II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
Bu Roman Nasıl Doğdu? Fransa’dan Kudüs’e *** Fransa’da gurbetçi çocuklarının öğretmeni olduğum yıllardaydı. Kurs-lara giderek, geceli gündüzlü çalışarak kısa sürede Fransızcayı öğrenmiş-tim. Dil öğrenmemde okulumdaki öğretmenlerin katkısı büyüktü. Okuldaki tek yabancı öğretmen bendim. Her teneffüste biz öğretmenler çocuklarla bahçeye çıkardık. Büyük bir iştahla anlamadığım, bilmediğim her şeyi öğretmen arkadaşlarıma sorup öğreniyordum. Dil öğrenmemle yeni bir dünya keşfetmiş gibi oldum. Artık Fransızca kitap, gazete okuyabiliyor, televizyon izleyebiliyordum. Zamanla emniyette, valilikte, hastanede, baroda, mahkemede birinci kuşak gurbetçiler için tercümanlık yapmaya başlamıştım. Küçük bir kent olan yaşadığımız yerde okul dışı etkinliklere katılmam Türkler arasında saygınlığımı artırdığı gibi Fransızlar tarafından da tanınmama neden olmuştu. Fransızlar beni görünce, “İşte Türklerin öğretmeni!” diye gösteriyor ve selamlıyorlardı. Bir gün okul müdürü: —Bay Veli, -Onlar soyadımı tam telâffuz edemedikleri için adımla hitap etmeye alışmışlardı.- geçenlerde kutladığınız 23 Nisan Çocuk Bayramı kentte büyük yankı uyandırdı. Herkes hayranlıkla sizi ve öğrencilerinizi izledi. Binlerce Türk coşkuyla toplandı. Bu bayramla sizlerin yurt ve millet sevginize, zengin kültürünüze hayran kaldık. Bayramda söz alan Belediye Başkanımızın dediği gibi, ‘Bizim kültürümüze, okulumuza renk kattınız. Atatürk’ün ne kadar büyük bir önder olduğunu daha iyi anladık.’ Sizi candan kutlarım, dedi. Ben kendilerine teşekkür ettim. Öğretmenlerden biri: —Sizi bir Fransız aile ile tanıştırmak istiyorum. Sizden Türkçe öğrenmek istiyorlar. Yardım edebilir misiniz? diye sordu. —Elbette, yardım ederim. Benim görevim Türkçe öğretmek. —Okul çıkışı birlikte gidelim. Anlaştık. Evden eşimi de alarak kentin kenar mahallesinde bir evin önünde durduk. Ev çizgi filmlerdeki gibi yeşillikler içinde küçücük, şirin, tek katlı bir evdi. Bahçesinden çiçeklerin baygın kokusu geliyordu. Genç bir çift bizi kapıda karşıladı. Bahçenin bir köşesinde bizim için hazırlandığı belli olan bir masaya geçtik. Beni 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda gördüklerini ve rengârenk giyinmiş, kuşanmış öğrencilerimi hayranlıkla izlediklerini söylediler. Adam: —Adım Patrick (Patrik). Bu da eşim Benedite (Benedit). Ben tıp dok-toruyum ve eşim de hemşiredir. Beş yaşında bir oğlumuz ve üç yaşında bir kızımız var, dedi. Yanımıza gelen düz sarı saçlı oğlan çocuğunu ve buğday tenli, kumral kızı gösterdi. Gözleri ışıl ışıl parlayan iki sevimli yavruydu çocukları. —Biz bu yıl hac görevi için Kudüs’e gitmeyi planladık. Ancak bu yol-culuk farklı bir yolculuk olacak. At arabamızla Fransa’dan çıkacağız. İtalya, Yugoslavya -o yıllar Yugoslavya parçalanmamıştı- Yunanistan, Türkiye, Suriye ve Lübnan yolunu izleyerek Filistin’e varacağız. Kudüs’te hacı olmayı düşünüyoruz. Biz bir anda şaşırmıştık. Bizim otomobille günlerce gittiğimiz ve yor-gunluktan hoşaf gibi olduğumuz bir yolu bir at arabasıyla, hem de iki küçük çocukla gitmek! Yollarda onca tehlike varken! —Bu zorlu bir yolculuk olacak sanırım. Anladığım kadarıyla Orta-çağ’daki Haçlı Seferlerine benzeyecek, dedim. —Evet, biz de onların izlediği yolu izleyeceğiz. Ancak o çağlardaki gibi zor olmayacak, çünkü bu bir savaş değil, barış yolculuğu olacak. —Peki, çocuklar çok küçük, dayanırlar mı böyle bir yolculuğa? —Her türlü önlemi aldık. Daha önce böyle yolculuklar yaptılar. Alış-kındır onlar. —Ya at arabası? Bizi bahçenin bir köşesine götürdüler. Orada üstü ve yanları yağmur geçirmez şekilde yalıtkan bir madde ile örtülü, göçebe arabasına benzer, minik iki penceresi olan bir at arabası duruyordu. Tekerlekleri yumuşak lastikle çevriliydi. Yayları çok hassas ve esnekti. Mükemmel tasarlanmış, cicili bicili boyanmış bir at arabasıydı. Kasası Fransız bayrağı renginde boyanmış, ortasına bir haç işlenmişti. İçine aydınlatmadan tutun da yatak yorgana, buzdolabına, sağlık araç ve gereçlerine kadar günlük yaşamda kullanılacak her türlü aygıt yerleştirilmişti. Sonra bizi atın bulunduğu tavlaya -atın beslendiği ahıra- götürdüler. Bir insan boyu yüksekliğinde, yeleleri boynundan aşağı sarkan, bacakları bel kadar kalın, devasa bir kır at yem yiyordu. Kocaman kafalı, iri gözlü; sırtı bir döşek gibi dümdüz ve geniş bir attı. Biz hayran hayran ata ve ara-baya bakıyorduk. —Bu atla biz üç kez Fransa turu yaptık. Gayet dayanıklı bir attır. Ona güvenimiz sonsuzdur, dediler. Tekrar masaya döndük. Bu arada eşim bana Türkçe “Karısı da pek güzelmiş. Yollarda bir kötülük yapmasınlar!” diye fısıldadı. —Peki, bizden ne gibi yardım bekliyorsunuz? dedim. —Bizim sizden ricamız yolda gerekecek Türkçe sözcükleri bize öğret-meniz ve yazmanız olacaktır. Biz bu Fransız çiftinin yolculukları sırasında başlarına bir şeyler gelmesinden korkuyorduk. Onlara ekmek, su, arpa, saman, ilaç gibi gerekecek sözcükleri yazdım. Okunuşunu açıkladım. Bu ziyaret birkaç gün sürdü. Güzel Türkçemizde her harfin her yerde aynı okunması karşısında şaşırdılar. “Sizin dilinizle okuma yazmayı öğrenmek çok kolaymış, bizimkisi bir yabancı için zor,” diye gülümsediler. En sonunda kendilerine Türkiye’de yetkililere verilmek üzere bir dilekçe yazdım. Dilekçede kimliklerini açıkladıktan sonra, niçin bu yolculuğu çıktıklarını ve güvenliklerinin sağlanmasını belirttim. “Bunu polise, jandarmaya gösterin,” diye öğütledim. Bu aile iki hafta sonra yola çıktı. “Konaklayacağınız yerler ıssız yerler olmasın. Karakollara, akaryakıt istasyonlarına yakın yerlerde durun. Bu-rada olduğu gibi her ülkede hırsızlık olur. Dikkatli olun!” dedik. Onlar da, “Biz bunun gibi tehlikeleri göze aldık. Gittiğimiz her yerlerden size kart atarız,” dediler ve arkadaşları, yakınları ile birlikte uğurladık. İlk kartları Çanakkale’den geldi. Yugoslavya’da zorluk çektiklerini, çok pahalıya yiyecek, içecek, yem ve saman bulduklarını yazmışlardı. So-yulmamak için hep uyanık kalmak zorunda olduklarını belirtmişlerdi. Türkiye’ye girer girmez polis otolarının onların yol güzergâhında eşlik et-tiklerini ve yolculuklarının güvenle geçmekte olduğunu yazmışlardı. İkinci kartlarını İzmir’den atmışlardı. İzmir’in çok şirin bir kent olduğunu belirtmişlerdi. Yoğun trafikten polis eşliğinde çıktıklarını ve Türk insanına, konukseverliğine hayran olduklarını vurgulamışlardı. Son kart Adana’dan geldi. Aynen şöyleydi: “Günaydın, Merhaba, Sonunda adres defterimiz dopdolu, yığınla arkadaş edinerek, gözleri-mizde muhteşem manzaralarla Türkiye yolculuğumuzun sonuna geldik. (Bilhassa Nazilli, Karacasu, Tavas, Acıpayam, Çavdır, Tefenni, Korkuteli ve Antalya arasındaki yolculuk büyüleyiciydi.) Sizin bize önceden verdiğiniz Türkiye imajı (bilgisinden) dolayı, hiç yanılmadık. Türklerin büyük bir millet olduğunu gördük. Bunların hepsini dönüşümüzde tüm renkleriyle size anlatacağız. Bize verdiğiniz bilgiler ve yol haritası için çok teşekkür ederiz. Bize öğrettiğiniz dil çok yerinde ve yararlı oldu. Dostlukla ve selamlarımızla. Hacı ailesi Patrick/ Benedite ve Jean /Vivlaine.” O günlerde Türk gazeteleri bu ilginç yolculuğu yazıyor, biz de merakla okuyorduk. Dostlarımız altı ay sonra denizyoluyla Marsilya’ya dönmüşlerdi. Ora-dan at arabalarıyla yaşadığımız kente geldiler. Bizi evlerine davet ettiler. Sayfalarca yazılmış anı defterlerinden ilginç yerleri okudular. Fotoğraflar gösterdiler. Kazıkbeli Savaşı hakkında benim bilmediğim bilgileri açıkladılar. “Geçtiğimiz yerlerde Türk köylüsünün konukseverliğine parmak ısırdık. Her köy kendi köylerinde konaklamamızı istiyordu. Ekmek, su, saman, yem parası almıyorlardı. Kumavşarı Köyü’nde köylüler bize adeta ziyafet çekti, düğüne katıldık. Aziz Dostum, Biz Avrupalılar sizi tanıyamamışız. Türkiye’den geçtiğimiz süre boyunca öyle güzel anılar edindik ki anlatmakla bitmez. Adana’daki konsolosumuz Suriye ve Lübnan yolunun güvenli olmadı-ğını söyledi. Biz de Mersin’den gemi ile yolculuğumuzu sürdürdük. Artık bizim yüreğimizde Türkler dostumuz oldu. Bu hac yolculuğunda Türk Milletinin ne kadar soylu, ne kadar cömert bir millet olduğunu gördük. Mille-tinizle ne kadar övünseniz azdır.” diye tamamladılar sözlerini. İşte o gün bende şafak attı. Kendi doğup büyüdüğüm toprakların ta-rihini yazacaktım. “Selçuklu Kartalı ve Frenk Gülü” zihnimde o günlerde çimlenmişti… Denizli’de Kazıkbeli Savaşı Anma Etkinliklerinde o coğrafyayı gezip gördüm. Dağın, taşın, çörün çöpün dili olsa da “Burada nice canların verildiğini, yürekleri bardak gibi olan yiğitlerin nasıl bir destan yazdıklarını bize anlatsalar,” diye düşündüm. Bu konuda yazılmış yerli ve yabancı kaynakları ulaşabildiğim kadarıyla inceledim. Aynı toprakların bir çocuğu olmanın coşkusuyla bu eser doğdu. Fransız devrimin fikir babalarında Robespiyer’in “Türklerin şanlı bir tarihi vardır. Ancak yazarları yoktur,” sözünün yazılı belgeler ararken ne kadar acı bir gerçek olduğunu bir kez daha gördüm. Yüzyıllar sonra olsa bile Robespiyer’e roman tadında yanıt verebilmiş olmayı çok isterdim. Eserde geçen yer adlarını okuyucunun daha iyi anlayabilmesi için bugünkü adlarıyla ve yabancı dildeki adlar da okunuş biçimiyle belirtilmiş-tir. Doğup büyüdüğüm toprakların tarihine, kültürüne katkıda bulunması dileklerimle…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.