II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
Kara İbrahim’i Karaağaç ovasına döndüğü günlerde onu kıskananların, ileride Karaağaç Ovası’na Bey seçilmesini istemeyenlerin çıkardığı dedikodular ayyuka çıkmıştı. — Kara İbrahim aylarca o dağ senin bu yayla benim gezer, eğlenirmiş. —Demirciköy (Çal) taraflarında nefis şaraplar içip gününü gün etmekteymiş. —Atının terkisinde bir Bizans güzeli de varmış. —Obayı düşünse bir yaz boyu dere tepe dolaşmazdı. —Böyle birisi Avşar’a Bey mi olur canım? —Orada Bizanslılarla içli dışlı yaşarmış. Kim bilir niyeti ne? Ardı arkası gelmeyen dedikodular zamanla Bey’in hanımı Hatun Ana’nın kulağına çalındı. Bir akşam sofrada Avşar Beyi’ne: —Beyim, İbrahim hakkında bilen bilmeyen ileri geri konuşuyor. Bilmem haberin var mıdır? —Vardır Bey Hatunum, vardır. Duymamış gibi yaparım ki bu dedikoduları çıkaranların niyeti belli olsun diye beklerim. —Sana Hak vaki olduğunda Karaağaç Ovası’na Bey olmaktır niyetleri. Sanırım Kara İbrahim’i engel olarak görmekteler. —Kaç günlerdir bu dedikoduları çıkaranları araştırırım Hatunum. Meğerse en güvendiğim kişilermiş bunlar. Bu daha çok zoruma gitti. İnsanlar beylik için, saltanat için ne kadar çirkinleşiyor. Gönülleri kararıp, iftira ve yalana sarılıyorlar. Nasıl böyle düşünürler anlamıyorum. İbrahim bu memleketin yetiştirdiği eşi benzeri bulunmaz bir bahadırdır. Sultan Mesut’un bile gözde çerisidir. Beylikte, paşalıkta gözü yoktur. O bir serdengeçti, safkan bir Oğuz delikanlısıdır. Dede Korkut’un Basat’ı, Deli Dumrul’u gibidir. —Beyim, İbrahim gelmeden bu işin bir yolunu bulalım da obamızda ikilik, tatsızlık çıkmasın. Huzurumuz bozulmasın. —Tamam, Bey Hatun’um yarın bir hâl çaresine bakacağım, endişelenme sen. Ertesi gün Avşar Beyi bu dedikoduların kaynağı olan üç kişiyi otağına çağırdı. Bunlardan biri kardeşinin oğlu, yeğeniydi. Biri softa bir molla, diğeri de beyin kızı Beyce Sultan’da gözü olan, her güreşte her yarışmada İbrahim’le boy ölçüşen bir çeriydi. Avşar Beyi’nin otağına çağırılmalarından pirelenmişler, benizleri atmıştı. Bey onlara yer gösterdi, oturmalarını istedi. Oba içinde bir sorunlarının olup olmadığını sordu. Beyce Sultan’ın getirdiği kahveler içilirken Bey asıl konuya geldi: —Kulağıma çirkin dedikodular gelmektedir. İbrahim hakkında ileri geri konuşulmaktaymış. Belki sizler de duymuşsunuzdur. —Duymasına duyduk da beyim pek inanmadık söylenenlere. —Yaaa! İnanmadınız ha? Peki, sizce bu dedikodular nereden çıkmaktadır? —Nereden bilelim Beyim? Elin ağzı torba değil ki büzelim. Biz İbrahim’in çobanı değiliz ki bilelim. —Benim size bir çift sözüm şudur. Ne olursa olsun ikiyüzlülük çok kötü bir huydur. Onun için dedelerimiz ‘kancık dostum olacağına mert düşmanım olsun’ demişlerdir. Size öğüdüm şudur ki beylik, önderlik bir kişilik ve bilgelik işidir. Olacakları önceden sezme, çabuk karar verme, tuttuğunu koparma işidir. Obasına, ulusuna derinden bağlılıktır. Obasının çıkarını her şeyden üstün tutma işidir. Toprağına sahip çıkmaktır. Oymağı tatlı uyusun diye uykusuz kalmaktır. Eşeler Yaylası’nda bir karınca ezilse kendini sorumlu tutmaktır. —Öyledir beyim, doğru söylersiniz. —İftira ve yalan, ikiyüzlülük en kötü huylardandır insanoğlunda. Gün olur o iftira ve yalanlar söyleyenlerin başına çorap gibi örülür. El içine çıkamaz olurlar. Üç kişi birbirlerine baktılar, boyunlarını büktüler. Söyleyecek söz bulamayıp yutkundular. —Bu söylediklerimden bir ders alasınız diye söylemekteyim. Kara İbrahim dönünceye kadar bu dedikodular kesilsin. Obamıza ikilik girmesin. Bakın biz Türklerin, Oğuzların gücünün üstünde güç yoktur. Ama ne zaman ki birbirimize düştük, işte en büyük düşman budur bizim için. Atamız Oğuz Kağan’dan beri böyle gelmiş, böyle gider. Saltanat, sultanlık davası bizi parça parça etmiştir. Dinleyenler süt dökmüş kedi gibi boyunları bükük beyi dinliyorlardı. Bey son sözünü üstüne basa basa, sert bir tonla tamamladı. —O nedenle ayağımızı denk almalıyız. Varın şimdi sağlıcakla gidin, işinize gücünüze verin kendinizi. *** Kara İbrahim, Karaağaç ovasına dönünce Avşar Beyi onu karşısına aldı. —Oğul, kaç aylardır ortalıkta görünmedin. Yaz bitti. Kuzular, oğlaklar büyüdü. Bağlar, bostanlar bozuldu, ekinler ekilmeye başladı. Güz geldi. Yaylalardan göç zamanı geldi dayandı. Sen nerelerdesin? Başına bir iş geldi diye ödüm koptu oğul. İbrahim, Bey’in önünde diz çöktü. Ellerini öptü. —Kusurumu bağışla Beyim. Yapılacak çok işim vardı. —Neymiş o işler? Bey olarak ben de bileyim oğul? —Lâdik taraflarını kolaçan ettim. Yeni gelen Türkmenleri yurtluk edeceğimiz yurtları gördüm. Gün olur oralara akına çıkarsak nasıl bir yerlerdir bilmemiz gerekir diye düşündüm Bey Babam. Oralar çok güzel, bitek, bereketli yerler. Eninde sonunda bizim yurdumuz olmalı. —Oralarda yaptıkların dilden dile buralara kadar ulaştı. Zalimlere korku vermiş, mazlumları sevindirmişsin oğul. —Beyim, oralarda Bizans devleti bitmiş, tükenmiş. Hak adalet kalmamış, gücü gücü yetene. Halk ağır vergiler altında inlerken her yeri soyup soğana çeviren haydutlar işin tuzu biberi olmuş. Derim ki hemen bir ordu devşirelim, oraları fethedelim. Adaleti ve hakkı getirelim. Avşar Beyi onun ışıl ışıl gözlerine dikti bakışlarını: —İyi güzel dersin de oğul, biz oraları bundan kırk elli sene önce akınlar yapmıştık. Ancak biz Haçlılarla uğraşırken Bizanslılar fırsatı ganimet bildi. Çekilmek zorunda kaldık oralardan. —Bunları büyüklerimizden duymuştum Beyim. Avşar Beyi sakallarını sıvazladı. Derinden bir “ooof” çekti. Gözlerini Karaağaç ovasını çevreleyen dağlarda gezdirdi. İbrahim onu derin düşüncelere daldığını görünce: —Bir çıkmazımız mı var Beyim? Sizi bu kadar dertlendiren nedir ki? —Bu topraklar güzeldir, yurttur, barınaktır ama derdi de bitmez oğul. Sen ne kadar derdiyle uğraşırsan sevisi de yüreklerde büyür ve kabına sığmaz olur. Çünkü buraları Dünya’nın en gözde yurdudur. Bu nedenle düşmanı da çoktur. Bir an gözünü kırpmaya gelmez. —Doğrudur beyim. —Benim bu kadar kaygılandığım bir anda Sultan Mesut’u düşünürüm. Gözüne uyku girmiyordur. —Hayırdır Beyim, aklından geçeni bilmek isterim. —Korktuğumuz başımıza geldi oğul. Avrupa yeni bir Haçlı seferi için yollara düşmüş. Yüz binlerce Alman İstanbul’u geçmiş. Anadolu içlerine doğru ilerlemekteymiş. Yüz binlerce de Frenk de İstanbul önlerine gelmiş. Geçtikleri yerleri kasıp kavuruyorlarmış. Bizans İmparatoru da çabuk geçip gitsinler diye yağmalama korkusundan onlara yardım edermiş. Kara İbrahim’in kanı kaynamaya, gözlerinde keskin bir ışık yanmaya başladı. Öfkeyle karışık heyecanla: —Biz sağ oldukça, damarımızdaki kan durdukça kimse bir karış toprağımızı çiğneyemez Beyim! diye kükredi. — İmparator, Frenk kralını, düklerini, dilberlerini en güzel şekilde sarayında ağırlamış. Yüz binlerce haçlıyı da Anadolu’ya geçirmek için seferber olmuşlar. Sandallar, kayıklar, gemiler vızır vızır haçlı taşırmış. Bizden alacakları yerleri Bizans egemenliğine bırakma şartıyla tez elden Anadolu yakasına geçirmiş onları. —Emriniz nedir Beyim! Bu uğurda canımız feda. Bu toprakları onlara mezar etmezsek gök girsin kızıl çıksın! —Hemen çerilerini topla. Silahlanıp, pusatlanın. Sultan Mesut Haçlıları karşılamak için Konya’dan yola çıkmış. Siz de tez zamanda orduya yetiştin. Allah yolunuzu açık, kılıcınız keskin etsin oğlum. İbrahim: —Emriniz başım üstüne Beyim! diyerek Bey’in ellerini öptü. Hızla ayağa kalktı ve çadırdan çıktı. O çıkarken Avşar Beyi “Deli çocuk, Avşar obasında sülün gibi kızlarımız varken bir Bizans değirmenci kızına tutulmuş. Ladik’e ondan gittim diyemiyor bana. Benim kulağım deliktir ama o bilmediğimi sanıyor,” diye gülümsedi… *** İbrahim hiç beklemeden Karaağaç ovasındaki, yaylalarındaki tüm köyleri, obaları dolaştı. Arap atlarına binmiş, yalınkılıç çerilerini birkaç gün içinde Avşar obası önüne getirdi. Haberi duyan tüm oba beyleri, uluları, kadın erkek, çoluk çocuk herkes Avşar Beyi’nin otağının önündeki geniş çayırlıkta toplanmıştı. Yürekler kabarmış, gözler buğulanmıştı. Asker uğurlama yemeği için kazan kazan keşkekler, sarı aşlar çoktan hazırlanmış, kınalı koçlar, erkeçler adak edilmişti. Yayıklarda ayranlar çalkalanmış, harlı ateşlerde pekmezler kaynatılmıştı. Kara üzümler, payamlar, cevizler sofraları renklendirmiş; kan kırmızı gibi karpuzlar, mis gibi kokan sarı kavunlar kesilmişti. Yağlı katmerler, gömbeler, çörekler dürümlenmişti. Avşar Bey’inin otağına bir tuğ dikilmiş, büyük sancak çekilmişti. Otağa girip çıkan herkes Bey’e “Gazamız mübarek olsun!” dileklerini iletti. Otağın önündeki geniş çayırlıkta kızların, gelinlerin telaşı görülmeye değerdi. Yerlere halılar, kilimler seriliyor, sofralar kuruluyordu. Kaplar, kacaklar elden ele dolaşıyor, sofralara yetiştiriliyordu. Bey Ana Hatun ve aşçı başı kadınlar gelinlere, kızlara emirler yağdırıyor, yemeğin düzenle yenilmesi için özenle çalışıyorlardı. Öbek öbek sofralardan gelen kaşık şıkırtısı, tencere tabak sesi tüm obaydı sarmıştı. Ne olup bittiğini tam anlayamayan çocukların çalakaşık yemek yedikten sonra çayırda oynamaları, koşuşturmaları, güreşleri, sevinç çığlıkları ortalığı şenlendiriyordu. Yenilip içildikten sonra genç çerilerin avuçları ak saçlı nineler tarafından kınalandı. Analar oğullarına, gelinler kocalarına son kez sarıldı. Kara İbrahim’in bir işaretiyle çeriler atlarına bindiler. Atların kişneme ve nal seslerine tekbir sesleri eşlik ediyordu. Renk renk kilimlerle eyeri süslenmiş bir devenin iki yanına kurulmuş bir kösün (davulun) sesi tüm ovaya yayılıyor, karşı dağlarda yankılanıyordu. Önde aksakallı Eren Dede ve beyler, oymakbaşları olmak üzere kalabalık bir sel gibi yeni mezarlığa aktı. Kara İbrahim ve çerileri kalabalığın ortasında atlarının üzerinde çelikten bir heykel gibi ilerliyorlardı. Onların heybetini görenler “Ha Maşallah!” diyerek hayranlıklarını dile getiriyorlardı. Kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk tüm Türkmenler, Avşarlar büyük bir sessizlik içinde mezarlığa varınca gözler Eren Dede’ye çevrildi. Eren Dede yönünü kalabalığa çevirdi. Herkesin geldiğinden emin olunca Besmele çekip Kur’an okumaya başladı. Okuması bitince ellerini havaya kaldırdı. Binlerce Türkmen, Avşar Eren Dede ile birlikte ellerini kaldırdı. Eren Dede: “Ey yeri göğü, dağları, ovaları yaylaları gölleri, denizleri yaratan Ulu Allah’ım! Ey kurda kuşa can veren, bizlere sayısız nimetlerinle ödüllendiren yüce Tanrım! Altay Dağları’ndan, Oğuzeli’nden, Horasan’dan, Toroslardan bizleri aşırıp bu güzel toprakları bağışlayan yüce Mevla’mız! Yurt edindiğimiz, çadır kurup, ocak tüttürdüğümüz bu topraklarda soy alıp kökleşmemize, yurt ve yurtluk edinmemize yardım et! Yüce adını bu topraklarda sonsuza kadar anmamız için bizlere yardım et ya Rabbi!” Avşar obası ve tüm Karaağaç ovası hep bir ağızdan çıkan “Âmiiin!” sesiyle inledi. Eren Dede duasını bitirirken sesi titredi. Göğsü yumuşadı. Gözyaşları beyaz sakalını ıslattı. “Sefere yollamakta olduğumuz çerilerimizin yüreklerine Hazreti Ali cesareti, bileklerine O’nun gücünü ver Allah’ım. Büyük Türk ataları Bilge Kağan gibi, Sultan Alpaslan gibi onların da anlı şanlı zaferler kazanarak dönmelerine yardım et Yüce Yaradan!” diyerek duasını tamamladı. Kalabalık hep bir ağızdan “Âmin!” diye duaya eşlik etti. Ulu ardıçların dallarındaki kuşlar “Cik! Cik!” öterek bu duaya katılırcasına cıvıldaştılar. Son kez mendiller sallandı. Testilerden, bakraçlardan sular döküldü. Gözler yaşardı, yürekler hep birden çarptı. Tam bu sırada gökte büyük bir hışırtı duyuldu. Honaz Dağı’nın dev kuşu gökte tur atıyor, bir alçalıp bir yükseliyordu. İri gözleriyle kalabalığı tarıyor, sonra geniş kanatlarını çırparak yükseliyordu. Analar çocuklarını etekleri arasında sakladılar. Avşar Bey’i gözlerini kuştan ayırmadan: —Endişelenmeyin geçen bahar Pazarhan’da gördüğümüz kuş olmalı bu. Bir diyeceği var ama keşke dilinden anlayabilsek, dedi. Dev kartal ovayı yırtan “Ciyaaak!” sesleriyle Eşeler Dağı’na doğru süzüldü ve gözden kayboldu. Kara İbrahim’in birliği arkalarında bir toz bulutu bırakarak Köpek Beli’ne doğu doludizgin yola çıktı. Kızlar, gelinler, birbirlerine sarılıp yas ederken erkekler gözyaşlarını saklaya saklaya “Allah kavuştursun!” diye kucaklaştılar. Karaardıçlar, koca çamlar; katarını düzmüş turnalar, toylar, çağlayıp uğuldayan Dalaman Çayı yüzyıllar boyunca bu asker uğurlamalarına tanıklık etti. Çadırlardan, çöğmenlerden, kerpiç evlerden yükselen yasları dinlediler. “Asker yârim gitti, a beyler de, sefere Dönüp de bakmaz ardına bir kere!” *** Güz gelip geçti. Deli yeller esmeye, kara kara bulutlar dağlardan ovaya akmaya başladı. Yaylalardaki Türkmenler çadırlarını, çöğmenlerini, yüklerini topladı. Çobanlar kepeneklerine sarıldı. Dağda, otlakta gezinen hayvanlar toplandı. Katar katar develerle, sürüleriyle yayladan ovaya göçe başladılar. Ovada toprak damlı evlerin damları yuvuldu. Ağıllar, ahırlar gözden geçirdi. Yazdan hazırlanan kuru otların, samanların, yemlerin üstleri örtüldü. Kışlık yiyecekler hazırlandı, çökelekler, yağlar, kavurmalar tuluklara, küplere dolduruldu. Kış kapıya dayanınca önce Honaz Dağı’nın doruğu beyazlara büründü. Bozdağlar, Gölgeli Dağlar, Batı Toroslar, Tepsilli Dağı, Akdağlar bir gecede apak karla örtüldü. Kurtlar ulumaya, çakallar pavkırmaya başladı. Yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar ortalıkta görünmez oldu. Ayılar inlerine çekildi. Dalaman Çayı coştukça coştu, kabına sığmayıp tarlalara, çayırlıklara taştı. Honaz Dağı’ndan esen acı poyraz Karaağaç Ovası’nda uğuldamaya, çörü çöpü önüne katıp kovalamaya başladı. Tüm obalar çadırlara, kerpiç evlere çekilmişken birden “Geliyorlar! Kara İbrahim seferden dönüyor!” çığlıklarıyla herkes dışarı fırladı. Kimi yalın ayak, kimi başıkabak çoluk çocuk Kumkısık'tan obaya doğru inen yola koşuştular. Gelinlerin, kızların yüzleri güldü. Analar, babalar, “Şükür kavuşturana!” diye secdeye kapandı. Az sonra Kara İbrahim ve birliği göründü. Atlar yorgun, çeriler toz toprak içindeydi. Sakallar bıyıkları birbirine karışmış, yüzleri tanınmaz haldeydi. Karşılayanlar atlılara ulaşınca ortalık ana baba gününe döndü. Atlarından inen savaşçılar önüne gelene sarılıyor, kucaklaşıyordu. “Yavrum, kuzum, yiğidim, bahadırım, oğlum!” sesleri sevinç çığlıklarına karışıyordu. Bu arada oğlunu, erini bulamayanlar elleri bellerinde yaşlı gözlerle bakınıyor, kuzusunu bulamayan koyunlar gibi meleşiyor ve sonra yere çöküp öylece kalıyorlardı. Avşar Beyi önce onların yanına vardı. Omuzlarından tutup ayağa kaldırdı. Gözleri buğulanmış, yüreği incelmişti. Yüzünde her acıyı paylaşmaya hazır insanlardaki gibi bir ifade vardı. “Üzülmek ve ağlamak yok. Şehitlerin arkasından ağlanmaz. Onlar bu toprakları kanlarıyla suladıkça biz çoğalır ve türeriz. Onlar ölmedi, ruhlarıyla yanımızdalar ve Peygamber Efendimizin kucağındadırlar. Ne mutlu ki şehit anası babası oldunuz. Her sıkıntıda onların yokluğunu hissettirmeyeceğim sizlere,” diye teselli etti. Herkes kendi oğlunu, erini öpe koklaya çadırlarına çekilince, obasına, köyüne yönelince Kara İbrahim Avşar Beyi ile baş başa kaldı. —Anlat bakalım oğul neler oldu, bitti? —Zaferimiz kutlu olsun Bey’im. Alman Haçlılarının çoğunu kılıçtan geçirdik. Geri kalanlar yaralı kralları ile İznik’e doğru geri kaçtılar. Kılıçaslan Sultan’ımızın öcünü aynı yerde aldık. —Hepsi bu mu? Sultanımız ne yaptı? Savaş nasıl oldu? Nerede oldu? Tüm incelikleriyle anlat oğul. —Beyim, biz Sultanımızın ordusuna Sivrihisar yakınlarında kavuştuk. Kumandanlarımıza tekmil verdim. Yaklaşık yirmi bin çeriydik. Sultanın yardım istediği İslam ülkelerinden en ufak ses çıkmamış. Bana ‘Hemen bir Bizans askeri gibi giyin ve Haçlılar nerede, kaç kişi diye öğren’ diye bir görev verildi. —Eee, öğrenebildin mi? —Hemen giyindim, yanıma da güvendiğim bahadırlardan aldım. Doludizgin atımı sürüp Geyve Boğazı’na vardım. Haçlılar Geyve Boğazı’na girmek üzereydi. Ben diyeyim yüz bin, siz deyin üç yüz bin kişiydiler. Yayaların, at arabalarının önünde, arkasında ve yanlarında atlı şövalyeler vardı. Her biri zırhlara bürünmüşler, atlarının göğüslerinde ve bağırlarında kızıl bir haç olan pelerinler örtünmüşlerdi. Uzun mızrakları göklere yükseliyordu. Karşılarına hiçbir güç çıkmadığı için mağrur bir şekilde ilerliyorlardı. Geçtikleri köylerin, kentlerin nesi var nesi yoksa talan ediyorlardı. Zavallı köylülerin ne otu, ne otlağı, ne de ambarlarında buğdayı kalmıştı. —Peki, nasıl durdunuz bu yüz binlerce Haçlıyı? —Öğrendiğim tüm bilgileri Eskişehir’e gelmiş olan Sultan’ımıza bildirdim. Sultan derin düşüncelere daldı. Savaş kurultayı topladı. Beni de çağırdılar. Sultan: —Beylerim, kumandanlarım ne düşünür? diye sordu. Bazı beyler, kumandanlar “Rahmetli Sultanımız I. Kılıçaslan gibi yiğitçe savaşalım. Bu uğurda ya şahit oluruz, ya gazi!” dediler. Bazıları ise “Bize zarar vermeden geçip giderlerse dokunmayalım. Bunca insan sürüsüne yirmi bin çeriyle savaşa tutuşmak doğrudan intihardır,” dediler. Ben onları sessizce dinliyordum. Sultan bana dönüp: —Sen ne dersin Kara İbrahim yiğidim. Sen onları görüp bilen bir bahadırsın, ordu içinde namını duyarım, diye seslendi. Sultanımızın önünde el pençe durdum. —Sultanım biliyorsunuz rahmetli I. Kılıçaslan Sultan’ımız çerilerimizin cesaret ve gücüne güvenerek onlarla İznik’te açık alanda savaşa tutuştu. Sayıca bizden kat kat fazla düşmanla baş edilemedi. İznik ve Batı Anadolu elden gitti. Haçlıları yolda, belde, Toros geçitlerinde epeyce hırpaladıysa da kalanların Kudüs’e ulaşmalarına engel olamadı. Elbette onların geçip gitmelerine dur dememek Türk töresine yakışmaz. Yüz binlerce Haçlıyla bir meydan savaşına girişmek de delilik olur. Sultan Mesut: —Sözü nereye getireceksin bahadırım tez söyle, zamanımız dar, deyince: —Savaş yiğitliğin yanında hile ve zekâ işidir, Sultanım dedim. —Nasıl bir hile düşünürsün bahadırım? diye kükredi. —Düşmanın can alıcı noktası silahlı ve atlı şövalyelerdir. Gerisi yaya, çapulcu, ayyaş, ipini sapını koparan kişilerdir. Ordumuzu üç bölüme ayıralım. Sağdan ve soldan dağlara yaslanalım. Ortadaki bölük onlara akın eder gibi yapsın. Sonra kaçar gibi yapıp şövalyeleri Haçlı gurubundan koparalım. Onlar peşimizden gelirken dağlara yaslanmış ordumuz iki yandan saldırsın. Yaya, atlı, arabalı gurup tez elden darmadağın olacaktır. Sonra birleşip şövalyeleri kıskaca alalım. Sultan ve Beyler, kumandalar birbirlerine baktılar, başlarıyla beni onayladılar. “Aferin Kara İbrahim. Bahadır dediğin böyle olur,” dediler. Sultan: —Onları kıskaca alacak dar bir yer nerede vardır? dedi. —Sultanım, Geyve Boğazı bu iş için en uygun yerdi ama şimdi onlar boğazı geçmek üzereler. Biz Porsuk Vadisi’nde Sarısu (Dorylaion) denen yere konuşlanalım. Hem de çevreyi tanırız, ordumuzu yerleştiririz. Onlar bir iki gün içinde bu boğaza gireceklerdir. Burada su kaynağı olduğu için kanımca mola vereceklerdir. İşte onların mola verdiği an bizim saldırı anımız olacaktır. Sultan tahtından kalktı. Yanıma gelip beni alnımdan öptü. —Savaş hileni pek beğendim Kara İbrahim. Allah yar ve yardımcımız olsun. Beylerim, kumandanlarım! Tez elden ordumuzla Sarısu’ya ulaşalım. İbrahim’in dediği gibi düzene girelim. Çerilerimizi savaş düzenimiz hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgilendirelim. Herkes hakkını helâl etsin! Gazamız mübarek olsun! deyip kurultayı kapattı. Sarısu’ya varınca ordumuzun bir bölümü sağdaki, bir bölümü de soldaki dağlara gizlendi. Ben önde Haçlıları karşılayacaklar içindeydim. Bir gün sonra Haçlılar boğaza girdi. O kadar kalabalıktılar ki ardı arkası kesilmiyordu kalabalığın. Buraya kadar hiçbir güçle karşılaşmadıkları için oldukça rahattılar. Mola verip vadiye yayılamaya başladıkları anda biz önden “Allah Allah!” sesleriyle saldırıya geçtik. Sayıca bizden kat kat fazla şövalyeler, hemen atlarına binip bize doğru akın ettiler. Biz onlardan korkmuş gibi yapıp geri kaçmaya başladık. Onlar “Hurra! Türklere ölüm!” diyerek peşimize takıldılar. Bizim kıvrak Arap atlarımıza onların dev gibi kocaman atları yetişmiyordu. Şövalyeler epeyce arkamızdan gelince dağlardan inen birliklerimiz bir çığ gibi Haçlıların üstüne çullandı. Biz de gerisin geri döndük. Arkaları, yanları sarılan şövalyeler ne yapacakların şaşırdılar. Zırhlar içinde onları avlamanın ilk yolu atlarını vurmak oldu. Orada büyük bir can pazarı yaşandı. Kılıçlar kırıldı, kalkanlar paralandı. Sarısu vadisi kılıç kalkan sesiyle, at kişnemeleri ve insan çığlıklarıyla gün boyu çalkalandı. Akşama doğru sağ kalanları feryat figan içinde geri kaçtılar. Krallarının da yaralı kaçtığını duydum. Soluğu İznik’te almışlar. Sarısu vadisi Alman Haçlılarının mezarı oldu. Her yer cesetlerle, inleyen, bağrışan yaralılarla; can çekişen atlarla, devrilmiş arabalarla dolup taştı. Bu yenilgiden sonra bir daha bu topraklara adım atacaklarını sanmıyorum. Alman ölülerini, at leşlerini temizlemek Sarısu Vadisi’nin kartallarına, akbabalarına, kurtlarına, çakallarına düştü. Sultanımız orduyu dinlendirmek için Konya’ya döndü. Biz de Akşehir’de izin alıp geldik işte. Avşar Beyi ayağa kalktı. Ellerini göğe çevirdi. Dudaklarını hafifçe kımıldatarak dua etti. Sonra İbrahim’in yanaklarını öptü. —Allah ne muradın varsa versin oğul! Bu topraklar sen ve çerilerin gibi nice bahadırlar yetiştirecektir! Zaferi kutlayalım, deyip İbrahim’le otağından çıktı. “EY Türkmenler, Ey Oğuzlar, Ey Avşarlar, Ey Kınık Boyları, Dodurga, Yazır, Yüreğir Beyleri duyun işitin! Kara İbrahim anlı şanlı bir zaferle dönmüştür. Hemen bir toy düzenleyelim. Şehitlerimiz için Kur’an okunsun! Dualar edilsin! Gençlerimiz kadın erkek el ele kol kola oynasın. Kazan kazan yemekler pişirilsin! Koca çayırlıkta, kaftanını savura savura, döne döne oynuyor, sevinç naraları atıyordu. Tüm Karaağaç Ovası Kara İbrahim’in bahadırlığı ile çalkalanıyordu. Öbek öbek insanlar toya katılmak için yaylalardan, obalardan, köylerden Avşar Beyi’nin obası önünde toplanıyordu. *** Karaağaç Ovası Türkmenlerin sevinç çığlıkları, davul gümbürtüsü, zurna sesi ile çınladı. Dağlardaki kurtlar uluyor, sürüleri kolaçan eden iri iri köpekler havlıyor, horozlar ötüyor, serçeler cıvıldaşıyordu. Dalaman Çayı harlayıp, gürleyerek bu şenliğe eşlik ediyordu. Avşar kızlarının gelinlerinin yüzleri gülmüş, gözleri pırıl pırıl olmuştu. Hatun Ana onların edalı edalı gezinmelerine, kıkır kıkır gülüşmelerine bakıp “Kaç aylardır hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Yüzleri hasretlikten mum gibi solmuştu. Şimdi bülbüller gibi şakırdıyorlar, deli taylar gibi koşuyorlar, kınalı keklikler gibi sekiyorlar” diye gülümsedi. Bey Ana Hatun kızların gelinlerin coşkusunu keyifle izlerken, “Bir zamanlar Avşar Beyim sefere çıktığında günler saymakla geçmezdi. Beyim anlı şanlı seferden dönünce ona sarılırdım. Sonra onu güzelce yıkar, aklar paklar ve sabahlara kadar… Ah kahpe gençlik, geldi geçti yel gibi!” diye mırıldandı. Kızlar içinde oynaşıp gülüşen kızı Beyce Sultan’dan gözlerini ayıramadı. “Benim güzel kızım, Beyce Sultanım da Kara İbrahim’e gönlünü kaptırmış ki sevdasından dumanı tütüyor. Gel gelelim işi gücü o seferden bu sefere koşmak olan serdengeçti Deli Oğlan’ın gözü kızcağızı görmüyor. Bey’den duyduğuma göre bir Bizans değirmenci kızına tutulmuş. Gece gündüz “Ah Akasya geç kaldım!” diye sayıklarmış. Bunu yüreği sevdadan erimiş kızıma nasıl anlatayım bilmem ki? Vazgeç bu sevdadan diye nasıl söyleyeyim? ” diye söylendi. O akşam Bey otağından Beyce Sultan’ın söylediği bir ağıt Hatun Ana’nın yüreğinin yağını eritti. İçinde kor alevler yandı. Ağıt dilden dile tüm Karaağaç ovasına yayıldı. Yüzyıllar geçse de unutulmadı Beyce Sultan’ın ağıtı. “Kurban olayım bastığın toprağa, taşlara Görmez misin gözümden akan kanlı yaşlara. Eğil dağlar eğil ben yiğidimi göreyim, Bir selamına ben nice canlar vereyim, beyler of!...”
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.