Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Koynumdaki sır (ÖYKÜ)
Önsöz “Koynumdaki Sır”a Dair Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor. “Dilb...
10. Bölüm

Dilber'in hamilelik kuşkuları

59 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Çavuş, telefonun ahizesini bıraktığında sapsarı kesilen yüzüne bakmak için lavaboya gidip elini yüzünü yıkarken, aynadaki sûretine bir daha baktı. Nasıl söyleyecekti tüm olanları, nasıl anlatacaktı Dilber’e? Kız kendini nasıl hissederdi? Hiç duymamış, hiç anlamamıştı Çavuş.

Bir köşeye çağırıp baş başa konuşamazdı Dilber’le, yanlış anlaşılırdı diye düşündü. “En iyisi eve gidince Sultan’a bunlardan bahsetmeliyim. O, bir bahane bulup çağırır kızı eve,” diye geçirdi içinden. İyi ki de duymuştu bunları, anlatmıştı kendisine Urfalı... diye geçirdi içinden, aynadaki yüzüne endişeyle bakarken.

Haftaya senelik iznine çıkıp çocuklarıyla, eşiyle birlikte memleketine, köye gideceklerdi. Hattâ bir hafta daha ertelemişti bu iznini; abla Dilek’in düğünü vardı bu hafta. Onun için ertelemişlerdi köye gitmeyi.

Eşi Sultan Hanım’ı da çeyiz sermeye çağırmışlardı. Dilek’in oturacağı eve çeyiz eşyalarını götürüp sermişlerdi. Tüm bunlar için Dilber çağırmıştı Sultan’ı...


---Dilber’in her günü, bir önceki günden daha çok endişe ve korkuyla büyüyerek bir kâbusa dönüşüyordu. Son regl olduğundan beri tam üç aydır regl olmuyordu. Ara sıra banyoya gidip karnına dokunuyordu; biraz sertlik oluşmuştu bile. Hatta göğüslerinin uçları, pembeden giderek koyulaşan kahverengiye dönüşüyordu.

"Kesin hamileyim... Aman Allah’ım, ne yapacağım ben şimdi? Rıfat, ne işler açtın başıma..." dedi. Korkmuştu, emindi artık. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atarken, yüzü sapsarı kesilmişti. İkide bir de midesi bulanıyor, kimseye çaktırmasa da sofrada yer gibi yapıyor ama yemez gibi, kaşığın ucuyla birkaç lokma aldıktan sonra kalkıyordu.

Bir bahane bulup kendini bahçeye atıyor, temiz havayla elini yüzünü yıkayıp oradan bir şeyler alıp dönüyordu. Kimse anlamasın diye daha geniş, salaş kıyafetler giyiyor; hatta dışarı ve bahçe işlerini üstlenip, bol şalvarlarla karnını kamufle etmeye çalışıyordu.

Çavuş, o akşam eşi Sultan’a, hanıma bahsetti Rıfat’ın söylediklerini. Bir bir anlattı; kızla oğlanın durumunu ve karşı taraftaki berdel olayını, Urfalı’nın orada neler yaşadığını...

“Vah, yazık olacak Dilber’e,” dedi Sultan Hanım, küçük kızı Narin’e yemeğini yedirirken.

Ali Çavuş...

“Nasıl oldu da hiç fark edemedik Sultan? Sen de mi anlayamadın kızı? Uyarsaydık, uzak dursaydı bari oğlandan...” derken uzun uzun yere baktı Sultan Hanım.

“Evi taşıdığımız o gün hissettim sanki. Oğlan ara ara kıza bakıyordu, kız da ona... Ama kısa bir süreydi, üstüne konduramadım. Bir seferde kediyi almaya geldiğinde, arka kapıda bir fısıltı duydum ikisi arasında.

Anlayamadım çok... Zaten bir daha da gelmedi, görmedim o eri,” dedi, eşinin yüzüne endişeyle bakarken.

“Şimdi bizim kıza anlatmamız lazım Rıfat’ın durumunu. Yoksa kız umudunu kesmez bu oğlandan. Söz vermiş kıza, ‘Ana babamı alıp isteyeceğim’ demiş. Duyarsa umudunu üzer, beklemez oğlanı.

“Yoksa yarın öbür gün ablası gidecek, abisi Tahsin de peşinden evlenecek. Sıra Dilber’e gelecek, isteyenleri olacak. Bu kız Rıfat’ı bekleyip duracak, kimseyi istemeyecek. Yazık olacak kıza...” dedi Çavuş, gözlerini kırmızı yün halının desenine dikerken.

“Yarın kınası var. Ablasının düğünü atlatalım, ben çağırırım kızı bize. Sen de hafta sonu evde olursun, konuşuruz birlikte. İki gün daha sabredelim Ali. Şimdi kızın morali bozulursa, ablasının düğününde karalar bağlamasın. Kızcağız çok da sessiz, hanım hanımcık, yardımsever... Acıdım şimdi. Gönül işi söz dinliyor mu hiç? Gençlik işte,” dedi Sultan Hanım, kucağında uyuyan küçük kızını yatağına koymak için ayağa kalktı.

Çavuş, düşünceli bir ifadeyle:

“İyi akıl ettin Sultan. Ben de ‘hemen söyleyelim, atalım şu yükü üstümüzden’ demiştim zaten. Düğünün ertesi toplanır, salı günü de biz yola çıkarız çocuklarla. Seni trenle gönderirim, ben de motosikletimle yola çıkacağım. Orak, harman vakti geldi. Anamların gözleri yolda kalmıştır. Çocukları da çok özlediler. Hem bir ay da bayağı yardım eder, kaldırırız hasadı. Sen de kışlık unluk buğdayları yıkar, kutursun. Bulguru, nevalelere yardım edersin anama, yengemlere.”

Sultan, kocasına sırtı dönük, sobanın üstündeki yoğurt çorbasını kesilmesin diye aralıksız karıştırırken konuştu:

“Bir ayda ancak nohut, fasulye, mercimekler toplanır. Siz buğdayları derken, biz kadınlar da bunların yolmasını yaparız. Biliyorsun, her sene yapıyoruz Ali. Bir ayda derlenip toplanmaz ki hepsi. Sanırım üç ay yazı orada geçireceğiz.

Abilerin, yengelerin kendilerine iş yapıyor. Hasat birlik olsa da, kışlığını herkes kendine yapıyor. Yaşlı ananla babana yardım etmeliyim ki kendi kışlığımı da, onlarınkini de yapmalıyız. Yıkaması, kurutması, tarhanası uzun sürer.”


Kocasına sırtı dönük, sobanın üstündeki yoğurt çorbasını kesilmesin diye aralıksız karıştırırken:

“Tamam o zaman, ben dönerim. Zaten 28 gün izin... Sizi de ya ben almaya gelirim ya da ağamlar—eskiden kendinden büyük abilere, hatta babalara ‘ağa’ derlerdi—trene bindirir, burada karşılarım,” dedi Çavuş.

Köylerden ve komşulardan düğüne gelen davetliler için oğlan evinde pişen yemeklerden tencereler dolusu kız evine de gönderildi. Kız evinde yemek pişmesine rağmen adetler öyleydi; aynı şehirde olan dünürlerin evine gelen misafirler için oğlan evinden yemekler gelirdi.

Düğünden birkaç gün öncesinden börekler, yufka ekmeği imece usulüyle yapılır, sarmalar sarılırdı. Zengin, varlıklı olan oğlan evinde bir hafta düğün dernek devam eder, davullar çalınırdı.

Düğüne gelen her misafire Türk kahvesi ikram edilirdi. Bunun için orta yaşlı, yakın akraba, komşulardan veya tanıdıklardan; erkekler için erkek, bayanlar için bayan bir kahveci tayin edilirdi. Düğün boyunca onun görevi sadece misafirlere kahve yapmak, fincanları yıkayıp tekrarına hazırlamaktı. Hatta gelenlerden varlıklı olan davetliler, kahvecinin tepsisine bahşiş bırakırdı.

GELİN HAMAMI


Bu bir hafta içinde kız evinde düğün telaşı bitmezdi. Çeyiz asma, toplama, gelinin yaşayacağı eve veya kayınvalideyle yaşayacaksa odasına bu çeyizlerin tekrar serilmesi, gelin yatağının gösterişli bir şekilde hazırlanması… Gelin hamamına kızın arkadaşları, evin gençleri, oğlan tarafından görümceler, yengeler ve genç kızlar toplanır giderlerdi. Bazen hamamı kız babası başka müşterilere kapattırırdı, çengiler tutulurdu. Hamam için akşamdan tatlılar, börekler, meyveler, içecekler hazırlanırdı.

Ali Çavuş’a Rıfat’tan telefon geldiği günün sabahı, Dilek kızın gelin hamamı için kız evinde hazırlıklar sürüyordu. Yapılan yemek kokularından Dilber’in midesi bulanıyor, sık sık balkona veya bahçeye çıkıyordu.

Dilek kız, düğün için diktirdikleri elbiselerden birkaçını eline almış, oturma odasına girerken:

— Ana, bunun hangisi hamama giderken, hangisini çıkarken giyeyim? diye sordu.

Fatma ana:

— Ben ne bilem gız, gızım? Dilber’e sor ya da gendün garar ver gızım, hepciğide çok güzeller. Ee, gayın buban mağaza sahübü olunca… dedi kızına şaka yollu.

— He valla ana, hiç esirgemediler sağ olsunlar. Hele gayın babam, mağazalarındaki kumaşlardan neyi elime alsam, az fazla baksam; “Gız karar veremedi madem, ondan da düktürün,” dedi kaynanama… diyerek az biraz da şımarırcasına gülerken…

Dilber geldi oturma odasına. Ablasının gelin hamamına kesinlikle gitmeyecekti. Ya karnı belli olursa? Kime ne cevap verecekti? Hele ablası görse, “Kızın karnında bir dert var,” diye doktora götürmek isterdi hemencik…

“Yok,” dedi içinden, “yok, bir bahane bulmalıydım…”

Ablamdı, evet; ama benim yerime, abisi Tahsin’in nişanlısı Belgüzar yengesini sorumlu edecekti hamamdaki “gelinin kardeşi” sorumluluklarından. Onu da kurmuştu kafasında kaç gün önceden. Her akşam, uyumadan önce balkonda, bahçede bir çare aramak

“Sen ne giyeceksin abam yarın hamama?” dedi Dilek.

“Ben hamama gelemiycem abla. Benim yerime Bergüzar ilgilenecek oradaki işlerle. Ben öğlene doğru yiyecekleri getirecem, oradan da gelip anama yardım etmem lazım. Akşamına kına var abla, anam bu haliyle nasıl yetişir işlere? Ha, Sultan yengeyi de davet ettim gelin hamamına,” dedi.

“Bak ablam, sen gelinin kardeşisin, senin işin bellidir. Adetleri bilirsin. Oradakilerin eğlenmesi senin teşvikinle olur. Kardeş yenge başlatır eğlenceyi. Çengiler arada bahşiş, yiyecek içecek ister neyim... İster, onların idaresi sana aittir. Gelinin bir şeye karışması ayıptır, kınanır, biliyorsun.”

“Biliyorum abla, onun için Sultan yengemle Bergüzar’la konuştum. Onlar halledecekler işte. Benim evde olmam lazım. Erkekler anlamaz. Kına avluda olacak, onlar sadece sandalyeleri düzecekler. Gerisini anamla ben yapacağız. Anam tek ayağına çok bastırdı bu ara, ağrısı var. Sana belli etmiyor ama abla,” dedi.

Dilek ısrarla:

“Hem Sultan yenge çocuklarla olmaz. Bir yerde durmuyorlar demişti geçen gün bana. Birkaç kere gitmiş, çocuklar çok hareketli... Hamamın mermerlerine kafa üstü düşmüşler. Bir şey olur diye gelmiyordu,” dedi.

“Çocuklara da eyleyip burada ben bakacam ablam...” derken, ağzından aldı lafı anası.

Dilber iyi etmiş, kızım, doğruda etmiş.
“Hamamda amca kızların, dayı kızların da var, dolusunuz. Çavuş abinin çok emeği var, bizler de Sultan yengeniz; hamama gitmeli, olmaz ayrılmaz. O da evimizin bir kızı olmuştur. Çok koşturdu çeyine, çok el attı. Birlikte bitirip yetiştirdiniz onca el emeği, göz nuru,” diyerek destekledi küçük kızını.

O gün hamamda, kız evinden üç paytonla genç gelinler, başlarında Sultan yengeleriyle birlikte girdiler hamama. Oğlan evinden ise büyük elti ve görümceler beş paytonla, genç insanlarla beraber gelmişti. Az önce inip soyunma odalarına geçmişlerdi. Hamamcı kadın, gür sesiyle telaşlı bir şekilde haber veriyordu.

Kızın babası Mustafa Ağa, düğünden tam bir hafta önce hamam sahipleriyle konuşmuş, hamamı kiralamıştı bile. Eksik koymak istemezdi. İlk defa kızını evlendiriyordu ve bu, ailenin ilk düğünüydü. Adetti; hamam, çengi, kına kız tarafının işiydi.


Çavuş, o vakitler anlamamıştı olup biteni.
Belki sezseydi, bir işaret alsaydı…
Kızı da uyarırdı, o garip askeri de.
“Asker ocağıydı, eli kulağında gidecekti sonuçta.
Böylesi bir gönül hikâyesi
Başlamadan bitmeliydi,” derdi belki.
Sevgiliye varmak kolay mıydı bu yolda,
Keşke anlatılsaydı ona,
Ya da kızcağız Sultan’a söyleseydi —
Sultan da elbet bana açardı içini…
Bir şekilde önüne geçerdim.
Olmasa da bir uyarı,
Bir nasihatla engel olurdum,
Durum bu noktaya gelmezdi.
Ah, ah…
Şimdi ne diyeyim Garip Mustafa’ya?
“Keşke taşınmasaydım bu eve,” mi diyeyim?
Ben çağırmasaydım o erleri buraya,
Urfalı Dilber’i hiç görmeyecekti.
Dilber de nereden bilecekti
Urfalı’ya kalbini kaptıracağını?
Her şey…
Her şey benim yüzümden sanki…
Off, off…

Çavuş’un Evinde ki

Dilek’in düğünü sona ermişti. Davul zurna susmuş, geriye geline takılan altınların ve edilen duaların yankısı kalmıştı. Ama Dilber’in yüreğinde hiçbir yankı yoktu, sadece ağır bir sessizlik… O gece, herkes evinde düğün yorgunluğunu dinlendirirken, Sultan yenge usulca yaklaştı Dilber’e.

> “Kızım, Çavuş abin bir şey söylemek istiyor sana… Hadi bizim eve gel, kısa sürecek…”
Dilber, önce anlam veremedi. Ama Sultan yengenin gözlerindeki telaş, sesine yansıyan titreklik içini ürpertti. Sanki bir şey olmuştu da, söylenmeden önce durup bekliyordu. Sessizce kalktı, başına bir örtü aldı ve yengenin peşine düştü.

Ali Çavuş, evin oturma odasında bekliyordu. Gömleği düğmesiz, eli dizinde… Gözleri yerdeydi. Sultan kapıyı aralayıp Dilber’i içeri buyur etti. Oda tütü kokuyordu, ama havada başka bir şey daha vardı; bir sır, bir koku gibi asılıydı. Sultan perdeleri kapadı, kapıyı içten kilitledi. Oturdular.

Çavuş bir müddet sustu, boğazını temizledi, sonra konuştu. Sesi hem netti, hem de titrek:

> “Rıfat senden sonra karakoldan beni aradı. Tam da düğün günü… Kızım… Bu kolay anlatılacak bir şey değil... Ama artık saklamaya da vicdanım elvermiyor.”

Dilber donakalmıştı. Çavuş’un sesi yankılandıkça, ciğerine işleyen bir soğukluk hissetti. Sultan yenge gözyaşlarını silerken, araya girdi:

> “Kızım… Bu işler bizim bildiğimiz gibi değilmiş. Rıfat mecbur kalmış... Aşiret işi… Berdel meselesi...
Daha fazla dinlemedi Dilber. Ne "aşiret" dediğini duydu, ne "berdel"i… Sadece içinden bir şeyin kırıldığını hissetti. Bir parça değil; sanki içinin tamamı, çatırdayarak paramparça oldu. Rengi soldu, dudakları uçuklaştı. Gözleri bir an boşluğa baktı… Sonra, sessizce Sultan yengenin kucağına yığıldı.

Sultan, “Yavrum!” diye feryat etti. Ali Çavuş yerinden fırladı. Kolonyayı kaptı, soğuk suyu getirdi. Sultan bir soğan kesti, Dilber’in burnuna tuttu. Kız, iç çekerek, gözleri nemli bir buğuyla ayıldı. Ama o ayılış… öyle bildiğimiz türden değildi. O artık yenilir yutulur türden olmayan sırla uyanmış bir insandı.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL