II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
Fransa’nın güneybatısında Aquitaine (Akiten) orta Fransa’dan başlayıp, Atlas Okyanusu boyunca Pirene Dağları’na kadar uzanan bir bölgedir. Ortaçağ’da bu geniş toprakların tek sahibi, derebeyi Akiten düküydü. Dük, devasa ve gösterişli şatosunda yaşardı. Buyruğu altında binlerce şövalyesi; yüzlerce köyü, kasabası vardı. Tüm Avrupa’da gücü ve zenginliği nedeniyle saygın bir yeri vardı. Akiten, üzüm bağlarıyla ünlü, bereketli topraklar memleketiydi. Bölgede her yıl bağı bozumu ve şarap şenlikleri yapılırdı. Sokaklara, alanlara sığmaz kalabalıklar eşliğinde türlü türlü gösteriler yapılır, eğlenceler düzenlenirdi. En önde renk giyinmiş ve yüzlerini boyamış trampet ve klarnetçilerin eşliğinde yürüyüşlerle başlardı eğlenceler. Arkalarında gösterişli atlarının üstünde, zırhlara bürünmüş şövalyeler; koşumları pırıl pırıl atların çektiği gıcır gıcır arabalarında dükler, kontlar, baronlar gelirdi. Rengârenk giysiler içinde kızlar, kadınlar sokakların iki yanındaki kalabalığa gülücükler dağı-tırlardı. En arkada yoksul köylüler, kimsesizler beleş şarap ve yiyecek bulmanın telaşıyla koşuştururlardı. Şenliklerde en leziz üzüm yetiştiren çiftçiler ödüle boğulurdu. En nefis şarabı üretenlerin şarapları kapış kapış giderdi. Burunları şarap içe içe kıpkırmızı olmuş yaşlı tatbilirler (gurmeler) küplerle getirilen şaraplardan tadar ve her ürüne puan verirler, en eski, kıvamı oturmuş şarapları seçerlerdi. Eğlenceye katılanlar selelere doldurulmuş salkım salkım üzümlerden yerler; küplere doldurulmuş şaraplardan sarhoş olana dek içerlerdi. O gün herkes hiç bir ücret ödemeden yemenin, içmenin keyfini çıkarırdı. Genç kızlar arasından bölgenin üzüm güzeli seçilirdi. Delikanlılar arasında en hızlı tomruk kesme, gladyatör dövüşü, ok atma, halat çekme, binicilik yarışları da yapılırdı. Baldırı çıplak gençler güçlerini ve dövüşçülüklerini göstermek için aylar öncesinden bu şenliklere hazırlanırlardı. Bu yarışmada başarı gösterirlerse dük tarafından şövalye ilan edilirlerdi. Sihirbazlar, falcılar cirit atardı bu şenliklerde. Kurulan pazarda ülkenin ve Avrupa’nın değişik yerlerinden gelen tüccarlarla alışveriş canlanırdı. Bölgenin tüm ürünleri sergilenir, tanıtılırdı pazarda. Bu şenliklere bölgenin tek sahibi olan derebeyi (dükü) ve ailesi de katılırdı. Şenliklerde seçilen güzel kızlar, yiğit delikanlılar dükün önünde hünerlerini sergilerlerdi. Güçlü delikanlılar dükün şatosunda şövalye olarak alınırdı. Güzel kızlar da şatoda hizmet ederler, yoksulluktan kurtulurlar, bolluk içinde, bir elleri yağda bir elleri balda yaşarlardı. Mireille (Mirey) küçük bir köyde yoksul bir çiftçinin tek kızıydı. Asma yaprağı renginde yemyeşil iri iri gözleri, bal rengi saçlarıyla bir kez görenin dönüp dönüp bakacağı alımlı bir güzelliğe sahipti. Gözlerinden tatlı bir ışık saçar; pembe dudaklarını hafifçe aralı gülümseyince inci gibi dişleri görünür, bakanları büyülerdi. Üzüm bağları içinde pırpır eden güzel bir kelebeğe benzerdi. Elinde her iş yakışan görgülü bir kızdı. Üzüm bağlarını budamadan tutun da selelerini omuzlayıp arabaya yüklemeye kadar her işi becerirdi. Ördüğü kazakların, hırkaların, çorapların desenleri göz kamaştırırdı. Yaptığı meyve reçellerinin tadına doyum olmazdı. Giydiği her elbise, incecik, narin vücuduna hemencecik otururdu. Altın sarısı saçları rüzgârda dalga dalga savrulurken masal kahramanlarını anımsatırdı. Köyünde ve çevre köylerde güzelliği ile tanınır, çevresinde onlarca delikanlı kur yapardı. Onun bu güzelliğine hayran köylüleri “Bu fırsatı kaçırma Mirey! Sefaletten, yoksulluktan kurtulursun! Bu yarışmaya mutlaka katılmalısın! Yoksa bu gençlik gelir geçer, bir daha bu fırsat gelmez ayağına!” diye üstelemişlerdi. Mirey köy yaşamında mutluydu. Kente indiği zamanlar kalabalıktan başına ağrılar çöker, ruhu daralır ve hemen köyüne dönerdi. Temiz havayı içine çeker; kuşlarla, kelebeklerle kendini avuturdu. Bu nedenle yarışmaya katılmak için çekine çekine kente geldi. Dükün yazmanlarına yarışmaya katılmak istediğini söyledi ve kaydını yaptırdı. Pierre le L’ours (Ayı Piyer) kocaman ablak yüzlü, kalın karakaşlı, upuzun kollu bir deli-kanlıydı. Apışa apışa yürüdükçe kocaman bir boz ayıya benzerdi. Pazısındaki ve baldırındaki kalın kasları giysilerini yırtacak gibi fışkırırdı. İri dişleriyle sırıta sırıta kahkahayı basınca yüzü daha da korkunç olurdu. Onunla karşılaşanlar bu dev yapısından ve korkunç görünüşünden ürperirler, önünden yanından geçmeye çekinirlerdi. Boğuşta ve dövüşte hiç yenildiği duyulmamıştı. Kılıcına karşı gelen kalkanı tutar, parçalardı. Ona uzanan kollar acı kuvveti karşısında bükülürdü, kırılırdı. Kıllı bedeniyle bir azmana benzediği için olacak “Ayı Piyer” diye nam salmıştı çevresinde. Kendi gücüne son derece güvenen Ayı Piyer de şövalye yarışmasına gelmişti. O yıl yapılan üzüm şenliklerinde sıra en güzel kızı seçmeye gelindiğinde alan iyice dol-muştu. Rengârenk giysiler içinde, tatlı gülücükler ve öpücükler dağıtan kızlar geçmeye başlayınca nefesler tutulmuştu. Bu yıl hangi güzelin seçileceğini görmek için kalabalık dalgalanıyor, sıklaşıyordu. Her güzel Dük’ün kızı Alienor’un (Elanor’un) başkanlık ettiği jürinin önünden kıvırta kıvırta geçiyor ve az ileride sıralanıyorlardı. Kızlar geçtikçe herkesin bakışları Mirey’in üzerinde çivilenmişti. Parmaklar Mirey’i göstermeye başlamıştı. Jüri üyeleri onun güzelliği karşısında hayranlıklarını gizleyememişler, başlarıyla onayladıklarını belirterek, oy birliğiyle “Üzüm Güzeli” seçmişlerdi. Mirey’i gören dükün kızı Alienor(Elanor) onun güzelliği karşısında büyülenmiş ve hemen görevlileri çağırmıştı. “Bu kızı şatomda kendi hizmetime aldım!” demiş ve yanına çağırdığı Mirey’e boynundan çıkardığı paha biçilmez kolyeyi takmıştı. Mirey kısa sürede okuma yazma öğrenmiş, zengin Fransız mutfağının her yemeğini tanımıştı. Güler yüzlü ve tatlı diliyle herkesi kendine hayran bırakmıştı. Düşes Elanor’un gözdesi ve hizmetçisi olmuştu. Dükün kızı Elanor’un en büyük tutkusu şövalye dövüşleriydi. Onu şövalye hayranlığını bilen genç delikanlılar kendilerini göstermek için bu şenlikleri iple çekerlerdi. Ayı Piyer’i görenler “Yazık bu adam azmanının karşısına çakacak olana. O bir insandan çok bir ayıya benziyor.” demişlerdi. Gerçekten en güçlü şövalye yarışmasında Ayı Piyer’in karşısına geçen gençlerin benzi atmış, dizlerinin bağı çözülmüştü. Kimi korkudan dövüşmeyi yarıda bırakmış, kimi ise onun güçlü kollarıyla savurduğu kılıcından nasibini almış, yara bere içinde kalmıştı. Bazı gençler bir vuruşta iki büklüm olup oracıkta can vermişti. Sonuçta oybirliğiyle en güçlü şövalye seçilmiş, Dük’ün ordusunda görev almaya hak kazanmıştı. Düşes Elanor, “Bu delikanlıyı da şövalyelerimin arasında görmek istiyorum.” demiş ve şatoda Dük’ün güzel kızı Elanor’u koruyup kollayan şövalyeler arasına girmişti. Geniş bir kalkan ve uzun bir kılıç hediye edilmişti Ayı Piyer’e. Ayı Piyer bu yarışmada gördüğü Mirey’e bir görüşte vurulmuştu. Şatoda her karşılaşmada ona aşkını ilan etmişti ancak güzel Mirey ona yüz vermemişti. O, evleneceği gencin duygulu, nazik ve akıllı olmasını istiyor, bu nedenle vahşi bir yaratığa benzer Ayı Piyer’den nefret ediyordu. Ayı Piyer Düşes Elanor’dan korkmasa Mirey’e her kötülüğü yapabilecek kişilikteydi. Ancak hayatının Düşes’in iki dudağı arasında olduğunu bildiğinden daha fazla ileri gi-demiyordu. Bir fırsatını bulup Mirey’e sahip olmak için fırsat kolluyordu. Dük’ün kızı Düşes Elenor, uzun ince, dal gibi bir kızdı. Kıvır kıvır kahverengi saçları omuzlarına dökülürdü. Baştan çıkarıcı bakışları ve güzelliğiyle birçok gencin düşlerine giren bir dilberdi. Dudaklarında anlamlı ve tatlı bir gülümseme vardı. Davranışları, duruşu soyluluk ve güven doluydu. İyi eğitim almış, kültürlü bir kızdı. Şiire, müziğe, çiçeklere, mutfağa düş-kündü. Hem zenginliği hem de güzelliği ile hayranlık duyulan bir düşesti. Onun şövalye dövüşlerine hayranlığı biliniyor, genç ve yakışıklı şövalyelerle içli dışlı olması türlü dedikodulara neden oluyordu. Fransa’da birçok dükün, kontun, derebeyin gelin olarak şatolarında görmek istedikleri bir kızdı. Mirey’in Düşes’in şatosuna girdiği yıl Düşes Elanor’un babası Dük hastalandı. İki kızın-dan başka varisi olmayan Dük, Fransa kralına bir mektup yazarak: “Majesteleri, ben amansız bir hastalığa yakalandım. Kızlarımdan başkaca varisim de yoktur. Kızlarımı krallığınızın koruması altına almanız için, eğer sizce uygunsa, oğlunuz Prens Louis (Luvi) ile kızım Elanor’u evlendirmenizi arzu ediyorum. Majesteleri sizce uygun bulunursa topraklarım Akiten ve Poitou (Puatu) ile krallığınız genişleyecek, güçlenecektir.” diye bir mektup gönderdi. Elanor ile Fransa kralının oğlu VII. Luvi, Bordeaux’da (Bordo’da) dillere destan bir düğünle evlendiler. Kısa süre sonra kral ve tahtın varisi büyük kardeşi ölünce VII. Luvi Pirene dağlarına kadar uzanan bir ülkenin tek söz sahibi oldu. Elenor da kraliçe tacını büyük bir gururla başına geçirdi. Elanor güçlü kişiliği ve zekiliğiyle kraliyet şatosunda kısa sürede tüm egemenliği eline almayı bilmişti. VII. Luvi uzun boylu; elmacık kemikleri çıkık, donuk bakışlı bir gençti. Omzuna kadar inen siyah saçları,-bazen farklı renkte peruk takardı- Uzun, ince sakalıyla bir kraldan çok kiliseden çıkıp gelmiş bir papaza benzerdi. Karısı Elanor’dan çok farklı bir kişiliği vardı. Çocukluğu ve gençliği katedrallerde çan sesleri duya duya, dua ede ede ruhani bir hayat içinde geçmişti. Tahta geçtiğinde oldukça dindar, sofu bir kral olarak tanınmıştı. Aşka susamış güzel karısının beklentilerinden oldukça uzak bir yaşam tarzı vardı. Güzel karısını uçan kuştan bile kıskanırdı. Genç Luvi karısıyla aynı yaştaydı. Krallığının ilk yıllarında egemenliğini tanımayan birçok dük ve kontu bastırmakla uğraştı. Sofu kral istediği kişiyi başrahip seçtirmeyen Champagne (Şampany) Kontu’nu cezalandırmak için onun arazisine saldırmış, Vitri (Vitry) kentini kuşatmıştı. Kiliseye sığınan yüzlerce insanı cayır cayır yaktırmıştı. Bu olay tüm Fransa’da büyük bir yankı uyandırmış ve diğer Fransız derebeylerinin gözünü korkutmuştu. Bernande le Clairvaux (Bernard Lö Klervo) Fransa’da Papa ile yakınlığı bilinen, tanınmış bir din adamıydı. Clairvaux (Klervo) kentinin başrahibiydi. Aziz Bernard’ın, tüm Avrupa’da dini ve siyasi konularda sözü geçer, hemen her konuda ona başvurulurdu. Ateşli vaazları ile insanları etkiler; cesareti ve kararlılığı ile giriştiği her işin üstesinden gelirdi. O yıllarda Avrupa’da din adamlarının saygınlığı ve etkisi çok büyüktü. Başrahip Bernard şöhretine ve Hıristiyanlık içindeki gücüne güvenerek kral VII. Luvi’ye açıkça karşı çıkmıştı. “Kralım siz inancı sağlam bir kişisiniz ancak Vitri kilisesini yakmakla büyük bir günah işlediniz. Aziz Peder Papa da bu olayı duyunca çok üzülmüştür,” dedi. Sofu kral günlerce düşünmüş, aforoz (dinden atılmak) korkusu içinde yaptığından pişman olmuştu. Büyük bir vicdan azabı kurt gibi içini kemirmekte ve ona ıstırap vermekteydi. Kendini Tanrı katında nasıl affettirebileceğini düşünüyordu. Notre Dam Kilisesi’nin yapımına bu nedenle başlatmıştı. Sofu Kral kısa sürede Başrahip Bernard’ın etkisine girmişti. *** İşte o günlerde gelen bir haber tüm Fransa’yı ve Avrupa’yı sarsmıştı. I.Haçlı Seferinde Hıristiyanların eline geçmiş olan Urfa (Edesse) Kontluğu Türkler tarafından yıkılmış ve orta-dan kaldırılmıştı. Antakya ve Kudüs kontlukları tehlikeye düşmüş ve gönderdikleri elçiler gözyaşları içinde Papa’dan yardım istemişlerdi. Papa bu olay üzerine yeni bir haçlı seferi için kolları sıvamıştı. Aziz Bernard güçlü hitabeti, kendinden emin tavırları ile toplulukları kısa sürede coşturmayı bilmişti. Karış karış tüm Fransa’yı dolaşmış; düklere, kontlara, soylulara tehlikeyi anlatmıştı. Gidemediği yerlere mektuplar göndermişti. Vezalay’da yapılan büyük toplantıda kral Luvi’ye haç takılmıştı. Başrahip Bernard, kalabalık kiliseye sığmadığı için geniş bir alana kurulan ahşap kürsüde coşkulu bir konuşma yapmıştı. Tok ve kalın sesiyle: “Kahraman Fransızlar, Galyalıların yiğit torunları, Hepinizce bilindiği üzere atalarımız I. Haçlı Seferinde nice güçlüğü yenerek, Kudüs’ü kurtarmıştı. Ortadoğu’da kontluklar kurmuşlardı. Ancak bugün Urfa kontluğu Müslümanlarca yıkılmış, Kudüs ve diğer Hıristiyan kardeşlerimiz tehlike içine düşmüşlerdir. Müslümanlar girdikleri yerleri yağma etmişler ve birçok din adamımızı katletmişlerdir. Kutsal emanetlerimiz çiğnenmiştir. Bu olup bitene tepkisiz kalırsak ve onlara yardım etmezsek hepimiz Tanrı’nın gazabına uğramaz mıyız? Dünya sallanıyor ve titriyor çünkü Tanrı ülkesi olan Kudüs kaybediliyoruz. Tanrı bizi günahlarımız için cezalandırdı. Bu günahtan kurtulmanın yolu bu haçtadır!” diye elindeki kocaman haçı gösterdi. Onu dinleyen köylüler, kentliler, şövalyeler, dükler, kontlar heyecanla, “Tanrı bizi affet-sin!” diye, cevaplıyor, istavroz çıkarıyorlardı. Başrahip kocaman iri gözlerini kendini dinleyen kalabalık üzerinde dolaştırmış; halk, “Haç! Haç! Bize de haç!” diye çalkalanmıştı. Hazırlanan haçlar halka dağıtılmış, haçların yetmediğini gören Bernard kendi cübbesini çıkardı ve parçaladı. “Bununla kendinize haç yapın!” diye haykırdı. Onu dinleyen on binlerce kişi heyecandan yerinde duramıyor, fokur fokur kaynıyordu. “Öyleyse derlenip toplanma zamanıdır aziz kardeşlerim! Yapılacak yeni bir Haçlı Seferi’ne katılacak her din kardeşimin eşleri, çocukları, mal ve mülkleri kilisenin güvencesi altında, her tehlikeden uzak olacaktır. Borçları, vergileri faiziyle birlikte silinecek, günahları affedilecektir. Orada şehit olanlar doğrudan cennete gideceklerdir. Cennete gitmenin anahtarı işte bu haçtadır. Oraya ulaşanlar geniş topraklara sahip olacak, zenginlik ve refah içinde yaşayacaklardır.” “Kardeşlerim, Kudüs tehlike içindedir. Bu tehlikeye karşı durmazsak Kudüs’ü geri almak asla mümkün olmayacaktır. Bu utanç gelecek kuşaklarımız için kara bir leke olarak kalacaktır. En kısa sürede hazırlığımız yapalım ve kutsal topraklarımızı kurtaralım!” Kalabalıklar,“Kurtaralım! Haydi Fransızlar!”diye haykırıyordu. “Eğer akıllı tüccarsanız ve dünya malına sahip olmak istiyorsanız, size fevkalade pazarlar gösteriyorum. Bu fırsatı kaçırmayın!” diye tamamladı sözlerini. Almanya’ya kadar uzanmış, gittiği her yerde yeni bir Haçlı Seferi için yoksul halkı cennete girecekleri sözü vererek coşturmuştu. Başrahip Bernard, Kral VII. Luvi’ye Vitri Kilisesini yakmasının günahını bir Haçlı Seferi düzenleyerek affettirebileceğine inandırmıştı. Türkleri Anadolu’dan çıkarmanın tek yolu bu sefer olacaktı. Böylelikle bu seferle ününe ün katmış olacak, zengin Ortadoğu’dan ganimetlerle dönecekti. Krallığı ve egemenliği daha da güçlenecekti. Sefer hazırlığına başlamış olan Alman Kralı Conrard’dan (Konrard’dan) geri kalmama-lıydı. Almanlar çoktan büyük bir haçlı seferi için kolları sıvamışlardı. Sayılmayacak kadar çok olan yüz binlerce haçlı ile yola çıkacakları duyulmuştu. Polonyalılar, Flamanlar, Çekler, Prusyalılar ve Slovaklar da onlara katılacaktı. Kraliçe Elanor sayısız şövalyelerine güvenerek, kutsal topraklarda kont olan amcasına yardım etmek hevesiyle yanıp tutuşuyor ve kralı bir an önce elini çabuk tutması için körüklü-yordu. Kralın danışmanı ve keşişi olan Odon De Deuil (Odon Dö Döy) tüm planlamaları yapıyor, gidilecek yolları çiziyor, hazırlıkların tam olması için gerekli tedbirleri alıyordu. Ona göre “Fransa’nın en güzel çiçekleri Şam duvarlarında yeniden açacaktı.” Kralın akıl hocası olarak geçilecek ülkelere elçiler gönderiliyor, kendilerine nasıl yardım edebilecekleri soruluyordu. Bizans’a elçiler gönderilmiş ve ülkelerine geçerken yiyecek, içecek sağlamada ve kılavuzlar bulmada yardım edilmesi istenmişti. Kralın seçkin komutanlarından Gerroi De Rancon (Jörua Dö Rankon) olası çatışma ve savaşlarda orduyu yönetecekti. Sofu Kral’a “Bu seferin tehlikeli bir macera olduğunu” anlat-maya çalışan bazı danışmanlarına, kont ve düklere kulak asmıyordu. Ok yaydan çıkmıştı ve tüm Avrupa kaynıyordu. Paskalya Bayramı’nda Fransa’ya gelen Papa, Kral Luvi’yi takdis etti. “Günahının yeni bir Haçlı Seferi’yle affedileceği,” sözünü verdi. Aziz Bernard’ı çalışmalarından dolayı kutladı. Aziz Bernad Papa’ya “Siz emrettiniz ben size itaat ettim aziz Peder. Konuştuğum her yerde, her yaşta haçlıların sayısı sayılmayacak kadar arttı. Şehirler, kaleler boşaldı. Fransa nüfusu her bir erkeğe yedi, sekiz dul bayan düşecek şekilde değişti.” diyerek başarısını anlatmaya çalıştı. *** Sayısı üç yüz binli aşan Haçlılar, 15 Haziran 1147 günü Fransa’nın Mets şehrinde toplan-dı. Kalabalığın ucu bucağı görünmüyordu. Yollar, tarlalar, sokaklar, caddeler, dağ taş, dere tepe haçlı guruplarıyla kaynıyordu. Göğüsleri ve kalkanları kırmızı haçla işaretli, –dönüşte beyaz haç takarlardı- zırhlarına bürünmüş şövalyelerin naralarından ve atlarının nal sesinden yer gök inliyordu. Şövalyeler cennete girmenin heyecanı ve zengin olup dönmenin hevesi ile yanıp tutuşuyorlardı. Geride kalan kadınlarına bekâret kemeri takmakla onları koruduklarına inanıyorlardı. Hepsinin gözleri kararmış ve Müslüman kanı dökmek için ant içmişlerdi. Kral ve ailesi, diğer dükler, kontlar ve eşleri üstü ve yanları örtülü, dört atın çektiği göçebe arabalarına alınmıştı. Güzel Mirey ve diğer hizmetkârlar bir at arabasıyla Kraliçe Elanor’un bulunduğu arabanın peşinden geliyordu. Gerekli yiyecekler, hazineler, eşyalar, silahlar altı atın çektiği arabalara yüklenmişti. Ayı Piyer de bu arabaları koruyup kollayan ünlü Akiten şövalyelerinin arasındaydı. Arada bir Mirey’i görmek hevesiyle arabayı gözetliyor, arabanın etrafında dört dönüyordu. Yeşil gözleriyle Mirey bu azgın kalabalığa dalgın dalgın bakıyor, Ayı Piyer’in korkunç bakışlarını görünce ürperiyordu. Kader onu ırmakta düşen bir saman çöpü gibi buralara sürüklemişti. Üzüm güzeli yarış-masına katılmasaydı, üzüm güzeli seçilmeseydi köyünde kalacaktı. Yemyeşil kırlarda bayır-larda altın sarısı saçları rüzgârda savrularak, şarkılar söyleyerek gezecek, tozacaktı. Köy deli-kanlılarından biri ile evlenecek, boy boy çocukları olacaktı. Ne Ayı Piyer’i görecek ne de so-nucu belirsiz böyle bir yolculuğa çıkacaktı. Belli ki bu yolculuk çok uzun ve zorlu geçecekti. Geçilecek ülkelerde kim bilir hangi teh-likeler onları bekliyordu. Şu papazlar yok muydu? Şu Aziz Bernard denen başrahip yok muy-du? Her şey onun kışkırtmasıyla başlamıştı. Ama kendisi bu sefere çıkmamıştı. Ne garip bir durum bu! Yolculuk uzadıkça Mirey papazlardan, kan akıtmak, şarap içmek ve kadından baş-ka düşünceleri olmayan şövalyelerden nefreti etmeye başladı. “Geçecekleri yerlerde harcanmak üzere büyük bir servet bu sefer için vergi olarak halktan toplandı. Keşke o servet yoksul halka dağıtılsaydı. Daha güzel olmaz mıydı acaba?” diye ardı arkası gelmez sorular kafasını kurcalıyordu. Yüz binlerce baldırı çıplak, maceracı, köylü, ayyaş, çapulcu, eşkıya, azılı katiller yaya olarak katılmıştı bu kalabalığa. Zaman zaman, “Hurra! Müslümanlara ölüm! Türklere ölüm!” bağrışlarına, at kişnemeleri ve trampet sesleri eşlik ediyordu. Müthiş bir uğultu yeri göğü inle-tiyor; kuşlar savruluyor, tavşanlar, tilkiler girecek delik arıyorlardı. Yollara dökülen kalabalık kum gibi kaynıyor, ardı arkası kesilmeden ilerliyordu. Fransız-lardan önce yola çıkan Almanların geçtiği yolu izleyerek yürüyüş başladı. Almanlar, ovalara, dağlara, geçitlere sığmayan bir kalabalıkla geçtikleri her yeri talan ederek, bir çekirge sürüsü gibi kasıp kavurarak geçmişlerdi. Bu nedenle Fransızlar geçtikleri yollarda otlak, yiyecek, erzak bulmada büyük güçlük çekiyorlardı. Yol üzerindeki köylerin, kasabaların çoğu boşalmış, soyup soğana çevrilmişti. Geçilecek yerlerde halkın yapacağı her türlü yiyecek ve içeceğin bedeli ödenecektir sözü verilmesine karşın sayısını Kralın ve kontların, düklerin bile bilemediği Haçlılar ve gözü dönmüş şövalyeler çalıp çırpıyor, hiçbir güç onlara direnemiyordu. Geçtikleri ülkelerin halkı Haçlılar bir an önce geçip gitsinler diye dua ediyor, köylerinden kaçıyorlar ya da her dedikle-rini eksiksiz yapıyorlardı. Üstüne üstlük koyu Hıristiyanlardan onlara katılanlar oluyor kala-balık çığ gibi büyüyordu. Macaristan kralı onları çok iyi karşılamış ve Kral Luvi’ye değeri paha biçilmez hediyeler sunmuştu. Macar bataklıklarını geçmek büyük bir azap olmuştu. Arabalar çamura saplanmış, devrilmiş, birçok at bataklıklarda boğulmuştu. Arabaları kurtarmaya çalışanların çamurdan yüzü gözü görünmez olmuştu. Bataklıklardan çıkınca Tuna kıyısında mola verildi. Çadırlar kuruldu, ateşler yakıldı. Arabalar onarılacak, atlar tımar edilecekti. Herkes ırmakta temizlenecek, yıkanacaktı. Mirey diğer kadınlarla ırmak kıyısına çömeldi. Elini yüzünü çamurdan arındırmak istedi. Suya doğru eğilince Ayı Piyer’in korkunç yüzünü suda gördü. Ayı Piyer, iri dişlerini göstererek, avına atlamaya hazır bir vahşi hayvan gibi Mirey’in omuz başında sırıtıyordu. Uzun kol-arını açmış Mirey’i kucaklamak üzereydi. Mirey bir çığlık atarak can havliyle kendini yandaki bir çukura attı. Hızını alamayan Ayı Piyer bir anda ırmağın serin sularında buldu kendini. Uzunca süre sürüklendikten sonra sırılsıklam olarak çıktı sudan. “Nasıl olsa seni kıstıracağım, benim olacaksın Akiten’in güzeli!” diye homurdandı. Mirey korku dolu gözlerle, var gücüyle Düşes’in yanına vardı. Düşes yıkanmış, paklanmış, makyajını tazeliyordu. Mirey’i görünce: —Nerelerdesin kız? Saçlarımı taramaya gelmedin! Çabuk saçlarımı tara! diye çıkıştı. Mirey onun saçlarını tararken: —Düşesim bir sorunum var, sizden yardım istiyorum, dedi. —Neymiş o sorun? Bu seferde sorunu olamayan mı var madmazel? —Şövalyeniz Ayı Piyer, durmadan beni rahatsız ediyor, Irmak kıyısında üzerime saldırdı. Düşes şuh bir kahkaha attı. —Ben de çok önemli bir şey var sanmıştım. Ne var bunda kız! Güzel bir kızsın. Her erkek senin gibi bir kızı arzular. Piyer de onlardan biridir. Bunda büyütülecek bir şey göremiyorum. Hem unutma Piyer gibi şövalyeye yolculuk boyunca ihtiyacımız var. Onu harcayamam! Mirey bu sözler karşısında dondu kaldı. Söylenecek bir söz bulamadı. Güvendiği dağlara kar yağmıştı. “Tanrım beni bu azmandan kurtaracak bir yok mu?” diye dua etti. Düşesin saçlarını tararken güzel gözlerinden dökülen yaşlar gül yanağını ıslattı. Çevresine bakındı. Eğer köyü şu tepenin arkasında olsa koşup gidecek, bu dipsiz kuyuya benzer maceradan kurtulacaktı. Uzun uzun gökteki bulutlara, yemyeşil ovalara bakarak yurdundan ne kadar uzakta olduğunu anlamaya çalıştı. Çaresiz bu azgın kalabalıkla devam edecek, kaderine boyun eğecekti. Sırbistan’da arabayı kollayan şövalyelerden biri dikkatini çekti. Bu şövalye uzun ince boylu sarışın, mavi gözlü bir gençti. Bu yakışıklı delikanlıyla birkaç kez göz göze gelmişlerdi. Bu genç tam aradığım birine benziyor. Belki genç şövalyeye yakınlık gösterirse Ayı Piyer ondan uzaklaşırdı. Genç şövalyeye alıcı gözle tatlı tatlı baktı. Bu bakışlardan genç şövalye de etkilendi ve Mirey’e öpücükler göndermeye başladı. Bu sıcak bakışmalar yol boyunca gittikçe sıklaştı. Bir molada Genç şövalye Mirey’in arabadan inmesine yardım etti. —Adınızı bağışlayın matmazel, diye diz kırarak selâmladı Mirey’i. Benim adım Alfonso, ya sizinki? —Benim de Mirey. Kraliçenin hizmetindeyim. —Tanıştığımıza memnun oldum. Benimle şöyle karşıdaki kırlarda dolaşmayı ne dersiniz? Böylelikle gözlerden uzak daha iyi sohbet ederiz. —Memnuniyetle şövalyem. El ele tutuşarak kalabalıktan ayrıldılar. Mirey, genç şövalyenin ellerini tutunca içinde an-lamını bilmediği bir sıcaklık, ılıklık duydu. Genç şövalyenin de gözlerinin içi gülüyor, mutlulukla Mirey’in ellerini sımsıkı tutuyordu. Çayırlıkta birbirine kur yapan kelebekler gibi sekerek bir ağacın altına vardılar, oturdular. Mirey “İşte oldu. Gönlümü fethedecek bir genç buldum. Böylelikle Ayı Piyer’den kurtulurum,” diye düşündü. Yere oturan gencin dizlerine başını koydu. Yakışıklı delikanlının deniz mavisi gözlerine doyasıya bakacaktı. Aman Allah’ım! Gözlerine inanamadı. Ayı Piyer başuçlarına dikilmiş, pis pis sırıtıyordu. Korkuyla ürperdi. Onun ürperdiğini gören genç şövalye başını kaldırıp bakınca Piyer’i gördü. Hemen ayağa fırladı. —Bizi rahatsız etmeye utanmıyor musun? diye bağırdı. Piyer gökleri sarsan bir kahkaha atıp: —Kim kimi rahatsız ediyor çapulcu? Sen benim sevgilimi elimden almaya nasıl cesaret edersin? diye kükredi ve kılıcını çekip savurmaya başladı. Genç şövalye de kılıcını çekti. Çayırlık kılıç şakırtısıyla çınlamaya başladı. Piyer var gücüyle kılıcını savuruyor, genç şövalye çevik bir sıçrayışla kılıç darbelerinden kurtuluyordu. Mirey elleri ağzında çaresizlik içinde bu amansız çarpışmayı izliyor, genç şövalye için dua ediyordu. Genç Şövalye: —Seni öldürmek istemiyorum Piyer! Kıza soralım, hangimizi isterse onun kararına uyalım. Bu anlamsız dövüşü bırakalım. Ne dersin? diye üsteledi. Piyer saldırılarını gittikçe hızlandırdı. —Ben pazarlık yapmam Alfonso! Sana Ayı Piyer’in kim olduğunu göstereceğim! —Öyleyse benden günah gitti. Çarpışma iyice hızlandı. Piyer öyle korkunç kılıç savuruyordu ki genç şövalye geri geri kaçarak kendini koruyabiliyordu. Geri geri kaçar, sağa sola sıçrarken ayağı bir taşa takılan genç şövalye sırtüstü yere düştü. Ölümün yüzünü gören gözleri fal taşı gibi açıldı. Piyer hiç zaman kaybetmeden kılıcını gencin böğrüne sapladı. “Yandım anam!” sesiyle inleyen genç şövalyenin ağzından kan geldi. Debelenemeye başladı. Az sonra hareketsiz kaldı. Mirey dehşete düşmüş, var gücüyle mola yerine kaçmaya başlamıştı. Ayı Piyer genç şövalyenin böğrüne kılıcını birkaç kez saplayıp çıkardı. “Ayı Piyer’e posta koymanın sonucu ölümdür diye seni uyarmamışlar mıydı?” deyip kılıcını kanını yerdeki otlara silerek temizledi. Mirey’in peşinden koştuysa da Mirey mola yerine çoktan varmıştı. Olay kısa sürede duyuldu. Komutanlar, Kraliçe Elanor ve Kral Luvi iki genç arasında bir aşk düellosu deyip meseleyi kapattılar. Mirey bu olayın etkisinden İstanbul’a varıncaya kadar kurtulamadı. Geceler boyunca gözüne uyku girmedi. Alfonso adlı yakışıklı gence yakınlık göstermekle büyük bir günah işlemişti. Ona tatlı bakışlar atmasaydı ve onunla gezintiye çıkmasaydı bu genç ölmeyecekti. “Allah’ım çok büyük günah işledim, beni affet ya da canımı buralarda al!” diye gözyaşları içinde yıldızlı geceler boyunca dua etti. *** Sırbistan’ı geçtikten sonra Bizans topraklarına girildiği haberi hızla bir uçtan bir uca ya-yıldı. Bizans elçileri onları karşıladılar. Bizans İmparatorunun mektubunu ve armağanlarını verdiler. Bizans İmparatoru Haçlılardan geçiş anında hiçbir kale ve şehrin işgal edilmemesini istemişti. Türklerden alınacak kale ve şehirler Bizans egemenliğine bırakılacak. Tersi bir du-hiçbir yiyecek, içecek, otlak bulamayacaklarını söylüyor ve bunların uyulması için ant içilmesini istiyordu. İmparator, Haçlıların geçişine izin vereceğine söz vermişti ama bu ardı arkası kesilmeyen Haçlıların kırk elli yıl önceki gibi ülkesini yağmalamasından korkuyordu. Haçlıları kendi as-kerleriyle denetim altında tutmaya çalışıyordu. Ne yazık ki Bulgaristan’da bir yerde istedikleri yiyecek ve içeceği bulamayan Haçlılar bir köyü, kilisesini, okulunu tümden ateşe vermişlerdi. Mirey o köyde çocukların, kadınların alevler içinde çığlıklarını, hayvanların acı acı böğürtülerini duymamak için kulaklarını tıkamak zorunda kaldı. Gece boyunca alevler göklere yükselmiş, çığlıklar vahşi hayvan seslerine karışmıştı. Zavallı köylülerden kaçabilenler don gömlek dağlara vurmuştu kendilerini. Yol boyunca hekimler hastalara yetişemiyor; hastalıklar gittikçe yayılıyordu. Yollarda zayıf olanlar, hasta olanlar bir derede veya tepede can veriyordu. İnsanlar bit, pire içinde kaşınıyorlar, yakalarından kir pas akıyordu. Yolculuk uzadıkça yayaların tabanları şişmiş; atlar tökezlemeye, tekerlekler dağılmaya başlamıştı. Güzel Mirey arabasında ara sıra tül perdeyi aralayıp endişeli gözlerle çevresine bakınıyor, birden korkunç suratlı Ayı Piyer’in insanı ürperten bakışlarıyla karşılaşıyordu. Mirey daha önce Almanların geçtiği yerleri nasıl yağma ettiklerini görüyor, yoksulluk içinde yaşayan Balkan halkının çektiği acıları yüreğinde hissediyordu. Konstantin’e (İstanbul) yaklaşıldığı haberi duyulduğu anda burnuna pis bir koku geldi. Pis kokunun bir konaklama yerinde sele kapılan Alman cesetlerinden geldiğini öğrendi. Gökte bir sürü leş yiyici akbabalar, kartallar dolanıyordu. Tarlalarda, derelerde, deniz kıyısında Alman ölüleri ve at leşleri uzanıyordu. İster istemez buradan bir an önce uzaklaşmak için atlar kamçılandı, yayalar hızlandı. Az sonra İstanbul’un Ayasofya’nın muhteşem kubbesi ve kenti çevreleyen kalın ve yüksek surlar görünmüştü. Mirey içindeki dert ve sıkıntılarını unutmak için bu güzel kente bakıyordu. Bir tepeden izlediği Altın Boynuz denilen Haliç’in ve İstanbul Boğazı’nın masmavi, eşsiz manzarası karşısında büyülenmiş, “Cennet böyle bir yer olmalı…” düşündü. Bu cennette Alfonso ile yaşamayı ne kadar çok isterdi. Alfonso’nun deniz mavisi gözlerini anımsadıkça yüreği burkuluyor, Ayı Piyer’e duyduğu nefret büyüyor büyüyordu. ..
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.