Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Koynumdaki sır (ÖYKÜ)
Önsöz “Koynumdaki Sır”a Dair Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor. “Dilb...
5. Bölüm

Bir aşk doğuyor

50 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Koğuştaki arkadaşlarının şakasına katılan Rıfat’a bir haller olmuştu. Ne cevap veriyor ne de sohbetlerine icabet ediyordu. Dalgın ve solgunlaşmışlığı alay konusu olmasın diye, Dilber kıza âşık olduğunu kimseye de açamıyordu ama içi içini yiyordu.

Kışladan sonraki beşinci evin bahçesinin, Dilber’lerin olduğunu çok iyi öğrenmişti ve her gün o bahçenin ormana bakan çitlerin dibine kadar, en az üç kez çalılıkların içinden kimseye görünmeden, Dilber’i bahçede görürüm umuduyla su yolu etmişti.

Dağın en aşağısının eteklerine düşen bayırdaki bu orman ve otlardan, komşu evlerin sadece çatıları görünürdü. Yani evler, cadde tarafında bayır kotuyla daha aşağıdaydı. Bu evlerden kimse, ormanın dibine kadar —yani bahçelerinin ormana yakın kenarına— gelmedikçe, buraya gelenleri göremezdiler.

Urfalı Rıfat’ın gecesi gündüzü bu ormanlık olmuştu. Gündüzün, Dilber kızı bir kerecik görmek için ikide bir kaçıp gelir, uzaktan seyre dalardı karakoldan sonraki beşinci evin bahçeye bakan kapısını.

Birkaç hafta takip etti ama bir türlü denk gelemedi Dilber’ine. Rüyalarında, ormanın derinlerinde gözden uzaklarda; Dilber’iyle el ele, göz göze geziyor; kır çiçeklerinden buket yapıp kıza aşkın sansürsüz imgeleriyle birlikte diz çöküp takdim eden Urfalı oğlan, gündüzün bir türlü yüz yüze gelemiyordu.

Teskeresine de altı ay kalmıştı, kendisini bu konuda çaresiz hissediyordu ve en sonunda devresi Aydınlı Musa’ya açılmak zorunda kaldı.

“Biliyor musun? Ben o kıza âşık oldum.”

“Hangi kıza oğlum?”

“Hani o gün çavuşun evini taşırken gördüğümüz ev sahibinin kızı.”

Ve gülümsedi Musa.
“Anlamadık mı sanıyorsun oğlum? Çoktan seziyorduk, hatta emindik. Biliyorduk biz senin o kıza tutulduğunu.”

“Nasıl yani oğlum, nasıl bildiniz ki?”

“O günden sonra eski neşenden eser kalmadığından, dalıp dalıp gittiğinden... En ufak fırsatta nereye gittiğini bilmediğimizi mi sanıyordun?”

“Her neyse... bak, teskeremize az kaldı. Ben o kızla buluşup konuşmalıyım. Kendisine âşık olduğumu, onu sevdiğimi gitmeden söylemem lazım.”

“Ee biz ne yapabiliriz? Bugün varız, yarın yokuz. Askerlik bitince doğru memleketimize, ana babamızın yanına döneceğiz oğlum. Ne aşkı? Kıza da kendine de yazık etme, unut gitsin,” diyerek bu aşkın sonunun olmayacağını ima ediyordu Aydınlı.

Kimse duymasın diye sesini kısmaya çalışsa da, bayağı da sert konuşuyordu Urfalı’ya.

“Elimde değil oğlum... Ben düşünmedim mi sanıyorsun? Kaç aydır yemeden içmeden kesildim, uykularım firar etti.”

“Farkındayım, biliyorum ülen.”

“Neyse, sen şimdi beni dinle.”

“Buyur Urfalı tertibim,” dedi alay edercesine.

“Şakayı, alayı bırak. Ben ciddiyim. O kızı deli gibi seviyorum.”

“Ee tamam, anladık orasını tamam da...” dedi, kafasını soru sorar gibi iki yana oynatarak.


“Bak tertip, senin aran Ali Komutanımızın emir eri Rıza ile çok iyi.”
“Eee?”
“Ona bir yolunu bul, anlat benim işi. Ama ağzını sıkı tutsun, yemin edip en ama! El basmadan söyleme ha.”
“Eee, daha başka emrin var mı oğlum?”
“Şaka yapma len, ciddiyim ben. Komutanın eviyle ilgili bir işi; götürülüp getirileceği olursa, Rıza gelip beni çağırmalı.”
“Hepsi bu mu lo? Söylerim, tamam.”

Ertesi gün, komutanın emriyle emir eri Rıza Urfalı’yı çağırdı.
Ali Çavuş’un küçük kızı Narin’in kedisini kucağından bırakmadığını, kıllarının çocuğu hasta edebileceği endişesini açıkladı ve:
“Yengenin haberi var, çocuğa çaktırmadan kediyi yakalayıp sana verecek.
Kediye bundan sonra kışladaki diğer hayvanlarla birlikte bakılacak.”
“Başüstüne komutanım.”

Aylar önce yazarak kibrit kutusuna sakladığı ve cebinde dolandırdığı mektubu kıza vermenin tam zamanı, diyordu içinden eve doğru inerken.
“Ön kapıdan girersem görenler olur, veremem mektubu. En iyisi yine arkadan gitmeliyim,” dedi iç sesi...

Sevincinden yer kayıyordu sanki, ayakları kanat takmış uçmuştu. Evin arka tarafındaki kapıya nasıl geldiğini kendisi de tahmin edemedi.
Komutanın kapıya iki kere vurdu ve kulak kabarttı içerideki seslere. Bu seslerden biri Dilber’di; çocukları seviyor, arada Sultan yengesiyle konuşuydu.
Çavuş’un hanımı, kedinin götürüleceğini söylüyordu Dilber’e:
“Çavuş abin erlerden birini gönderip aldıracakmış, kışlada bakacaklarmış,” dedi.

Dilber’in, o an tüm damarları kan değil, ateş taşıdı sanki. Yüzünü sıcaklık bastı.
“İnşallah o asker gelir,” dedi içinden ve ekledi:
“Narin fark edince çok ağlar yenge... Yazık olacak çocuğa.”

Çocuk duymasın diye fısıltıyla konuşuyordu Sultan Yenge:
“Annesi özlemiş, götürdü deriz... Çocuk bu, inanır,” gibi şeyler söylüyorlardı.

Kapıya yakın mutfak camının açık olmasından dolayı bu konuşmaları duymuştu, kapının açılmasını bekleyen Urfalı.

Kapıyı açan Sultan Hanım’a,
“Selam yenge, komutanım gönderdi, kediyi götürmeye geldim,” dedi.

Sultan Hanım, sol işaret parmağını iki dudağının üstüne koyup,
“Sus... Sessiz konuş, çocuk duymasın,” gibi işaret verdi.
“Az bekle olur mu? Çocuk anlamadan alayım kucağından.”
“Tamam yenge, beklerim.”

Dilber, askerin sesini tanıyıp mutfakta bir işi varmış gibi dış kapıya yöneldi.
Kızı yanı başında gören oğlan, tüm cesaretini toplayıp,
“Merhaba,” dedi sesi titreyerek.
“Merhaba.”

Bu, son olabilirdi. Bir daha bu kadar yakınına gelemeyebilirdi. Belki de hiç fırsat bulamazdı bu kadar. Gülümsedi.
Bakışlarında şimşekler çakıyordu her ikisinin de.
Belli ki kız da epeydir vurgundu ama bir türlü açılamıyor, göremiyor, çok çaresiz kalıyordu.

Yenge gelmeden vermeliydi mektubu. Elini cebine attı, kibrit kutusunu çıkarıp uzattı kıza.
Kız, “Bu ne?” der gibi bakıp, yakalanma korkusuyla koynuna soktu kutuyu.
Mutfakta bir şeylerle oyalanmaya başladı.

Mektup...

Merhaba Dilber,

Nasılsın? Umarım iyisindir.

Seni gördüğüm o günden beri bir an bile aklımdan çıkmadın. Bilmiyorum, sen ne hissediyorsun… ama ben sana âşık oldum. Ne olur kızma bana. Elimde değil. İki aydır ne doğru dürüst yiyor, ne içiyor, ne de uyuyabiliyorum.

Size, komutanımın gönderdiği tavşanı getirdiğim günden beri her gün bahçenizin etrafında deli divane dolaşıp duruyorum. Sırf seni bir kez görebilmek için… Günde en az üç kez uğradım o civara, ama sen hiç o saatlerde arka kapıya çıkmadın. Sana hiç rastlayamadım.

Bu mektubu sana yazmak zorunda kaldım. İçimde tutamıyorum artık.

Teskere almama üç ay kaldı. Seninle mutlaka konuşmak istiyorum. Elbette… eğer sen de istersen.

Yarın, öğlen yemeğinden sonra, sizin bahçenin arkasındaki ormanda olacağım. Beni orada bekliyor ol, olur mu? Ya da en azından bir ses ver…

Selamlar. Rıfat


Dilber hafifçe döndü:
“Ben gidiyorum yenge… Hoşça kal.”
Yengesi gülümsedi:
“Ablanla annene selam söyle. Hep beraber yine beklerim sizi.”
Arka kapıdan uğurlandı kız.

Kapının önünde bir süre durakladı. İçinde kaynayan düşüncelerle boğuştu:
“Nereye okuyum ben bu mektubu? Ne yapacağım şimdi bunu? Ya abam görürse, ya annem?”
Elleri titriyordu, kalbinin gümbürtüsü kulaklarına vuruyordu. Yüzü kül gibi solgundu. Derken bir fikir düştü içine:
“Önce anama sorayım… Bahçeden bir şey ister mi?”

Dış kapının eşiğine kadar yürüyüp seslendi:
“Anaa! Abaaa! Bahçeden gelecek bir şey var mı, hava kararmazdan alıp gelem?”

İçeriden bir şeyler söylendi ama duyulmadı.
Dilek, sedirin üzerine işlediği kanaviçeyi bırakarak hole çıktı.
“Gulağın sağır mı gız? Az içeri gir de sorasana!”
Sonra seslendi:
“Anam diyoki, akşama yemeklik fasulye, gabak, yeşil soğan neyim getürsün.”

“Tamam gız! Ne gızıyon sende?” deyip ablasına gülümsedi.

Hızlı adımlarla bahçenin dağ yamacına yöneldi. Sırıklara sarılmış, adam boyunu aşan fasulyeler arasında sağa sola bakınarak çömeldi. Avuçlarında kıvrılı duran kâğıdı yavaşça açtı.


Dilber’in Kalbi

Kâğıdı eline alırken elleri titriyordu. Satırlar gözlerine değil, yüreğine çarpıyordu sanki. Her cümle bir adım daha yaklaştırıyordu onu, utancına da merakına da.

Göğsünde bir düğüm, boğazında yakıcı bir sıcaklık…
“Beni sevmiş…” dedi, usulca fısıldar gibi.
Sonra irkildi.
“Ya biri görürse mektubu? Ya abam, ya anam...”

Fasulyelerin yaprakları hafifçe kıpırdadı, rüzgâr değil sanki utanması dokunmuştu dallara. Bir serçe kondu yakına, sonra korkup uçtu. Gök de onun kadar telaşlıydı bugün.

Mektubu bohçasının arasına sakladı.
Sakladı ama kalbini saklayamadı.

Bir taşın üzerine oturdu. Dizlerini karnına çekti, çenesini dayadı.
Gözleri bahçeye değil, içine bakıyordu artık.

“Ya gidersem?.. Ya onu görürsem?..”
Ve yine içinden bir ses:
“Ya o da masumsa?..”

Güneşin eğildiği, gölgelerin uzadığı bir saatti. Gönlünün gölgesi de büyüyor, zihninde binbir soru çiçekleniyordu. Her biri hem korku hem heves taşıyordu üzerinde.

Sonra bir kararlılık geldi gözlerine. Kısa, keskin bir nefes aldı.
Ayağa kalktı.
Yürürken mektubun bıraktığı sıcaklık avuçlarında geziniyordu hâlâ...

Dilber’in dili damağı kurudu, elleri hâlâ titriyor. Mektubu kibrit kutusuna koyup tekrar koynuna koydu. Yerinden kalkmadan, çömeldiği yerden fasulyeleri acele acele toplayıp kabak ve soğanları da evden getirdiği el sepetine koydu. Bir koşu vardı eve.

“Geldim aba.”

“Ne o kız, yüzün Amasya elması gibi al al olmuş, çok mu sıcak dışarısı?”

“Yoo o kadar değil aba, akşam yemeği geç kalmasın diye acele ettim de biraz, ondandır.”

“İyi, tamam. Getir de iki elden gıralım. Aban azıcık işini işlesin,” dedi anası, yama yaptığı yırtık çorabı yanındaki yama sepetine koyarken.

“Ben de yardım edem ana! Geç kalır yemek. Daha yanına pilav da pişicek.”

“Yoh yoh, bugünkü yemekler benden. Anam tarif eder, ben pişiririm. Öğrenmem lazım artık aba, hep sen mi yapacan? Yarın bir gün evlenip gidecen, kim yapcah o zaman, gıı?” Sağ gözüyle anasına göz kırparak, yarı tebessümlü yüzüyle öyle tatlı bir hâle büründü ki anasına...

“Sözün kesileli, abam çeyiz yapsın kendine diye işi gücü o sırtlanmaya çalıyor. Aa gızım,” dedi büyük kızına tebessüm ederek.

“Az el atsa ya o da ana... Daha bir sürü öteberi yapılacak. Gaynana, gaynata, gayın, görümce, elti bohçası işlenecek. Şunun şurasında nişana ne kaldı? Sonrası düğün derlerse hemen.”

“Çoğunu da hazır alırız gızım, dahma gafana. Rahmetli manufaturacı Kel Receb’in oğulları büyüttü işleri; goca goca mağaza sahibi oldular. Senin götüreceğin üç beş havlu çarşafın
“Derdinde olmaz onlar. Hele bir damat da askerden gelsin, gardaşınla gitmiş. O da askere, aynı tertiplermiş herhalde.”

“Ben oğlanı bilem görmedim ki ana. Resmini gösterdi bacısı, istemeye geldikleri ilk günü.”

“Dilek, son halini, resmini bir görsün dedimdi oğlanın anasına,” dedi Fatma Ana.

“Belki alışverişe gidince mağazalarında görmüştürümdür ama hangisi, çıkaramadım ana. Bir sürü oğulları, çalışanları var. Ne bilem.”

“He ya, doğru diyon gızz. Dünür gelince, buban da ‘Daha iyisini mi bulacuh? Hali vahıtları yerinde, gız rahat eder,’ dedi. Rahmetli bubamın sıhı ahbabının torunu. Gızımıza bundan iyi gısmet olmaz. Tanıdık, bildik,” dedi. İstemeye gelince de sözlerini iki etmedi.”

“Siz bülürsünüz ana. Bubam eyi tanıyo onları, sen de öyle. Hayırlısı artık,” dedi Dilek.

Ana-kız konuşurken, Dilber mutfağa geçip ocağa su koydu. Anasının tarifi üzerine soğanları kalaylı bakır tencereye doğradı. Fasulyelerin üzerine domatesleri doğrayıp kapağını kapattı, altını kıstı.

Koynundaki mektuptan kurtulmasına kurtulurdu bir şekilde, ocakta yakardı ama... Nerede, nasıl cevap yazacaktı? Onun düşüncesiyle dalgın dalgın salata malzemelerini yıkarken bir fikir geldi aklına:

“En iyisi cevap yazmayayım da kendim gideyim. Bubam sabah bahçeyi suladıktan sonra gahveye gider nasıl olsa. Abam da çeyiz derdinde, anam zaten zor yürüyor. Bir koşu giderim, sebze toplama bahanesine,” dedi içinden.

Ertesi gün, Rıfat öğlen yemeğini yer yemez, alışkanlık olduğu gibi nöbetçi askere rüşvet olarak asker sigarasını verip çıktı kışlanın arka kapısından. Çalılıkların arasında gözden kayboldu. Arkadaşları epeydir idare ediyorlardı bu ipte sapta durmaz âşık Urfalı’yı.

Rıfat, bakınırken sağına soluna bir hışırtı duydu. Gizlenerek vardığı bahçe çitinin tam dibine çömeldi.

“Sisstt!” diyerek işaret verdi kıza.

Kız, fasulye sırıklarının arasından başını kaldırıp,

“Burdayım, burda,” dedi fısıltılı bir sesle.

“Mektubuma cevap yazmadın mı?” dedi kıza.

“Yoh, fırsat bulamadım. Hem, ne yazacağımı bilmiyom ki.”

“Ne yani, şimdi sen benden hiç hoşlanmadın mı? Oysa ben seni deli gibi seviyom gızz.”

İkisi de çarpılmış gibi titriyor. Hem âşıklar, hem utanmışlar. Yine Amasya elması gibi kızın yüzü bir açıyor, bir soluyor.

“Kendim geldim işte.”

“İyi, ne güzel ettin. İyi ki geldin gız. Yüreğime de hoş sefa geldin gurban olduğum,” dedi oğlan.

“Hemen gitmeliyim. Anam, babam merak eder şimdi.”

“Dur gız, daha yeni geldim. İki laf edek, olmaz mı?”

“Olmaz, bir gören olur etraftan falan. Bubam, anam duyarda keser beni valla.”

“Tamam o zaman. Ama yarın ormanın ilerisine gidek, gonuşah olur mu? Bugün geldin ya, buna da şükür.”

Rıfat, kızın kulağına eğildi. Çitin arkasından uzandığı kadar uzanıp:

“Seni çok seviyorum, çok... Sende beni sevdin mi ha?” dedi.

Kız duraksadı, sustu. Sözü boğazına düğüm oldu. Söylesin mi, söylemesin mi? O bir askerdi, yarın çekip gidecekti memleketine. Ya bir daha göremezseydi?

Şerit gibi dizildi tüm bu düşünceler beyninde ve sadece başını,
“Evet,” der gibi hafifçe önüne iki kez indirip kaldırdı. Sonra telaşla indi eve doğru.
oğlan anlamıştı kızın endişesini ama tüm endişleri gidermek ona güven vermek için,
“ zamanım azalıyor ona daha yakın olmalıyım endişesini gidermeliyim” dedi kendi kendine konuşup planlar yapıp durdu kafasında kışlaya dönerken.

Dilber, Sultan yengesine daha seyrek çıkıyor çocukları sevmek için nerdeyse hafta da bir uğruyordu. Sabah erkenden kalkıp evin işini gücünü yapıp yemek sorumluluğunu üstüne alıyor mutlaka sebze veya babası çarşıya indiğinde sulama bahanesiyle gününün yarısını bahçede geçiriyordu.

Yarın olmuştu, işi gücü bitirip banyo yapmış saçlarını ikiye örmüştü temiz kıyafetlerini giymiş bahçe sepetini koluna takıp anasına seslendi mutfaktan.

“ana ben bahçeye maydonozların otunu alamaya gidiyom, bişey lazım mı eve?”
“dolanda bak kabaklara, büyüdüyse birkaç tane getir de yarın kızatalım, buban çok sever sarımsaklı yoğurtlu.”

“--tamam ana.”içi içine sığmıyor bir an evvel bahçenin dağ tarafına akıyordu kanı, değer kazanmıştı gözünde fasulye karıkları soğan sebze yeşillkler onları toplamak, hiç bu kadar hevesi olmamıştı hatta hiç uğramazdı bahçeye önceden.

aynı saat de aynı yerde sözleştikleri gibi buluştular.Oğlan, göğsünden çıkacakmış gibi atan kalbinin üstüne elini bastırıp.
“--burada gören olur diyorsan,ormana geçelim mi?.”
“--geçelim ama nasıl çıkacam çitten?”
“—bekle, hemen şu ilerde kurumuş ağaç kütüğü var onu getireyim.”
kütüğü kucaklayıp bahçe tarafına bıraktı oğlan.

“—Şimdi üzerine bas, ben senin belinden tutup alacam bu tarafa,” dedi oğlan, bir taraftan kıza yapacağını tarif ederken.

“—Kütük burada kalırsa bubam görür ama.”

“—Döndüğümüzde alırız gız, gorkma bu gadar sende artık.”

“—Tamam, hemen on dakika ama, anam merah eder geç galınca.”

“—Hadi çık kütüğe.”

Kucaklayıp indirdi Urfalı delikanlı kızı. Çalıları geçip iki yüz adım kadar ilerlediler; çamların, meşelerin dibindeki çalılıkların arasına gizlenerek.

“—Tamam burası iyi,” dedi kız; ellerinin titremesine, çatallayan sesi eşlik ederken.

“—İyi o zaman, sen beğendiysen duralım.”

İki yanağını avuçlarının içine alacak oldu; kızın geri adım atışları utandırdı oğlanı.

“—Korkma, bir şey yapmayacağım. Güven bana, seni gerçekten çok sevdim Dilber!” dedi oğlan, tekrar kızın tir tir titreyen ellerini avuçlarının içine alıp gözlerine bakarak söyledi bunları.

“—Gidelin ne olur, yeter bu kadar.” dedi kız.

“—Tamam gideriz, ama ne olur, bir kez olsun sarılayım sana,” derken kollarını beline dolayıp kendine çekti, yanağından öptü.

Kız ani bir refleksle itti oğlanı.

“—Ne yapıyorsun? Olmaz ama.” Oğlandan kaçarcasına yürüdü geldiği yöne doğru.

“—Dur, bekle. Yanlış anlama ne olur.”

Kız duraksayıp bekledi oğlanın kendisine yetişmesini.

“—Ben seninle evlenmeyi düşünüyorum gız.”

“—Gerçek mi söylüyon? Divane asker, âşık asker,” diyerek yarı şakayla sorusuna cevap alır gibi gülümsedi oğlana.

“—Valla diyom gız, teskeremi alınca anamla babamı alıp gelecem istemeye.”

Sağlarına sollarına bakınarak, çalıların arasına gizlene gizlene yürüyüp indiler bahçeye.

Çitten atlayan Dilber, kütüğü kucaklayıp kaldırdı ve çitin üstünden verdi oğlanın kucağına. Kütüğü hemen yakınlarındaki bir çalının arkasına gizledi Urfalı.

Kızı, ormanda gizli saklı görmeleri yetmiyormuş gibi; bir daha, bir daha görebilmek için, komutanının hizmetlerine canla başla koşmaya can atan Urfalı’nın teskeresine on beş gün kalmıştı.

Günler geçtikçe ve azaldıkça; içindeki ateş volkana dönüşmüştü. Kızı her gün görmeler, öpüp sevmeler yetmez olmuştu Urfalı’ya.

O hafta sonu için sözleşmişlerdi. Üç gün sonra teskeresini alıp gidecekti memleketine ve ana babasına konuyu açacaktı.

İçi içine sığmıyor, yerinde zor duruyordu. Bu sefer, kızın yanında daha uzun kalmasını istemişti oğlan.

Her zamanki gibi erkenden kalkıp tüm işleri aksatmadan yapıp, babasının kahveye gitmesini beklerken, erkek kardeşi Fazlı’nın odasına uğrayıp:

“– Bugün evdesin galiba Fazlı?” diye ağız aradı. Kim bilir, belki bahçe tarafına geçerdi diye geçirdi içinden.

“– Sınıf arkadaşım Ahmet’lere gidecem.”

“– Hangi Ahmet’miş bu bakayım?” dedi, kız arkadaşını ima eder gibi ufak kardeşine.

“– Hani Hanife teyzenin oğlu Ahmet ya... Aynı sınıftayız onunla.”

“– He, tamam biliyom onu.”

“– Abla ya! Onun matematiği çok iyi valla. Birlikte ders çalışacağız. Yıl sonu sınavlarına hazırlanmamız lazım.”

“– Bak şimdi çok sevindim canım kardeşim. Allah zihin açıklığı versin. Selam söyle Hanife teyzeye benden.” dedi ve duvardaki saate baktı. İlerlemiyor ki, durmuştu sanki.

“– Bugün geçmek bilmiyor zaman.” dedi iç sesi. Mutfaktaki sebze dolabını karıştırıp eksiklere baktı. Banyoya geçip bir daha baktı aynaya. İşaret parmaklarını ıslayıp kaşlarını düzeltti, beline değen saçlarını boyun hizasında toplayıp beyaz don lastiğiyle bağladı.

“– Ağaçların dalına takılıyorlar. Yazma mı bağlasam acaba? Yok ya, o zaman da yaşlı yengeler gibi oluyorum.” dedi iç sesi.

Karakol caddesi tarafındaki, ön kapıya paralel sundurmalı ahşap balkona çıkmış ablası kaneviçesini işliyor, annesi yine yamalık bohçasını uzattığı iki ayağı arasına almış, çorap içlik yamıyordu.

Yelkovan on ikiyi, akrep ise biri gösteriyordu.

“– Tamam, gelmiştir o.” dedi içinden.

Ön kapıya yönelirken:

“– Ana, bahçeden sebze toplayacağım. Var mı başka istediğin?”

“– Dört gıyıya bah da, olgunlaşmış ne varsa topla getür gızım. Havalar ısındı, çürümeden yensin barım mahsüller.” dedi anası.

“– Tamam ana, dolanırım baharın dört tarafına, merak etme sen.”

Bahçe sepetini koluna taktığıyla kuş gibi uçtu bahçenin üst başına. Oğlan, sinmiş bir kaba çalı dibine, arada baş çıkarıp bakarak yolunu gözlüyordu.

Kızı görünce kucakladı, kütüğü götürüp koydu kızın ayakları dibine. Belinden kucaklayıp aldı kızı, kendi tarafına eğip kafalarını uzaklaştırdılar. Ta derinlerine, ormanın bu sefer hiç gitmedikleri kadar uzağına gittiler. Meşe ve çam ağaçlarının koyu gölgeli, saklanası kadar kapalı çalıların dibine oturdular.

Sarılıp kucaklaşıp öpüştüler. Kırk yıllık hasret âşıklar gibi uzun uzun sarıldılar. Bundan sonra hasretlikti; uzun zaman göremeyeceklerdi birbirlerini. Belki şimdilik vedalaşmaydı. Oğlan istemeye gelene kadar çok fena özleyeceklerdi birbirlerini. Durup durup sarıldılar.


“– Yeter bu kadar,” diyordu kız, açılmış düğmelerini iliklerken. Heyecandan titreyen ellerine sarılıyordu oğlanın.

Oğlan, yeniden açıyordu düğmeleri; koynundaki hazinelere dokunup öpmek, sevmek istiyordu doyasıya.

Kızın da dayanma gücü kalmamıştı bu heyecana. Yenik düştü en sonunda, bıraktı kendini oğlanın ihtiraslı kollarına.

Yerdeki kuru gazellerin üzerindeki tek vücut olmuşlardı. Narin bedenlerinin ürkekliğinde tek vücut öylece kalırken, hafif acının yansıması vardı kızın gözlerinde ve kuşların seyrine yakalanmışlık utancı da.

Sadece nefes nefese göğüs kafesleri inip kalkıyordu.

Utanç ve pişmanlık duygusuyla alelacele toparladı kendini kız.

“– Yapmamalıydık, bunu yapmayacaktık,” dedi başını önüne eğerek oğlana.

“– Bak Dilber’im, canım benim, seni deli gibi seviyorum. Sakın kendini suçlama, seni asla bırakamam, bunu aklından çıkarma,” dedi.

Birbirlerinin üzerine yapışan otu samanı temizleyip silkelediler.

Sessiz sedasız, etrafı kollayarak yürüdüler. Bahçenin çitine varmadan duraksayıp birbirlerine sarılıp kucaklaşıp vedalaştılar.

Çitten bahçeye atlayan kız, eve götüreceği sebzeleri çabucak toplayıp evin arka avlusundaki çeşmede elini yüzünü yıkadı, saçlarını tülbentinin altına topladı. Üst başını, elini ıslayıp toz toprağını bir güzel sildi.

Abasıyla anasının sesi geliyordu ön balkondan.

“– Oh! Balkondalar,” dedi içinden. Mutfak geçip bir yandan yemek yapıyor, bir yandan olanları düşünüyordu.

Bazen suçluluk duygusu altında ezilip yüzü sapsarı kesiliyor, bazen de;

“– Bırakmam dedi... Gider gitmez babamı, anamı alıp geleceğim dedi,” diye kendini avutup, korkusunu umuduyla bastırıyordu. Sevdiği gençle evleneceği sevincini kendinden bile gizliyordu..


“– Hem ne kaldı şunun şurasında; üç gün sonra gidersem, beş gün, bilemedin on gün sonra burada olurum,” demişti, son defa öpüşüp ayrılırken, defa kez...

“– Hoşça kal, çok bekletmem. Seni çok ama çok seviyorum,” dediğini tekrar tekrar söylüyordu kendisine.

“– Ben de seni çok seviyorum. Geç kalma, bak ben daha gitmeden özledim seni!” demişti vedalaşırken.

“– Haftaya anamı, babamı getireceğim. Bekle beni, geleceğim bal gözlüm, Dilber’im,” diyerek el sallamıştı, dönüp dönüp kışla kapısına kadar.

Urfalı Rıfat, gittiği günün akşamı ailesine konuyu açmış; sevdiği kızdan önce anasına, kız kardeşine, annesi de babaya anlatmıştı.

Urfalı gideli bir hafta değil, altı hafta olmuştu. Ne gelen vardı ne giden... Telefon yok, adres yoktu elinde Dilber’in
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL