II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
Türklerin eline geçmek kokusuyla Kral Luvi’nin yüreği yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Eli ayağı birbirine dolanıyor, gecenin dayanılmaz ayazında tir tir titriyordu. Kendilerine cehennem gelen, suların çağıltısıyla uğuldayan bu derin vadide daha fazla kalmanın tehlikeli olduğunu düşündü. Her an yeni bir saldırıya uğramak korkusuyla çevresine umutsuzca bakındı. Tanrı’ya sığınarak aşağıda Kızılçukur’da yanan ateşlere doğru ilerledi. Çalıların, kayaların ardına saklanıp canını kurtaran birkaç şövalyeyle yola çıktı. Kamp yerine yaklaşırken öncü şövalyeler onu karşıladı. Luvi, birliklerine kavuşmanın sevinciyle Tanrı’ya şükretti. Bu arada ormana, ağaç kovuklarına saklanmış, ölümcül yarası olmayanlar da perişan bir şekilde kamp alanına gelmeye devam etti. Tüm Haçlılar korku dolu gözlerle yakılan ateşin ışığında oradan oraya koşuşturuyordu. Herkes bir yakınını, oğlunu, kardeşini arıyor, bulamayınca ağıtlar, hıçkırıklar yükseliyordu. Kral tüm soyluları yanına çağırdı. Çevresinde çok az soylunun kaldığını görünce üzüntüsü bir kat daha arttı. Bereket ki sevgili eşi, güzel Elanor o cehennemden kurtulmuştu. Kendisini karşılayan komutan Rancon’un yakasına yapıştı. —Başımıza gelen felâketin sebebi sensin! Eğer yukarıda bizi bekleseydin böyle bir acı yaşamayacaktık. Bunun cezasını ölümle ödeyeceksin! diye bağırdı. Rancon yere diz çöküp eğilerek kralın kana bulanmış eteklerini öptü. —Beni bağışlayınız majesteleri! Yukarıda yolun açık olduğunu gördüm. Orada keskin ayazda beklemek istemedim. Bugün aldığımız yol çok az diye düşündüm. —Alman cesetlerini de mi görmedin? —Gördüm Majesteleri ama çevrede hiçbir Türk görünmüyordu. Almanların peşinden gitmiş olmalılar diye düşünmüştüm. —Bak görüyorsun ordumuz büyük bir kırıma uğradı. Bu Fransa tarihinin kara bir lekesi olarak kalacaktır. Bunun cezası ölümdür! Soylulardan biri, kralın dayısını göstererek: —Majesteri, bağışlayınız ama Rancon bu kararı tek başına almamış. Dayınız Amedö de yanındaymış. Kararı birlikte almışlar. Kral bir an düşündü. Eğer Rancon’u hemen cezalandırırsa dayısını da cezalandırması gerekecekti. Orduda Rancon’un saygınlığı büyüktü. Bu, yararsız bir ikiliğe ve kargaşaya neden olabilirdi. Yolculuğu bitmediğine göre Rancon gibilerine ihtiyaç duyabilirdi. Bu kararı şimdilik uygulamayı erteledi. Bu arada yanına keşiş Odon Dö Döy yaklaştı. Benzi solmuş, bir günde elmacık kemikleri sırıtıp kalmıştı. Kral ona: —Kaybımız ne kadar öğrenebildin mi? diye sordu. Odon Dö Döy istavroz getirerek: —Majesteleri, Tanrı sizi korudu. Tek başına kendinizi kahramanca savundunuz! Ne yazık ki kırkın üzerinde soylumuz, kont ve dükümüz yok efendim. “Fransa’nın en nadide çiçekleri Şam duvarlarında meyve vermeden soldu.” diyerek ağlamaya başladı. —Kahrolmamak elde değil! Ordunun ve hacıların kaybı nedir? —Ordunun yarıdan fazlası yok efendim. Hacıların da çoğu telef olmuş. Buraya ulaşabilen yaralılarımızın sayısı o kadar çok ki hangisine koşacağımızı şaşırdık. —Yiyecek, içecek durumu nedir? —Yiyecek içeceğimiz yok denecek kadar azaldı. Hazinenin çoğunu o cehennem derede Türklere kaptırdık. —Bu gece gözlemci sayısı iki kata çıkarılsın. Ortalığın aydınlanmasıyla yola çıkalım. Çatışmaya girmeyen şövalyeler hep uyanık kalsın. Yaralılar bakılsın. Yürüyemeyecek durumda olanlar için gereği yapılsın. Muhakkak Türkler bizi izlemeye devam edecektir. Çok uyanık olmak zorundayız. Tüm soylular ve komutan Rancon kralın kendini çabucak toplamasından sevinç duydular. —Majesteleri, emirleriniz harfi harfine uygulanacaktır. Siz biraz dileniniz! diye yanıtladılar. —Elimizde Türk esiri var mıdır? —Ölümüne savaşıyorlardı. Hiç birini esir almak mümkün olmadı Majesteleri. Kral Luvi kendi kendine, “Keşke benim Türk savaşçıları gibi askerlerim olsaydı!” diye hayıflandı. *** Kara İbrahim, karanlık çökünce ganimetleri, esirleri Ayaz Tepesi’ne, oradan Karahöyük’ e gönderdi. Beyce Sultan ve ekibi yaralı çerilerin yaralarını sardı. Zaferin sevinciyle tüm yüzler gülüyordu. Çeriler birbirine sarılıyor; kadınlar, savaşa girmeyenler çerileri öpüyor, onlara hizmet etmek için koşuşturuyorlardı. Çok az bir kayıpları vardı. Onlar da Kazıkbeli toprağının bağrında kalmışlardı. Onlar için dua ettiler. Kur’an okudular. Cenaze namazlarını kıldılar. Büyük zafere karşın Kara İbrahim oldukça durgun görünüyordu. Bu durum Beyce Sultan ve Avşar Beyi’nin gözünden kaçmamıştı. Bey, İbrahim’i öptü, kutladı. Bir kenara çekip: —Bu zafer bizim topraklarımızın tapu senedi oldu oğul. Ancak seni oldukça durgun gördüm. Nedendir bu durgunluk, bu dalgınlık? diye sordu. İbrahim gözlerini ondan kaçırdı. —Yok bir şey beyim! Şehitlerimiz içindir durgunluğum. —Oğlum, vatan toprağı şehit kanıyla sulandıkça aziz olur, değerlenir. Biz şehitlerimizin ve Menderes boyunda kırılan Türkmenlerin öcünü kat kat fazlasıyla aldık. —Haklısınız beyim. Şehitlerin kanı yerde kalmadı. —Öyleyse neden durgun görünürsün? —O Haçlı arabalarının içinde Laodikyalı değirmenci kızını yeniden gördüm. Korkudan kül gibi olmuştu. El atıp arabadan indirmeme az kalmıştı ki araba hareket etti. Çarpışmanın şiddetinden yetişemedim. —Oğul, oğul beni iyi dinle. Sevda yüreğe çöreklendikçe insan başka bir işe el atamaz olur. Unutma ki en büyük sevda vatan sevdasıdır. Şu değirmenci kızını unut artık. O kız Menderes’te boğuldu diyen sen değil misin? —Ama gözlerimle gördüm bey babam. —Yürekteki sevgi gündüz hayal, gece düştür oğul. Obamızda sülün gibi kızlarımız var oğul. Neyse şimdi biz işimize bakalım. Bu Haçlı kalıntıları Kızılçukur’da kamp kurmuşlar. Ne yapalım dersin oğul? —Beyim, bilirim ki birçoğunu kırdık. Ama haçlılar hâlâ bizden kat kat fazladır. Öncü kuvvetleri on binleri aşan şövalyelerdir. Yorgun olmayan dinç savaşçılardır. —Peki, ne yapalım dersin? —Sultan Kılıçaslan ne yaptıysa onu yapalım. Onları gözden uzak tutmadan izleyelim. Uzaktan ok atışlarıyla yıpratalım. Otlaksız, yiyeceksiz, susuz bırakalım. Kazıkbeli gibi bir yerde yeniden kıstırmaya çalışalım. —Haklısın oğul, orduyu derleyelim toplayalım, yarın şafakla birlikte izleyelim Frenkleri. O gece orduyu dinlendirdiler, silahlarını yenilediler, atları beslediler. Tutsakların karınlarının doyurulmasına, yaraların sarılmasına çalıştılar. Kendilerine işkence yapılacağını, çiğ çiğ yenileceğini düşünerek titreşen tutsaklar şaşkın şaşkın etraflarına bakınıyorlardı. Önlerine yemek konulmasına, su verilmesine ve yaralarının sarılmasına bir anlam veremediler. Açlık ve susuzluktan bitkindiler. Korka korka yemeklerini yediler, sularını içtiler. Bu yapılanlar karşısında Menderes boyunda kendi yaptıkları akıllarına geldikçe utançtan yerin dibine geçer gibi küçüldüler, ezildiler. “Bu bize Tanrı’nın bir cezası!” diye fısıldaştılar. Kısa sürede Müslüman olup, Türkleştiler. Türkmenler ertesi gün alaca şafakta yola çıkan Haçlıları izlemeye koyuldular. Ucarı bataklığında, Aligöz Çayı’nda birkaç kez saldırıp, geri çekildiler. Haçlılar açlıktan atları kesip yiyor, buldukları bataklık sularından içiyorlardı. Bata çıka Karaağaç Ovası’nı bir an önce geçip gitmek için çabalıyorlardı. Fazla dağılmadan, konvoyun her iki yakasında şövalyeler olacak şekilde ilerliyorlardı. İbrahim ve ordusu hemen Bedirbey’deki beş kemerli taş köprüyü tutmak için Erenler Tepe’sine tırmandı. Bu arada Haçlılar Çallıca Tepesi’ni aşmış köprüye dayanmıştı. Şövalyeler hacı konvoyunun her iki yakasında gözlerini dört açarak ilerliyorlardı. At arabaları, yükleri azalmıştı. Bir gün önceki gurur ve kibirlerinden eser kalmamıştı. Hepsi korku içinde süt dökmüş kedi gibi sessizce yürüyorlardı. Bedribey Köprüsü Çallıca Tepesi ile Erenler tepesi arasında Dalaman Çayı’nın daraldığı bir boğazdaydı. Çay buradan “yay” çizerek güneye döner, Akdeniz’e yönelirdi. Kışın boz bulanık, coşkulu akardı. Yerinde duramaz, yatağından taşar, coşardı. Köprünün önündeki Bostanköy Ovası, İşgen Pazarı çayırlıkları göle dönüşürdü. Önüne kattığı her dalı budağı, bağı, bahçeyi, köprüyü, bendi söküp atar Akdeniz’e doğru sürüklerdi. Kış bastırıp, yağışların coşması, Karaağaç Ovası dağ taş karla büründüğü aylarda Dalaman Çayı’ndan öyle istenilen yerden geçilemezdi. Irmak büyük bir uğultuyla şişer, taşardı. Sular bazı yerlerde hızlanır, dik yarlara, koca söğütlere çarpınca durur, döner, yavaşlardı. Burkula burkula döndüğü yerler çok derin olurdu. Sular burada getirdiği dalı, budağı, çörü çöpü evire çevire yutardı. Kış bitince yeşilin bin bir çeşit tonundaki kavak, söğüt, iğde, ılgın, ceviz, palamut ağaçları ile yemyeşil olurdu. Sazanlar, alabalıklar, yayınlar, yılan balıkları kıpır kıpır gezinirdi. Çay durgunlaşır, uysallaşırdı. Balkanlık kıyılarında binlerce canlıyı barındırırdı. İzmir’den çıkan “Uluyol” buradaki beş kemerli taş köprüden geçerdi. Bu köprünün taşları birçok acıya, sevince katlanmış yaşlıların yüzü gibi kırış kırıştı. Yıllardır azgın suların bağrını dövdüğü bu köprünün hemen sağında, yamaçları palamut, meşe ağaçlarıyla süslü bir tepe yükselirdi. Bu tepeden bakınca çay ve köprü ayna gibi görünürdü. Köprüden geçince yol Dedesil Ovası’ndan Kibyrya’ya, Antalya’ya doğru uzanır giderdi. İbrahim ve çerileri Haçlılar köprüye ayak basmadan ok yağmuruna başladılar. Bu saldırıyı bekleyen şövalyeler kalkanları ile binlerce şemsiyeler oluşturarak hacıları korumaya çalıştılar. Tepedeki Türkleri görmüşlerdi. Türklerin bulunduğu tepeye atla tırmanmak çok zordu. Böyle bir delilik onların sonu olurdu. Bu nedenle kafileden kopmayı hiç düşünmediler. Türklerin kendilerinden çok az olduklarını artık anlamışlardı. Bu onlara yeni bir güven kazandırmıştı. Türklerin üzerlerine gelmesini beklediler. Ok yağmurundan birçok atları telef oldu, şövalyeler vuruldu ama Kral Luvi’nin emriyle paniğe kapılmamaya çalıştılar. Türkmenler büyük bir öfke ile Haçlılar’a ok yağdırırken, başlarındaki kurt postlu börklerini yere çalıyorlardı. Onlara “Bu topraklardan bizi kimse atamaz! Biz bu uğurda ölmeye hazırız. Buraları sizlere mezar olacaktır!” der gibi haykırıyorlardı. Haçlılar onların öfkeden saçlarını yolup attıklarını sanıyorlar, onların bu davranışlarına bir anlam veremiyorlardı. Köprüye girince hacılar iyice sıkıştı. Birbirlerini itmeye sıkıştırmaya başladı. Bu kargaşada bazıları köprüden aşağı düşmeye başladı. Düşenler atıyla, arabasıyla, mızrağıyla boz bulanık sulara kapılıp gidiyordu. Bağrışmalar, feryatlar, suların azgın sesine karışıyor, Erenler Tepesi bu seslerle yankılanıyordu. Bir yandan da üzerlerine yağan ok yağmurundan korunmaya çalışıyorlardı. Güzel Mirey tüm başlarına gelenin Tanrı’nın bir gazabı olarak düşünüyordu. Aylar boyunca süren yolculukta yakılan köylerin, yağma edilen yerlerin, acımasızca boğazlanan insanların ahı tuttu diye düşünüyordu. Ok yağmurunun başlamasıyla bulunduğu arabayı çeken atlardan biri vuruldu. Tökezledi ve çaya doğru düştü. Kişneyen, azgınlaşan diğer at da onun peşinden köprüden aşağı kendini attı. Ardından at arabası büyük bir gürültüyle azgın sulara kapıldı. Sürüklenmeye başladı. Tepede bu durumu gören İbrahim’in aklı başından çıktı. Bu arabayı Menderes kıyısında, Kazıkbeli’nde de görmüştü. İçinde Laodikya Güzeli Akasya’sı, sevdiği genç kız vardı. Şimdi o yeşil gözlüsü sularda sürükleniyor, eliyle “Kurtar Beni İbrahim!” der gibi işaret ediyor, çığlık atıyordu. Birden tepeden aşağı var gücüyle koşmaya başladı. Avşar Beyi onun ne yapmak istediğini anlayıp avazını çıktığı kadarvar bağırdı: —İbrahiiim! İbrahiiim! Oğlum sen ne yapıyorsun? Dön geri! Dööön! İbrahim dakikalar içinde ırmak kıyısına vardı. Ne kendini çağıranları, ne haykıran Avşar Beyi’ni, ne de suların coşkun sesini duyuyordu! Elindeki kılıcını, okunu ve sırtındaki sadağını fırlattığı gibi azgın sulara atladı. Sırtındaki savaş urbalarıyla güçlükle yüzüyordu. Güçbelâ at arabasına yetişti. Suyla dolmakta olan arabada Mirey’i yakaladı. Mirey de can havliyle onun boynuna sarıldı. En sonunda kurtarıcısına kavuşmuş gibi bir güven geldi içine. Hiçbir şey söylemeden birbirlerine sarıldılar. Bu arada göz açıp kapanana kadar kısa bir sürede at arabası alabora oldu ve boz bulanık sulara gömüldü. Arabadan çıkmayı başaran İbrahim ve Mirey birbirine sarılmış, bir batıp, bir çıkıyorlardı. O anda İşgen Pazarı tarafından hışımla dev bir kartal kulakları yırtan bir sesle çay boyunca süzüldü. Dev kartal çay boyunca İbrahim ve Mirey’i izliyordu. Haçlılar, gözlerini bu dev kartala dikmişti. Türkmenler dövünerek, çırpınarak çay boyuna inmeye başladı. Tepedeki Türkmenler ve Avşar Beyi derin bir üzüntüyle kıyıya ulaştılar. Tüm çeriler çatışmayı unutmuş, kıyılara üşüşmüştü. Bu boşluktan yararlanan Haçlılar köprüyü geçip Uluyol’da ilerlemeye koyuldular. Türkmenler kıyı boyunca koşuşturarak yar diplerinde, koca söğütlerin altlarında, ılgınlıklarda, milliklerde İbrahim’i ve Mirey’i aradılar. —İbrahiiim! İbrahiiim! diye diye, ağlaşa sızlaşa ırmak kıyısı boyunca delicesine koşuştular. İbrahim’in ve Mirey boz bulanık sularda yitmişti. Dev kartal da acı acı ciyaklayarak çay boyunca bir alçalıyor, bir yükseliyordu. Uzun süre çay boyunda uçtuktan sonra Gireniz Vadisi’ne dalıp gözden kayboldu. Avşar Beyi günlerce Gireniz Vadisi derinliklerine kadar tüm kıyıları taradı. Boğulan Haçlıların ölülerini, atları ve arabaları kıyılarda buldular. Ama İbrahim’den hiçbir iz yoktu. Günler, haftalar sonra elleri bomboş obaya döndüler. Arkalarından çayın kuşları “İbrahim” diye cıvıldaştı, ağlaştı. Sular İbrahim diye çağladı, köpürdü. Koca söğütler, kavaklar, palamutlar dallarını suya sarkıtıp İbrahim’i arar gibi suları yaladı. Yüzyıllarca Dalaman Çayı’nın suları Güzel Mirey’in gözlerinin renginde dupduru, yemyeşil aktı. O günden sonra Kazıkbeli’nin dev kartalı bir daha görülmedi. Bu acı olayı duyan Beyce Sultan’ın ağıdı yürekleri dağladı. Bu ağıt yüzyıllar boyunca Dalaman Çayı kıyısında söylendi, yürekleri kabarttı, gözleri yaşarttı... “Koç yiğidim gitti geri gelmedi, Kara gözlüm sevdiğimi bilmedi. Ooof!.. Durul da çaylar ben yârimi göreyim, Ak eline mor sümbüller vereyim! A beyler!.. Ooof!... *** Kara kartal uçar gider başında, İbrahim gider bir el kızı peşinde. Ooof!... Durul da çaylar ben yârimi göreyim, Ak eline mor sümbüller vereyim! A beyler!.. Sevdiğim Ooof!
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.