel diye direttiği bu adamın...” Bacısının saçlarını okşayıp gözyaşlarını eliyle silerken:
“– Hadi gel, eyvana inelim. Üzülme bacım, bu işe bir çare bulacağım. Ne seni, ne kendimi o aşirete yem etmeyeceğim!..”
Cemo Ağa’nın mırra cezvesi elinde, oğluna:
“– Sana elimle mırra pişirdim. Gel oğul, gel… Hem içeh, hem gonuşah.”
“– Ben de sizleri, hepinizi çok özledim. Ne düşünceyle geldim, nelerle karşılaştım... Hayal kırıklığına uğradım ana. Moralım bitik. Gülmek istiyor içim, gülemiyor. Ağlamak istesem ağlayamıyorum. Kötü bir ruh hali içindeyim,” dedi Cemo Ağa’ya dönerek.
Cemo Ağa, oğlunun gözlerinin içine bakarak:
“– Seni anlıyoh oğul, sen de bizi anla. Bu işe başladuh, bütüreceğük. Senin geldiğinin haberi çohtan ulaşmıştır garşı tarafa. Onların eli kulağı her taraftadır şimdi...”
“– Ben bilmem ağam, ben bu işe kesinlikle itiraz edecem. Kabul etmiyom berdel işini.”
“– Biz keyfimizden mi berdele razı olduh oğul? Sen hâlâ işin ciddiyetinde değilsin sanırım...”
“– Ciddiyetindeyim ağam da... Burası dağ başı mı? Hangi çağda yaşıyoh? Bu işin bir oluru olmalı. Gidip konuşacam onlarla da...”
“– Ne deyin sen loo? Oraya gidip bu işten vazgeçtiğini söylediğin an sağ çıhamazsın o evden! Sen onları tanımıyon mu loo? Ne çok vukuatları vardır geçmişten... He ya, sen bebeydin da... Bu Dudav Aşireti’nden Yagup Ağa’nın böyük bacısını, Ulaş Aşireti’nden bir oğlan gaçurdu da, üç genci öldürdüler, serdiler yere oğul! Bunların kan davasından mapusta hâlâ yatanları vardur. Ahlını başına devşir!”
“– Böyle sinsi bir sülaleyle biz nasıl akraba oluruz baba?”
“– Bak oğul, onlar ta rahmetli bobamın zamanıydı... Yeni gençler öyle gatı değildir bilirim. Ama Yagup Ağa bir kere inat etti, ayağ diredi. Genç torunu ölünce, acısıyla yaptı bunu. Şimdide 'ölürüm de barışmam' dedi, yokuşa sürdü.”
(“Onun derdi başka ya… Neyse,” diye geçirdi içinden.)
Karısı Meryem Hatun’a bakarak... Anası, Cemo Ağa’nın lafı biter bitmez...
Rıfat’ım, can oğlum... Abin etti bir kaza, bir kusur. Senin de bacının da yüzüne bakamaz oldu. "Cezamı çekerim" dese de, "gana gan" dediler, barışmadılar. Berdel istediler, mecbur kaldık. Sende bilirsin töreleri... Babanın yüzünü, sözünü yere düşürme. Gel oğul...
Ne konuşulursa konuşulsun, Rıfat’ın bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Onun aklı fikri sevdiği kızda, Dilber'deydi. Onun için yaşarken ölmek demekti; berdelle evlenip sevdiği kıza kavuşamamak...
O akşam abisi Rıza, yengesi ve yeğenleri de geldi. Yenge Meryem Ana, akşam yemeğinde yardım etti. Sonra Canan’la birlikte eyvana sofra serilip yemekler yendi. Kimsenin ağzını bıçak açmadı. Açsa da... Bu işler ağalardan soruluyordu, onlar karar veriyordu.
Arada yeğenlerine gülümseyip seven Rıfat, müsaade alıp odasına çıktı.
İki gün sonra, Dudav Aşireti’nin lideri Yakup Ağa, elçi gönderdi Cemo Ağalara. Elçi, her iki tarafın da yakından tanıdığı, yine saygın bir aşiret liderinin oğluydu.
Açık al renkte, uzun kuyruklu, uzun yeleli yağız bir atla avlunun giriş dış kapısından bağırarak seslendi elçi Selahattin (Selo):
“— Cemo Ağa, Cemo Ağa! Rızaaa looo! Evde misiniz?”
Meryem Ana sesi duyar ve evin aşağı katında bulunan mutfaktan, yukarı katta yataktan yeni uyanmış olan kocasına seslenir:
“— Seni bir çığıran var ağam, hele bi dışa çıh da bak.”
Cemo Ağa telaşla şalvarını, gömleğini sırtına geçirip, düğmelerini yirmi basamaklı merdivenlerde ilikleyerek iner ve avlu kapısını açıp elçiyi karşılar:
“— Selamünaleyküm Cemo Ağa... Rahatsız ettim bu vahıtta, kusura galma...”
---“– Ve aleyküm selam Selahattin Ağa. Ne rahatsızlığı? Bende uyanmıştım da, boş boş bakınıyordum yatağın içinde zaten.”
Cemo Ağa sakallarını sıvazlayıp, gözlerini tam önünde duran atın başına okşarken birden; atın ön ayaklarına indirip:
“– Yagup Ağa’nın yumuşu nedir ki Selo Ağa?” (Selo; Selahattin’in kısaltılmışı.)
“– Bana dediğine göre sizleri, yani Rıfat’ı ve aşiret büyüklerini, avratlarıyla akşama yemeğe çağırdılar. Rıfat oğlan askerden gelmiş ya, varsın gelsinler tanışa konuşa, deyü Ağa'm.”
Cemo Ağa sağ elini başına götürüp biraz sessiz kalıp düşündü. Bu tanışma yemeği eninde sonunda olacaktı. Rıfat’ın çocukluğunu, delikanlılığını bilseler de, askerden geldiğini görmek için can atıyorlardı.
“– Eyi, tamamdır Selo Ağa. Yagup Ağa’ya haberi ilet. Akşama oradayız inşallah. Ama sen içeri girip bir kahvemizi içseydin, çay da hazırdı. Böyle ayaküstü olmadı hiç.”
“– Sağ ol Cemo Ağa’m. Size afiyet olsun. Haberi iletip eve varmam lazım. Uşakları salıp birkaç köylüyü toplayıp pamuk tarlalarına çapaya göndereceğim de.”
“– Sana kolay gelsin Selo. Selamlarımızı iletirsin artık.”
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.