Benim adım Burak. Bu hikâyede çoğu şeyi siz gözyaşlarından dinlediniz; onların küçük, saydam bedenlerinde taşıdıkları kederi, insanın yüreğinden kopan bir damlanın bile nasıl kendi başına bir varlık kadar güçlü olabileceğini biliyorsunuz artık. Ama benim hakkımda çok az şey biliyorsunuz. Çünkü ben bugüne dek hiç konuşmadım. Konuşmadım, çünkü hangi kelime, kendi ölümünü görmüş bir adamın nefessizliğini tam olarak taşıyabilir ki? O geceden önce hayatımın sıradan olduğuna inanırdım. Sıradan derken… Evet, hepimiz gibi; sabah uyanıp işe gidişimi, eve dönüp yalnızca ayaklarımı uzatıp sessizliğin içinde kayboluşumu, hiçbir şey yapmamış olmanın verdiği tuhaf yorgunluğu, yıllarca tekrarlanan ama hiçbir yere varmayan bir ritmi kastediyorum. Kimseye bir şey borçlu olmadığımı düşünürdüm, kimsenin de bana borcu yokmuş gibi gelirdi. Hayat akıyordu ama ben akmıyordum; zaman ilerliyordu ama ben ilerlemez olmuştum. Belki de bu yüzden, içimde birikmiş hiçbir duyguyu tam anlamıyla yaşamıyor, tam anlamıyla kabullenmiyor, tam anlamıyla taşıyamıyordum. Şimdi dönüp baktığımda anlıyorum: İnsan duygularını ihmal etmeye başladığı anda hayatından eksilmeye başlıyor. Bir şey eksiliyor fakat hangi şey olduğunu zaman hemen söylemiyor; o boşluğu fark etmek için ya çok büyük bir acı gerekiyor ya da büyük bir kayıp. Benim payıma düşen, ikisinin birleştiği bir andı. O geceyi… O gecenin nefesimi paramparça eden karanlığını uzun cümlelerle de anlatsam, susarak da anlatsam aynı yere varırız: Ben o gece kendi ölümümü izledim. Hastane odasının duvarlarına vuran o soğuk monitör sesi hâlâ kulağımın içinde. Bip… Bip… Bip… Her bir ses, hayatımdan bir saniyenin daha kopup gittiğini söylüyordu sanki. O odada bir yabancı gibi duran, soluk alınca omuzları zar zor yükselen beden bana ait değildi artık; daha doğrusu ait olmak istemediğim bir hâlde, zamanın en zayıf noktasına sıkışmış şekilde yatıyordu. İçimde bir yer buz tutarken dışımda nefesim daralıyordu; insan kendi ölümünü gördüğünde dramatik bir çığlık atacağını sanır, ama öyle olmuyor. Gerçek ölüm sessizdir. En çok da insanın içindeki sesleri susturur. O anda, sedyedeki gözün kenarında bir damla oluştu. Gözyaşım. Sıradan bir gözyaşı değildi. Benim gelecekte yaşayacağım ama o an rüyanın içine girip beni boğan ölümün içinden kopup gelmiş bir damla. O damlanın oluştuğunu gördüm. Bir damlanın doğuşuna tanık olmak ne demek biliyor musunuz? Bir duygunun, bir pişmanlığın, bir kabullenemeyişin, bir ölümün ve bir bitişin sıvı hâlde vücut bulması demekti. O damla aktı… Zamanın kendisi yarılıp gerçeklik kırıldığı o anda ben o anda uyandım. Uyandığımda boğazım acıyordu. Sanki içeriden bir şey beni tırmalamış, içime hapsolmuş bütün çığlıklar aynı anda yüzeye çıkmak istemiş gibiydi. Gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey, yanağımdan aşağı süzülen sıcaklıktı. Elimi götürdüm; ıslaktı. O an, uyanmanın yarattığı şaşkınlıkla birlikte içimde tarifsiz bir ağırlık çöktü. Bu bir rüya olamazdı. Rüya olsa, damla bu kadar sıcak olmazdı. Rüya olsa, içimdeki bu kesik nefes böyle delici olmazdı. Rüya olsa, ben o sedyede gördüğüm yüzün benim yüzüm olduğunu bu kadar kesin bilmezdim. İşte benim hayatım o gece kırıldı. O kırılmanın sesiydi yanağıma düşen gözyaşı tarifi. İnsan hayatını özetle deseniz, kimse bir gözyaşından bahsetmez; ama o gece anladım ki, bütün bir hayatın en gerçek hâli bazen tek bir damlaya sığabilir. O damla, benim geleceğimin bir işaretiydi. Bir uyarıydı. Belki bir ceza ya da belki de ikinci bir şans. O gece, kendi ölümümün bana bıraktığı o damlayı bir kavanoza koydum ve onu asla kaybetmek istemedim. Onu kaybetmek, yaşadığım o gecenin anlamını kaybetmek demekti; ama en önemlisi, kendi duygularımı bir kez daha yok saymam demekti. O andan sonra anladım: İnsan duygusunu tutmaya ihtiyaç duyar. Her gözyaşı kaydedilmeyi hak eder. Düşünüyorum da her gözyaşı, bir insanın içinden koparak gelir; bu yüzden de kıymetlidir. İşte bu yüzden biriktirmeye başladım. Bu yüzden her damla benim için bir hikâye oldu. Kimse anlamasa da kimse inanmasa da… Ben o gece kendi duygularımın değerini öğrendim. O damla o ilk, o sıcak, geleceğimden gelen damla; bugün hâlâ bu odadaki en ağır şeydir. Benim adım Burak. Bu koleksiyon, sandığınız gibi gözyaşlarından mürekkep değil, bu gözyaşı ölümden geri alınmış bir hayattan yapılmıştır.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.