Mansur bin Hüseyin, bilinen adıyla Hallac-ı Mansur... O, asırlar boyunca, tasavvuf yolcularının bir ucu keskin kılıç, diğer ucu ise sonsuz bir aşk denizi olan menkıbesi olagelmiştir. O, zühd ve riyaze...
Mansur’un yakılıp küllerinin Dicle’ye savrulmasının üzerinden asırlar geçmişti. Bedenini yok etmeye çalışanlar, sadece onun efsanesini ölümsüzleştirdiklerini asla bilemeyeceklerdi. Halacı Mansur, artık Bağdat'ta fısıldanan bir isim değil, tüm İslam coğrafyasında Aşkın Ustası olarak kabul edilen bir meşaleydi. Yazdığı şiirler ve risaleler, özellikle Kitâbü't-Tavâsîn (Sırlar Kitabı), gizli kütüphanelerde saklanıyor, el yazması kopyaları büyük bir ihtimamla çoğaltılıyordu. O, sadece Müslümanlar için değil, Hakikat arayışında olan tüm dinlerden insanlar için bir köprü olmuştu. Zira Mansur, tüm dinlerin altında yatan tek bir ilahi aşk olduğunu iddia etmişti. Onun kerameti, artık çakıl taşlarını altına çevirmek ya da zindanın duvarlarını yok etmek değildi; asıl kerameti, zamanın ve ölümün kendisini yok edememesiydi. Fatiha’nın Sonsuzluğu Romanın son sahnesi, Halep’teki tozlu, sessiz bir kütüphanede geçer. Genç bir âlim olan İbn-i Haris, Mansur’un Fatiha Sûresi üzerine yazdığı ve yasaklı olduğu için gizlenen o beş ciltlik eserin izini sürmüştür. Nihayet, yaşlı bir kitapçı, emaneti ona teslim eder. İbn-i Haris, büyük bir huşu ve korkuyla, kalın ciltlerden ilkini, Mansur’un Nurla Yazılmış denen eserini açar. Kitabın cildi açılır açılmaz, odanın içindeki loş hava bir anlığına parlar. Sanki Mansur'un ruhu, her sayfaya sinmiştir. Genç âlim, Mansur'un el yazısıyla yazılmış o meşhur cümlenin üzerine parmağını koyar. Bu, Mansur’un hayatının özeti, kerameti ve son vasiyetidir: "Beş cildi tamamladım, ama henüz bitmedi." İbn-i Haris, bu sonsuzluk ilanı karşısında kalır. Mansur, bir Fatiha ayetinin bile bir ömre sığmayacak kadar sır taşıdığını, ilahi bilginin bir sonu olmadığını göstermiştir. O, sadece bir kitap yazmamış; okuyucusuna, hakikatin her an yeniden keşfedilmesi gereken bir yolculuk olduğunu öğretmiştir. Sonsöz: Aşkın Sırrı Mansur'un hikayesi, bir yenilgi hikayesi değildir. Onun hayatı, ruhun maddeye, hakikatin otoriteye karşı kazandığı ebedi bir zaferdir. Onun yakılan bedeni, tohum olup Dicle’nin sularından yükselmiş; yasaklanan sözü, mühür olup gönüllere kazınmıştır. Roman, genç âlimin, kitabın son sayfasını yavaşça çevirmesiyle biter. Orada, Mansur'un son sözleri, bir veda değil, bir davet olarak yazılmıştır: "Beni arayan, beni sadece suyun ve ateşin içinde bulacaktır. Beni arayan, her an kalbindeki aşkın sesinde duyacaktır. Zira ben, ne Bağdat’ın meydanındayım ne de nehrin dibinde. Ben, O’ndayım ve sizdeki O’nda..." İbn-i Haris, kitabı kapatır. Artık Mansur'un kerametlerini anlamıştır. Hakiki keramet, çakıl taşını altın yapmak değil, kalbi Hakikat Altınına çevirmektir.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.