Hayatından bezmiş evli bir imam ve eşinin çocuğu olmamaktadır. Bu durum imamı çok sinirlendirmektedir. Bir gün eşi amcasının hastalığı üzerine köyüne gider. O akşamimamın evine garip bir adam gelir. o...
Uykuya dalmadan önce: ‘’Umarım günaha girmemişimdir. ‘’ diye düşündü genç imam. O gece Avcı uzun zamandır hiç görmediği babasını gördü rüyasında. Babasını kaybettiğinde küçük bir çocuktu. Babası, ağlamaklı mavi gözleriyle uzun uzun bakıp konuşmadan ellerini tuttu. ‘’O taraf nasıl bir yer baba? ‘’ diye sordu. ‘’Ölürken acı çektin mi? Nasıl bir hayat var orada? ‘’ Babası hüzünlü gözleriyle baktı. ‘’Ben çok iyiyim oğul. ‘’ dedi. ‘’Peki neden ağlıyorsun? ‘’ ‘’Sana ağlıyorum oğlum. Burayı cennet de yapan sensin cehennem de… Yolunu çevir oğlum! Annenle beni düşünme. ‘’ dedi. ‘’Annem ölmedi ki? ‘’ dedi Avcı. O sırada bir gürültü koptu. Kıyamet borusu muydu o? Bir korku sardı yüreğini; ya zamanı kalmadıysa ne yapacaktı? Yavaş yavaş uyanırken, kıyamet borusu zannettiği şeyin emektar saati olduğunu fark etti. ‘’Lanet olsun sana! ‘’ diye bağırarak gözü kapalı uzandı ama eli boşluğa geldi. Gözünü açınca kanepede olduğunu gördü ve hatırladı. Utançla yatağına baktı ama kimse yoktu. Yatak düzeltilmiş, pijaması üstüne katlanmış konmuştu. Misafirinin bu kadar erken, haber vermeden gitmesine şaşırdı. Belki de tuvalettedir diye gidip baktı ama adam orada da değildi. Abdestini alıp giyindi. Canı sobayı yakmak istemiyordu. Gelince yakarım diye düşündü. Yıldız’ın ördüğü sütlü kahverengi kaşkolu yarısı ağzını kapatacak şekilde boynuna doladı. Yolu kısa da olsa sabah ayazı kötü oluyordu. Camiye giderken hep adamı ve söylediklerini düşündü. Ona duyduğu garip sempati için kendisine kızıyor ama buna engel olamıyordu. ‘’Dolfen mi, Dolfin mi acayip bir takma adı var üstelik. ‘’ dedi kendi kendine. Sonrasında kendi sesinden ürktü. Karanlıkta arkasına bakıp ürperdi. Adam oradan bir yerden çıkıverseydi, söylediği için nasıl da mahcup olurdu! Camiye girerken Yıldız’ı düşündü. Amcası ölmüş müydü acaba? Hiç aramamıştı Yıldız’ı. O da kendisini aramamıştı. İzin alıp gitsem mi diye düşündü bir an, sonra silkelendi. Ölmediyse, orada günlerce bekleyemezdi. ‘’Nereden çıktı bu şimdi? ‘’ diye dişlerini sıktı. Güzel güzel yaşayıp giderken, rutinini bozan şeylerden hiç hoşlanmazdı. Eve dönerken yine aklından aynı şeyler geçiyordu. Tam anahtarı kilide soktuğu anda aniden kendine sordu: ‘’Güzel güzel mi yaşıyorduk gerçekten? Çocuğumuz olmuyor diye sinirlenip Yıldız’a her fırsatta hakaret ediyorum. Haklıyım bunda ama haklı da olsam, geriliyoruz doğal olarak. ‘’ İçeri girdi ve sanki karşısında birisi varmış gibi omuzlarını silkti. ‘’Bir eş olarak görevlerini yapsaydı o da! ‘’ dedi yüksek sesle. Bu saatte canı kahvaltı yapmayı istemiyordu. Üstünü çıkartıp pijamalarını giyip yattı. Dindar olmasına dindardı ama bazen hep aynı saatte aynı şeyleri yapmaktan beziyordu. Bazen şikayet edip sızlandığı zamanlarda; bu dindarlık da zor iş diye düşünüyordu. Her an, her saniye saygılı olmak, şükretmek, şikayet etmemek gerekiyordu. İçinden gelmeyince de, tam zamanlı bir mesai gibi zor görünen bu kisveye bürünemiyordu. Üstüne üstlük imamdı. ‘’Hayatın amacı bu mu? ‘’ diye sorguladığı da olmuyor değildi. Uykuya dalarken aklına geceki adam geldi. Boşatmaya geldiği insanların yanına gitmişti besbelli. Öyleyse neden direkt oraya gitmemişti? Belki de uzun bir yolun ortasında mola vermişti. Acelesi var gibi görünmüyordu. ‘’Dünya garip bir yer. ‘’ diye düşündü en son Avcı. Aradan tam bir hafta geçmişti. Bir gün eve geldiğinde kapının önünde bir tepside çorba ve tavuk yemeği bulmuştu. Bir diğer gün de, yine küçük bir tencerede güveç bırakılmıştı bahçedeki masanın üzerine. Aynı kadın bırakıyordu belki de. Bir gün börek, diğer gün harika bir ot kavurmasıyla makarna… Hele bir akşamüstü yine kapıya bırakılan balık buğulamayı unutamıyordu. Resmen, eşinin yokluğunda beslenmiş, onun gidişi kendisine hissettirilmemişti. Belki de, Yıldız’ın gittiğini bilen, cemaattekilerden birileri bırakıyordu yemekleri. Mutfakta tabak, çanak birikmişti. Artık Yıldız döndüğünde sahiplerini bulup iade ederdi. O gün Avcı ekmek almak için bakkala gidiyordu. Tam birkaç adım atmıştı ki; karşısına Elif çıktı. Kumral saçlarını tam tepede toplamış kuyruğunu çocuk gibi sağa sola sallayarak ve Avcı’yı çıldırtacak kadar mutlu bir sırıtışla genç adama baktı. Gözleri parlak bir maviydi. ‘’Merhaba Avcı Bey. ‘’ dedi. ‘’Yıldız’dan haber var mı? ‘’ Nasıl bir ruh haliydi bu? Bir insan nasıl böyle mutlu, neşeli, adeta güneş gibi parlardı? Ona şöyle yukarıdan aşağıya kadar iyice bir baktı. Dar bir kot pantolonla yine dar beyaz bir anorak giyiyordu. Gerçekten de ışıldıyordu. Kadın, onun bakışlarını fark ettiğini ifade edercesine kaşını kaldırdı sorar gibi. Avcı onunla konuşmak istemiyordu. ‘’Yok. ‘’ dedi sertçe ve ilerledi. Hangi cüretle öyle bir kadın bir imama yol ortasında öyle lakayt bir tavırla yaklaşıp bir de sırıta sırıta soru sorabiliyordu? Pes denilen durum böyle olsa gerekti. Kaba olduğunun farkındaydı ama buna hakkının olduğuna inanıyor, dahası bu kaba halinden garip bir zevk alıyordu. Cemaatten birileri ikisini yan yana görseler neler düşünürlerdi kim bilir! O bütün hayatını, böylelerine karşı savaşmaya adamamış mıydı? Bakkaldan iki ekmek, bisküvi ve çikolata aldı. Oldum olası tatlıyı çok severdi. Tam eve geri dönecekti ki; aniden geri dönüp dolmuşa bindi. Beş durak sonra indi. Burada büyük bir kadın giyim mağazası vardı. Yıldız’a güzel bir elbise alacaktı. Evlendikten sonra kadına hiçbir şey almamışlardı. Evlenirken aldıklarıyla idare ediyordu. Onlar da çok değildi zaten. Mağazada giysilere bakarken yanına tezgahtar kız yaklaştı. Ona, uzun kollu elbiselere bakmak istediğini söyledi. Kızın gösterdiği dar elbiseleri beğenmedi. Bol bir şeyler aradığını söyledi. Uzun, etekleri bollaşan açık mavi bir elbiseyle pileli siyah etek, pudra gömlek takımın arasında kalmıştı. Hangisini alacağını düşünürken kız: ‘’İkisini de alın, eşiniz sevinir. ‘’ dedi. Kız satış yapmak istiyordu ama söylediği doğruydu. Parası vardı. Ne olurdu ki ikisini de alsaydı? Hem elbiseyi hem de etekle gömleği aldı. Mağazadan çıkıp vitrine baktı. Mankene çok şık siyah kaşe bir manto ve siyah çizme giydirmişlerdi. Gözünün önüne, Yıldız’ın giderken giydiği lastik ayakkabı geldi. Tekrar girip mantoyla çizmeyi de aldı. Paraya kıymıştı ama yokluğunda Yıldız’ın değerini anlamıştı. Dışarıya çıktığında kar hafif hafif yağmaya başlamıştı. Yürüyerek gitmeye karar verdi. Bir durak ileride, vitrininde, çeşit çeşit iç çamaşırlarının olduğu bir dükkan gördü. Kendi kendine tövbe istiğfar çekti dükkana girerken. Sarışın, tombul bir kadın gülerek karşıladı Avcı’yı. Kıpkırmızı olan genç imam, oradan kaçıp gitmemek için kendini zor tuttu. İki alana bir bedava kampanyası vardı. Yıldız’ın bedenini biliyordu. Siyah, beyaz ve kırmızı seksi takımları seçerken utansa da, Yıldız’ın bunları giyeceği anı düşünerek mutlu oldu. Hem kime neydi? Karısına alıyordu. Bazıları gibi nikahsız yattığı kadınlara almıyordu hoş. Böyle düşünerek kendine telkinde bulununca rahatlamıştı. Dükkanın hemen karşısındaki markete girip sıkıntıyla ped bölümüne gitti. O kadar çok çeşit vardı ki, çaresizce bakınırken, genç bir kadının aldığı pedlerden 3 paket alıp çıktı. Üzerinde gece yazıyordu. Ne demekse artık. Burada kendisini tanıyan yoktu. O yüzden bunları alabilmişti. Epey para harcamıştı. Yılların cimrisi Avcı, bir an kendini kötü hissetti ama sonra; Yıldız’a ilk kez bir şeyler aldığını hatırlayarak rahatladı. Bir koca olarak arada sırada bir şeyler alması gerekiyordu. Üstelik de parası vardı. İçinde nedenini bilmediği bir mutluluk vardı. Dönünce Yıldız’a çok iyi davranmayı planlıyordu. Yüzünde, onu çok çekici kılan bir gülümseme vardı ama Avcı bunun farkında değildi. Evin önüne geldiğinde yine Elif’i gördü. Mahallenin ayakkabı tamircisinden çıkıyordu. Elinde bir poşet vardı. Kadın kendisine el sallayınca şaşırdı. Sağına, soluna baktı ama kendisinden başka kimse yoktu. Tepki vermeden eve girdi. ‘’Aşifte bana mı asılıyor acaba? ‘’ diye düşündü. Elindekileri divanın üzerine bırakıp mutfağa geçti. Ekmeği koyarken gözü aynaya ilişti. Yakışıklıydı ama bunun farkında değildi. Simsiyah uzun kirpiklerinin çevrelediği simsiyah gözleri, düzgün burnu ve hafif uzun yüzüyle çok çekici bir adamdı. Eve girerken bahçedeki masanın üzerinde bir tencere görmüştü. Çıkıp onu alırken, kadının gittiğini görüp rahatladı. Karnı çok acıkan Avcı, tencereden yükselen kokuyu müthiş bir zevkle içine çekti. Tencerenin sıcaklığı, içine sarıldığı kalın bezden eline kadar ulaşıyordu. Hemen yanında bir kavanozda cacık vardı. Kim bu kadar düşünceli olabilirdi ki? Yaz aylarında Kuran öğrettiği birkaç çocuk vardı. Muhtemelen onlardan birisinin annesi bırakıyordu yemekleri. Kendine yakışmayacak bir acelecilikle tencereyi açtı. İçinde kıyma, patlıcan, yeşil biberle yapılmış bulgur pilavı vardı. Salça ve domatesle sulu bir kıvamda pişirilmişti. Üzerinde, yeni doğranmış taze fesleğen vardı ve bu kokuyu duyan genç imam, büyük bir açgözlülükle tabağa koymadan kaşığını daldırıp yemeye başladı. Cacığı da kavanozdan başına dikti. Öyle lezzetli bir yemek yemişti ki; mutlulukla yemeği yapan kişiye dua etti. Bu kadar lezzetli bir yemeği yapabilen bir kadın, mutlaka ki; edepli, dört başı mamur bir kadındır diye düşündü. Yıldız da güzel yemek yapardı ama daha önce böyle bir pilav yememişti Avcı. Dolma içi kadar lezzetliydi. Yıldız’a bundan yapmasını söyleyecekti gelince. O keyifle, biriken tabağı tencereyi, bulaşığı makineye doldurdu. Deterjanı da koyup çalıştırdı. Tezgahı silip kendine bir de keyif kahvesi yaparken gülümsüyordu. Yıldız onun böyle iş yaptığını görseydi şok olurdu. Daha önce hiç karısına yardım etmemişti. Sadece güç gerektiren ağır şeyleri kaldırırdı o kadar. O böyle bir şeye gerek duymuyordu. Evde de, hayatta olduğu gibi bir iş bölümü vardı. Olmalıydı. Sonra, bir gün babasının bahçede, çardakta oturup fasulye ayıkladığı aklına geliverdi. Bazen yeşillik ayıklar ve onları doğrardı babası. Çok güzel salatalar yapardı. Oysa sert, otoriter bir adamdı. Annesi düşüp sağ kolunu kırdığı zamanlarda da bütün yemekleri babası yapmamış mıydı? ‘’Yıldız’ın kolu kırılsa ben yapar mıydım? ‘’ dedi yüksek sesle. Evlenmeden önce çok sık olmasa da, yemek yapıyordu. Ama evlendikten sonra yumurta bile kırmamıştı. Yıldız’ın sağladığı konfor alanına ne çabuk alışmıştı. Tam karşısında duran sehpanın üzerindeki telefona gözü ilişti. Cep telefonu almamaya çalışıyordu. Yıldız bir keresinde istemişti. Avcı kızmıştı. Kimi arayacağını sorup azarlamıştı kadını. Ama bazen de gerekiyordu işte. Şimdi ikisinde de telefon olsaydı ne kadar rahat arayabilirdi. Telefon defterinden köyün muhtarının numarasını bulup aradı. Muhtar, Yıldız’ın amcasının o sabah öldüğünü söyleyip baş sağlığı diledi. Avcı aniden kaktı. Böyle bir günde karısının yanında olmalıydı. Cemaatten Bekir diye bir adam vardı. O da bir zamanlar imamlık yapmıştı, sonradan işi bırakıp babasıyla ticarete başlamıştı. Çok cömert, iyi bir adamdı. Onu aradı ve arabasını istedi. Yıldız’ı almaya gidecekti. Bir koca olarak görevini yapması gerekiyordu. Tanrı Misafiri de öyle söylememiş miydi? Böyle zamanlarda insan eşine destek olmalıydı. Bekir durumu öğrenince hemen geldi ve birlikte gitmeyi teklif etti. Bu hareketi, Avcı’nın hoşuna gitmişti. Yolda pek konuşmadılar. Avcı durmadan düşünüyordu. Sanki içinde bir şeyler değişmiş gibiydi ama ne olduğunu bilmiyordu. Hem huzursuz hem de sanki rahatlamış gibiydi. Köye ulaştıklarında Yıldız kapının önünde çöp döküyordu. Avcı’yı görünce çok şaşırdı. Gözlerinden belli ki çok ağlamıştı. Onun için üzüldü Avcı. Küçük köy evinin salonu tıka basa doluydu. Baş sağlığına gelenlere lahmacun ikram ediliyordu. Avcı, kimin aldığını merak etti ama o an sormadı. Amcanın gömülmesine yetişememişlerdi ama gelenlerle ilgilendi. Yıldız bir gün daha kalmak istiyordu ama Avcı, kalmasına gerek olmadığını söyledi. Yıldız da üstelemedi. Zaten eşine hiçbir konuda itiraz etmemişti bu güne kadar. Dönüş yolunda, Yıldız arkada sessizce otururken Avcı rahatsızdı. Bu kadar küçük bir arabanın içinde Bekir ve Yıldız’ın beraber olması onu rahatız ediyor, sık sık Bekir’i, aynadan Yıldız’ı süzüyor mu diye kontrol ediyordu. Bekir henüz bekardı, boş ve edepsiz hayallere kapılabilirdi. Yıldız, Avcı'nın olduğu tarafın camına dayanmış dışarıyı izliyordu. Avcı onun bu kadar üzülmesini gereksiz buluyordu. Yaşlı başlı bir adamdı eni sonu. Eve ulaştıklarında Yıldız hemen sobayı yakmaya girişti. Gözaltları mosmordu. Belli ki uykusuz kalmıştı. Pek bir şey yememiş gibi iyice süzülmüştü. Haline acıdı Avcı. Soba tutuşunca mutfağa yöneldi genç kadın. ‘’Ne yapıyorsun? ‘’ dedi arkasından giderek. ‘Yiyecek bir şeyler hazırlayacağım. ‘’ dedi kısık bir sesle Yıldız. ‘’Hayır, dur. Ben dışarıdan bir şeyler alıp gelirim şimdi. ‘’ ‘’Ne gerek var para harcamaya. Ben çabucak köfte pişiririm şimdi, buzlukta yapılmış var. ‘’ Avcı onun bileğini tuttu. ‘’Git uzan biraz. Ben bir şeyler alıp gelirim. ‘’ Yıldız’ın gözlerinden taşan şaşkınlık seli Avcı’nın yüreğinden de ötelere bir yere dokundu. Karısı arkasını dönüp uzaklaşırken Avcı: ‘’Benim onun için bir şeyler yapmamı hiç beklemiyor gibi. ‘’ diye düşündü. Paltosunu giyip kapıyı açtığı anda burnunu bir yere çarptı. Kapıda duran birisinin başına çarpmıştı. Acıyla burnunu tuttu birkaç saniye. Elif de başını tutuyordu. Canı yanmış gibi görünüyordu. Avcı sinirlendi. ‘’Ne yapıyorsunuz siz burada? Burnumu kıracaktınız. ‘’ diye çemkirdi. Elif tek eliyle tuttuğu tepsiyi uzatırken hala kafasını ovalıyordu. ‘’Neyse ki atik birisiyim de tepsiyi düşürmedim. ‘’ dedi. Avcı gayrı ihtiyari tepsiyi onun elinden aldı. ‘’Kapıyı açacağınızı bilemedim Avcı Bey. Ama benim başım da çok acıdı. ‘’ dedi. ‘’Ne istiyordunuz? ‘’ dedi Avcı. Elif sırıttı. Alaycı bir edayla eliyle tepsiyi gösterirken Avcı kıpkırmızı oldu. Yemek getirmişti, o da almıştı. Bir de soruyordu. ‘’Geldiğinizi camdan görünce yemek getireyim dedim. Yoldan geldiniz. Aç ve yorgunsunuzdur. Avcı kötü kötü tepsiye baktı. ‘’Hiç gerek yoktu. Ne var bunun içinde? ‘’ dedi tiksinmiş gibi bir ifadeyle. Elif tebessüm etti hafifçe. Ne kadar da rahattı. İma ettiği şeyi anladığını, hafifçe yana doğru büzdüğü dudaklarından anlamıştı ama o hiç de sinirlenmiş gibi görünmüyordu. ‘’Merak etmeyin Avcı Bey, müessesemizde domuz eti kullanılmamaktadır. ‘’ dedi. ‘’Bir de alay ediyor haspa. ‘’ diye düşündü genç imam. Kapıyı kadının suratına kapatmak üzereyken: ‘’Bu arada ben de domuz eti yemiyorum. ‘’ dediğini duydu. Bir an kadını süzüp bir şey söylemeden kapıyı kapattı. Tepsiyi, mutfağa tezgaha koyup küçük tencereyi açtı. İçinde kuru biber dolması ve yaprak sarması vardı. Nefis kokuyordu. Bir kavanozda cacık ve poşette de bir tane ekmek vardı. Evde ekmek de yoktu. İnce bir düşünceydi. Hemen yanındaki kapaklı plastik kabı açtı. 4 büyük dilim kakaolu ev yapımı kek vardı. İki tabak, çatal kaşık alıp odaya gitti. Masaya koyarken Yıldız’ın uyuduğunu gördü. O uyanınca yemek daha iyi olacaktı. Gözü yatağın yanındaki komodinin üzerindeki siyah deftere ilişti. Adam bunu almaya geri gelmemişti. Uyumadan önce yazdığını görmüştü. İçinde önemli bir şey olabilirdi. Yıldız uyanana kadar bir göz atmak istedi. Bir dizini altına alarak kanepeye oturdu. Kara kapağı açarken, birkaç gün önceki gibi bir eşikte olduğunu bilmiyordu. Bu kapak onun hayatını değiştirecekti. Nereden bilebilirdi ki? Bilse, yine de açar mıydı bilinmez. Ama o anki düşünce yapısıyla, sonradan yaşayıp kazanacaklarına pek hoş bakmayabilirdi. İlk sayfada yeşil, büyük harflerle DOLPHIN yazıyordu. Tam altında;
‘’Maddenin yoğurduğu serseri bir kördüm Görünenin ötesinde bir görünmeyen gördüm. ‘’ yazıyordu. Kendi kendine sinirlendi. Ne demekti bu şimdi? Böyle anlaşılmaz, çift anlamlı sözleri hiç sevmezdi. Maddenin yoğurduğu serseri bir kördüm de ne demekti? Bizi Allah yaratmışken, şunun yazdığına bak diye düşünüp defteri kapatıp komodinin çekmecesine koydu. Adama saygı duymuş, ondan çok etkilenmişti ama sözleri ona garip geliyordu. Maazallah küfre girip dinden çıkabilirken, bu kadar iddialı sözler söylemek de ne demek oluyordu? Yıldız derin uyuyordu. Saatine baktı. Yatsı namazı yakındı. Gitmeden yerine birisini bulmuş olsa da, gidip ezanı okumak istedi. Resmi izin almadığı için buradayken arkadaşının okuduğu ezandan para almayı doğru bulmuyordu. Harama asla dokunmamıştı Avcı. Temiz giysilerini giyip abdest alıp evden çıktı. Camiye doğru giderken aklına yine o sözler geldi.
‘’Görünenin ötesinde bir görünmeyen gördüm. ‘’ Nasıl da hokkabaz gibi konuşuyordu! Belli ki yazıları da öyleydi. Dünyada her şey ortadaydı. Akıl, sevgi gibi soyut kavramları kastetmiyordu herhalde Dolphin. Bunları zaten herkes biliyordu. Öyle olsa, yeni bir icat gibi oraya yazmazdı herhalde. Camiye girerken, cemaatten, erken gelmeyi alışkanlık edinmiş birkaç kişiyle selamlaştı. Bekir de bunlardan birisiydi. Eli, ayağı düzgün, ince bıyıklı, kara gözlü, yakışıklı, efendi bir adamdı. Birden ondan, tüm kalbiyle nefret etti. Yıldız’ı görmüştü. Uzun, ince vücudu incecik pardösünün altından belli oluyordu. ‘’İyi ki o kalın paltoyu aldım. ‘’ dedi. Bekir kendisine bakınca, yüksek sesle konuştuğunu fark etti. Bekir’in, arabayı kullanırken, aynadan yolu takip etmesi gerekiyordu. Bir kez bile Yıldız’a bakıp onun o güzel yeşil gözlerini görmüşse ya? Bekir’le köye gittiğine bin pişman olmuştu Avcı. Bekir daha önce, karısını hiç görmemişti ne güzel. Bekar bir adam… Ya gece karısını düşünüp… Tövbe tövbe diyerek başını iki yana sallayarak, bu iğrenç düşünceleri kafasından atmaya çalıştı. Fakat biliyordu; bir daha Bekir’i asla eskisi gibi göremeyecekti. Ezan okurken bu düşünceleri aklına getirmemek için büyük çaba sarf etti. Namazdan sonra çoğunlukla bir sohbetleri olurdu. Bu akşam da birkaç kişinin beklediğini görünce canı sıkıldı. Karnı açtı, yorgundu. Şimdi uzattıkça uzatacaklardı. ‘’Hocam bir şey soracaktım. ‘’ dedi küçük bir bakkal dükkanı olan Ahmet. Sinirlendiğini belli etmemeye çalışarak: ‘’Buyur kardeşim. ‘’ dedi Avcı. ‘’Hocam, ben bir süredir Kitab-ı Mukaddesin Türkçesini okuyorum. ‘’ ‘’Neden? ‘’ diye sertçe araya girdi Avcı. Bu yeni moda, kendi dilinde oku zırvalıkları onu deli ediyordu. Ahmet şaşırarak ona baktı. ‘’Neden hocam? Okumayayım mı? ‘’ dedi. ‘’Kur’an Arapça indirilmiştir. Neden peki? Allah-u Teala’yı yargılamak gibi olmuyor mu sence? ‘’ ‘’Haşa hocam, ne haddime! Ama neye inandığımı anlamak, öğrenmek istedim. Ben Arapça bilmiyorum. Öbür türlü kulaktan kapma bilgiyle hareket ediyoruz. Kur’anda olmayan şeyleri var diye anlatan ne çok insan var çevremizde. Birisi bir şey söylüyor, kimse doğru mudur, değil midir incelemeden onu bir başkasına anlatıyor. ‘’ Avcı bir an ne diyeceğini bilemedi. ‘’Ahmet kardeşimiz doğru söylüyor hocam. ‘’ dedi Bekir. ‘’ Zuhruf Suresi’nin 3. Ayeti: ‘’İnna ce’alnahu kur-anen arabiyyen le’allekum ta’kilun. ‘’ Çoğu tefsirciler; bu ayeti, biz onu anlayasınız ve aklınızı kullanasınız diye gönderdik, anlamında açıklıyorlar. İçindeki emirleri ve yasakları bileceğiz ki, yolumuzu çizeceğiz. ‘’ ‘’Zuhruf Suresini biliyorum elbette. ‘’ dedi sertçe Avcı. Sonra Ahmet’e dönerek: ‘’Peki sorun neydi? ‘’ dedi. Bekir’in, kendisine şaşkınlıkla baktığını yan tarafından hissedebiliyordu. Adam kendisine iyilik yapmış, köye kadar onu götürmüş ve geri getirmişti. Benzin parasını da, ne kadar ısrar etse de, almamıştı. Ama karısına karşı beslediği hisler ne olacaktı peki? Avcı bunlar gerçek gibi adama kinleniyordu. ‘’Hocam, bazı ayetleri anlayamıyorum. Tefsirine bakıyorum elbette ama orada da bana kapalı kalan kısımlar çok. Yani kuran yol gösterici olarak gönderilmişse, ben niye bunları çözemiyorum? Onu soracaktım. Hoş, kitap hepimizin. Sadece alimler için yazılmamış. ‘’ dedi Ahmet. ‘’İşte bu yüzden dedim ya ben, anlayamazsın tabii. Alimlerin işi o. ‘’ dedi Avcı haklı çıktığını sergilediği için sevinerek. ‘’Hayır hocam, bazı yerlerini çok da iyi anlıyorum. Hatta bu güne kadar yanlış bildiğimiz birçok şeyin doğrusunu da öğrendim. Ama bazı ayetler bana çok anlaşılmaz geliyor. Sanki başka bir şeyden bahseder gibi. Onu sormak istedim. ‘’ dedi. O zamana kadar susan İrfan Hoca gülümsedi. İlahiyat mezunu 75 yaşında bir beyefendiydi. Gençliğinde İlahiyat Fakültesi’nde ders de vermişti. ‘’Elbette ki; görünenin ötesinde bir görünmeyen vardır. Bazı şeyler bizim idrakımızın dışında olabilir. ‘’ dedi. Avcı şaşkınlıkla ona baktı. Az önce okuduğu sözü söylüyordu. ‘’Bazı şeyleri, piştikçe anlarız. Bazı kapılar bize olgunlaştıkça açılacak ya da açılmayacak. Farkındalığımız yükseldikçe, görünenin arkasındaki görünmeyen, bize de görünmeye başlayacak. Kitabımızı anlayarak okumakla çok iyi ediyorsun evladım. Böylece, yaradanla arana kimseyi koymadan, üzerine eklenmeden, değiştirilmeden kaynağından öğreniyorsun. Sadece bir değil, birkaç çeviriyi esas olarak okumanda fayda var. Öğrendiklerimizi uyguladıkça olgunlaşır ve daha fazlasını anlamaya kamil oluruz. İlk başta hepimiz adeta kör ve serseri gibiyken, aydınlandıkça maneviyatımız güçlenir. Kapalı kapılar da öyle açılır. Şöyle düşün; 1. Sınıfa başladığımızda, harfler bizim için muammaydı. Önce harfleri, sonra heceleri ve derken kelimeleri okumayı öğrendik. Bize şekil gibi görünen işaretler anlamlanmaya başladı. Sayılar da böyleydi. Önce rakamları öğrendik. Sonra sınıflarımız büyüdükçe, formülleri kullanmayı öğrendik ve problemleri çözmeye başladık. Tarihi, edebiyatı, hatta müziği öğrendik. Oysa en başında bir nota ördüğünde ne kadar yabancıydık, değil mi? Sen de okudukça sana da o anlamadığın yerler ve kapılar açılacaktır. ‘’ dedi. ‘’İnşaallah hocam. ‘’ dedi Ahmet. Herkes dağılırken, Avcı da evine doğru yürümeye başladı. Bu söz kötü bir söz olsaydı İrfan Hoca onu asla kullanmazdı. Çok güvenirdi Avcı onun bilgisine. Çok da beyefendi olduğunu düşünürdü. Söyledikleri de mantıklı gelmişti. Küçük bir çocukken hayata bakışı çok farklıydı. Hatta üniversiteye başladığında da çok farklı bir yerdeydi. Aslında eve gelen adamdan olumlu yönde etkilendiğini inkar edemezdi. Ama bazı şeyler de aklına takılmıştı elbette. Belki, o adamda da görünenin ötesinde görünmeyen sırlar vardı. O akşam bunu hissetmemiş miydi? Çok çabuk karar verdiğini, çoğu şeyi bir anda kestirip attığını düşündü. Ahmet Türkçe okuyor diye hemen yükselmiş adamı azarlar gibi konuşmuştu. Oysa İrfan Hoca nasıl da anlayışlı davranmıştı. Avcı onun, Ahmet’le konuşurken; hep biz olgunlaştıkça, bizim idrakımız yükseldikçe diye, kendisini de işin içine katıp alçak gönüllü davrandığını fark etmişti. Oysa onun yanında hepsi cahildi. Buna karşın adam hiç büyüklenmezdi. ‘’Peki ben? ‘’ diye düşündü. ‘’Ben her şeyi bildiğimi düşünürüm hep. ‘’ Utanarak yürüdü yolun kalan kısmını. Kapıyı çalmadı. Belki Yıldız hala da uyuyordu ama anahtarla kapıyı açıp eve girdiğinde ışığın açık olduğunu gördü. Yıldız kapıya koşup: ‘’Hoş geldin. ‘’ dedi. ‘’Neden uyandırmadın beni? Aç aç gitmişsin. ‘’ Avcı odaya girdi. Masa kurulmuş, üzerine, Elif’in getirdiği yemekler konulmuştu. ‘’Şimdi indirdim ocaktan. Kim getirdi? ‘’ dedi karısı merakla. ‘’Şu karşıdaki şıllık… ‘’ ‘’Eşim lütfen! ‘’ dedi sertçe Yıldız. Avcı şaşkınlıkla baktı karısına. İlk kez kadının bu tonda konuştuğunu duyuyordu. Yıldız çıkışından utanmış gibi önüne bakıyordu. ‘’Ne oldu kız? ‘’ dedi Avcı. ‘’Yalan mı söylüyorum? Götünü, başını açmış gezmiyor mu? ‘’ ‘’Hayır açmıyor. Sadece tesettürlü değil. Ben onun şeyini hiç görmedim. O dediğini işte…‘’ dedi Yıldız. Avcı daha da şaşırdı. ‘’Tamam işte. Allah’ın emrine karşı çıkıyor. Kaç kere şort giydiğini gördüm.‘’ dedi masaya oturup tabağına dolma koyarken. Yıldız da oturdu ama yemeklere dokunmadı. ‘’Belki o başka bir inanca sahiptir. Onun inancına göre kapanması gerekmiyordur. Üstelik tesettüre girmeyenlere şıllık demek doğru değil. Günaha girmeni istemiyorum. Hem sen bir imamsın.‘’ Gözlerini kaldırıp kocasına baktı. ‘’Görünenin ötesinde görünmeyen neler var, kim bilir! Kimsenin kalbindekini bilemeyiz. ‘’ dedi. Avcı’nın elindeki çatal masaya düştü. Sanki karşısında Dolphin vardı da, o konuşuyordu. Sanki Yıldız’ın gözlerinden Dolphin bakıyordu. ‘’Sen de mi gördün onu? Köye mi geldi Dolphin? ‘’ dedi. Boşatacağı çift onlardı da, Yıldız o yüzden mi kendisine kafa tutmaya başlamıştı. ‘’Dolf… Ne? Kim? ‘’ dedi Yıldız anlamaz anlamaz. Tanımıyordu. Rahatladı Avcı. Çatalı alıp tabağından bir sarma alıp ağzına attı. Orta acılıkta ve çok lezzetliydi. Acı yemezdi Avcı ama bu yemeği bırakmaya niyeti yoktu. Eti de kokmuyordu. Kadın kendisine domuz eti yedirmezdi herhalde. ‘’Sen o sözü kimden öğrendin? ‘’ dedi yavaşça. ‘’Hangi sözü eşim? ‘’ ‘’Hani dedin ya; görünenin ötesinde diye. ‘’ dedi Avcı merakla. ‘’Kimse söylemedi. Kendim düşündüm. ‘’ dedi Yıldız. Avcı sustu. Yemeye başladılar. Nasıl da lezzetliydi her şey. Öyle bir kadının bu kadar güzel yemek yapması mümkün müydü? Yıldız’ın söylediği doğruydu. Kadın Müslüman olmayabilirdi. Gerçi Müslüman kadınların hepsi de örtünmüyorlardı. Bunu kendisi düşünememişti. Ama Yıldız daha hoşgörülü bakıyordu hayata sanki. ‘’Cacıkta sarımsak var eşim. ‘’ dedi Yıldız. ‘’Kavanozun altında not vardı. Camide rahatsız olursun diye haber vermek istemiş Elif Hanım. ‘’ ‘’İnceliğe bak. ‘’ dedi bu sefer yüksek sesle Avcı. ‘’Ekmek de koymuş tepsiye. Bakkala gitmeme gerek kalmadı. Fakat bunlar bizi kandırmamalı. Şeytan da insana hoş gelir. Evine erkekler girip çıkıyormuş. Camide konuşuyorlardı. ‘’ ‘’Camide dedikodu mu yapıyorlar? ‘’ dedi Yıldız. Avcı kızardı. Hem de fena kızardı. ‘’Kimsenin yalan söylediği yok. ‘’ dedi cacık yerken. ‘’Ben görmediğim için yalan mı, doğru mu bilmiyorum ama yalan zaten iftira olur. Gördülerse de dedikodu yapıyorlar demek. Hele de camide. Seni de günaha sokuyorlar eşim. Bize ne? Allah onun günahının hesabını bizden sormayacak. Ama camide yapılan dedikodunun ucu sana da dokunuyor. ‘’ Avcı karısına baktı. Yıldız tabağına bakıyordu. Onun hiç bu kadar çok konuştuğunu duymamıştı. Sinirlenmişti lakin kadın yanlış mı konuşuyordu? Allah’ın evinde dedikodu yapıyorlardı. Dahası; Avcı da onları susturmuyordu. Doğru söylüyordu; yapılan dedikodunun ucu kendisine dokunuyordu. O da gaza gelip mahalleden kovmaya çalışmamış mıydı kadını zaten? ‘’Aferin sana! Tam bir imam karısı olmuşsun. Ha gayret, yakında benim işimi de elimden alırsın sen. ‘’ dedi alaycı bir dille. Bu akşam Yıldız’ı azarlamak istemiyordu. Hem çok özlemişti onu. Yatağa kavgalı girmek de istemiyordu. ‘’Estağfurullah eşim. ‘’ dedi Yıldız. ‘’Bu yemeğin üzerine çay da ne iyi gider. Kek de var. ‘’ ‘’Koydum bile. ‘’ dedi Yıldız. Avcı karısını süzdü. Zayıflamıştı. Belli ki, üzüntüden pek bir şey yememişti. Çatala bir sarma takıp uzattı. Yıldız şaşırsa da sarmayı yedi. ‘’Biraz kilo al. Çok zayıfladın bu aralar. ‘’ dedi. Yıldız kafasını salladı. Yemekten sonra çaylarını içip keklerini yediler. ‘’Soğuk odada büyük poşetler var. Getir bakayım onları. ‘’ dedi Avcı. Yıldız gidip poşetleri getirdi. ‘’Aç bakalım. Sana aldım. Beğenecek misin? ‘’ dedi Avcı sırıtarak. ‘’Bana mı? ‘’ dedi Yıldız. Şaşırmış ama bir yandan da meraklanmıştı. İki koskocaman çantanın içi dopdoluydu. Avcı kendisine, bu kadar çok ne almış olabilirdi ki? Evlendiklerinden beri hiç hediye almamıştı Avcı karısına. Yıldız elbiseleri, mantoyu ve çizmeyi görünce çocuk gibi sevindi. Pedleri görünce kızarıp: ‘’Neden masraf ettin? ‘’ dedi ama memnun görünüyordu. Onun gülen yüzü Avcı’yı da mutlu etmişti. İç çamaşırlarını görünce Yıldız domates gibi kızardı. Kocasından bile utanıyordu. Bu Avcı’nın hoşuna gidiyordu. ‘’Bu gece kırmızıyı giy. ‘’ dedi şehvetli bir sesle. Yıldız şaşkınlıkla: ‘’Amcam… ‘’ deyip sustu. ‘’Her öleni 40 gün beklemeye kalksak yıl boyu bir iş yapamazdık. Biz evliyiz. O da senin görevin. Ne diyorsam onu yap. ‘’ dedi. ‘’Yıkasaydım bari önce. ‘’ dedi ama Avcı giymesi için ısrar etti. Yatağa girip kırmızı takımı Yıldız’ın üzerinde gören Avcı, harcadığı paraya hiç üzülmedi. O gün Avcı karısıyla yeni evlenmiş gibi hissediyordu. Yıldız’ın köye gidişi, Dolphin’in gelişi derken, sanki Yıldız onun gözünde daha yüksek bir mevkiye ulaşmış, kadına olan duyguları coşmuştu. O süreçte çocuk meselesi de ötelenmiş, sanki arka plana atılmıştı. Cemaatten soranlar ya da bu konuda şaka yapanlar bile olmuyordu. Yıldız evdeki kabı kacağı yıkamış, sahiplerine iade etmişti. Avcı, yemekleri kimlerin getirdiğini sorup teşekkür etmeyi düşünse de, karısına sormayı devamlı unutuyordu. Bu yumuşak ortam bir ay kadar sürdü. Her şey iyi gidiyordu. Avcı camideki görevlerini sürdürüyor, Yıldız küçücük evinin işlerini aksatmıyordu. Yine bir vaaz sonrası, herkes evine dağılırken, açılan bir sohbette, cemaatin bir kısmının uygun bir kooperatife katıldığını, ev yaptırdıklarını öğrendi. Caminin lojmanında kaldıkları için kira ödemiyorlardı. Kendi mahsullerinden gelenlerle de mutfağı çekip çeviriyorlardı. Bazı tarlalarını kiralayan Avcı’nın bankada epey parası vardı fakat bunu vadeli olarak muhafaza ediyordu. Banka epey bir faiz veriyordu ve Avcı bundan kimseye söz etmiyordu. Eve gelince elini, yüzünü yıkayıp hemen sofranın başına geçti. Yıldız etli bamyayla pirinç pilavı yapmış, yanına da kütür kütür küte turşusu çıkartmıştı. Bir de Avcı’nın çok sevdiği kola vardı masada. Çocukluğunda buna alışmış olan genç imam, bir türlü bu içecekten vazgeçemiyor, yanında götürdüğü içi görünmeyen alışveriş çantasıyla eve getiriyordu. Karısı bamyayı fevkalade güzel yapardı. Annesinin yaptığı gibi bol soğan koymaz, sadece sarımsak ile pişirirdi. Hevesle yemeye başladı. Her zamanki gibi Yıldız da yemek için kendisini beklemişti. Bir ay içinde kadının kilo alıp toparlandığını görmek onu mutlu ediyordu. Yıldız kendi tabağından birkaç et parçasını Avcı’nın tabağına koyarken: ‘’Bir ev işi var. ‘’ dedi. Yıldız şaşırdı, anlamadı önce. ‘’Nasıl yani? Taşınacak mıyız buradan? ‘’ dedi merakla. ‘’Yok kız, daha neler! Bizim cemaatten birkaç kişi kooperatife girmişler. İrfan Hoca var ya hani İlahiyatçı; işte onun oğlu müteahhit. O yapıyormuş. Hem uygun hem de güvenilir. Biz de girelim dedim. Önce bir peşinat verilecek. Ben bankadaki paraya dokunmayalım diyorum. Senin bileziklerle halatı falan bozdururuz. Ben alırım sana sonra yine. ‘’ ‘’Ne demek eşim, almana gerek yok. Zaten sandıkta boş boş duruyorlar. ‘’ dedi Yıldız yemeğine toz biber ilave ederken. Acıyı çok seviyordu. Avcı eskiden olsa hemen kızardı çok acı yemesine. O yüzden çocuğunun olmadığını söylerdi ama şimdi kendini tutup sustu. Belki de acı yediği için kilo almıştı. Varsın yesindi. Tatlarını kaçırmak istemedi. Yemekten sonra biraz kuran okuttu Yıldız’a. Evlenmeden önce hiç Arapça bilmemesine karşın çok çabuk çözmüş, şimdi tecvidli okumaya bile geçmişti genç kadın. Avcı istemsizce onun liseye gitmek istediğini düşündü. Liseye gitseydi belki oradan birisini bulur, onunla evlenirdi. Şöyle bir silkelendi sanki düşünceler öyle yapınca kaçıp gidecek gibi. Yıldız çok ağırbaşlı bir kişiliğe sahipti. Öyle kolayca erkek arkadaş edinebilecek birisi değildi. İlk gecelerinde çok uğraştırmıştı Avcı’yı. Utanmış, ağlamıştı. Avcı sırıttı hatırlayınca. Bu düşünceler aklına başka şeyler getirdi. ‘’Ne var üstünde? ‘’ dedi. Yıldız kızardı. Önüne baktı. ‘’Konuşsana kız, kocanım ben senin. ‘’ ‘’Bu gün banyo yapmıştım, senin aldığın siyah takımı giydim. ‘’ Avcı bir an düşündü: ‘’Acaba benimle sevişmekten hoşlanıyor mudur? Hiç belli etmiyor. ‘’ 1.92 boyunda 77 kilo ağırlığındaydı genç adam. Simsiyah gözleri, siyah saçları, hafif kemerli burnu ve yanık teniyle gerçekten de çok yakışıklıydı. Avcı bunun farkında değildi. Kendisiyle ilgili bir adam değildi zaten. Ertesi sabah ezanı okuyup eve döndü. Yıldız o sabah kaşar peynirli otlu omlet yapmıştı. Tereyağlı yumurtayı yerken, çayından büyük bir yudum aldı. ‘’Altınları hazır et. Birazdan Bekir gelecek, tanıdığı bir kuyumcu varmış, oraya gideceğiz. ‘’ dedi. Yıldız diğer odaya geçip elinde siyah deri bir çantayla döndü. Avcı bir yandan yerken bir yandan da çantadaki altınları çıkartıyordu. Önce bir halat zincir çıkarttı. ‘’Hele bu tek başına epey tutar. ‘’ dedi. Evlenirken Yıldız’a sorulmuş, Yıldız bakla yerine halat zinciri seçmişti. Diğer bir poşetten bir yığın bilezik çıktı. Avcı bilezikleri saymadan önce; bir kutudaki seti Yıldız’a uzattı: ‘’Bu kalsın. Diğerleri yeter. Bunu bayramda seyranda takarsın. ‘’ dedi. Yıldız kutuyu deri çantaya koyarken, Avcı bilezikleri sayıyordu. Bir an şaşırdı ve alnı kırıştı. ‘’Bilezikler 33 tane değil miydi? Burada 32 tane var. ‘’ dedi. Yıldız kızarıp önüne baktı. ‘’Köye giderken birisini bozdurdum. Taziyeye gelenlere ikram ve masraflar için… ‘’ dedi kafasını kaldırmadan. Avcı duyduğu şeyi bir anda idrak edemedi. Zaten giderken para vermişti. ‘’Ben sana para verdim ya. ‘’ dedi bağırarak. ‘’200 lirayla yemek yaptıramazdım. ‘’dedi Yıldız usulca. Avcı birden ayağa kalktı. ‘’Sen ne demek istiyorsun? Benden habersiz sen nasıl bilezik bozdurursun? ‘’ diye bağırarak Yıldız’ın üzerine yürüdü ve bir tokat attı. Yıldız yüzünü tutarak yere çöktü. Ne bağırdı ne de bir cevap verdi. Bununla birlikte Avcı sinirini atamamıştı. ‘’200 lirayla yemek yaptıramazmış. Yaptıramazsan yaptırmasaydın. Mecbur muyum ben elin açlarını doyurmaya. Kocanın haberi olmadan nasıl bilezik bozdurursun sen? ‘’ diye söylenerek odada geziyordu. Sofra ortada öylece duruyordu. Avcı yarısından çoğunu yediği tabaklara baktı. İştahı kapanmıştı zaten. ‘’Kaldır şunları! ‘’ diye bağırdı. Yıldız hızlıca masayı toparlarken, Avcı da altınları toparlayıp evden çıktı. Çok sinirliydi. Bekir’le buluşacağı yere doğru giderken: ‘’Kimsesiz diye aldık, amcası çıktı. Yarın öbür gün birileri daha gelmez inşallah! ‘’ diye söyleniyordu. Bekir uzaktan görününce hızlandı. Kuyumcuda altınları bozdurduğunda, eline epey bir para geçmiş, aylık ödemeleri daha düşük bir miktara ayarlanmıştı. Kooperatife peşinatı ödeyip bankada senetleri imzaladıktan sonra öğle namazına zor yetişti. Namazdan sonra cemaatten kooperatife katılan dört beş kişiyle kahveye çay içmeye gittiler. Avcı’nın aklı evdeydi ama eve gitmek de istemiyordu. Cebinde bir miktar para vardı. ‘’Bu gün öğle yemeği benden olsun. ‘’ dedi. Arada bir Bekir, İrfan Hoca ya da cemaatten hali vaktinde olanlar yemek ısmarlardı. Hep birlikte yakındaki bir köfteciye gittiler. Toplamda 5 kişiydiler. Avcı herkese 1.5 porsiyon köfte ısmarladı. Üzerine de künefe yediler. Genç imam, hesabı ödemeden önce 1.5 porsiyon da paket yaptırdı. ‘’Yıldız’a mı? ‘’ dedi Bekir. Avcı bozuldu. Demek ki aynadan Yıldız’a bakmış, onu beğenmişti. Yıldız’ın iri yeşil gözleri fark edilmeyecek gibi değildi. Bundan sonra ona güneş gözlüğü taktırtmaya karar verdi. Son derece soğuk bir şekilde: ‘’Evet. Biraz rahatsızdı. ‘’ dedi. ‘’Geçmiş olsun Avcı kardeşim. Ermiş gibi adamsın. Bu günlerde eşine senin gibi hürmet eden, iyi davranan çok az erkek kaldı. Arkadaşlar, Avcı eşinin amcası öldüğünde de bizzat köye giderek ona destek oldu. ‘’ dedi. Diğerleri de Bekir’i tasdiklediler. ‘’Gerçekten ermiş gibi adamsın. ‘’ dedi Mehmet. Avcı biraz utansa da, hemen onlara inandı. Tamam bir tokat atmıştı karısına ama o da kocasından izin almadan bilezik satmıştı. Hem köfte ekmeği görünce sevinip yediği tokadı unuturdu. Zaten bu Yıldız’ı ilk dövüşü değildi. Tamam tekme tokat girişmiyordu ama bir keresinde 3-4 tokat atmışlığı vardı. Sonrasında sessizleşirdi ama asla küsmezdi karısı. Eve, ikindi namazını kıldırdıktan sonra döndü. Kapıyı çalmadan girdi. Evde bir sessizlik vardı. Yemek paketini mutfağa bırakıp odaya geçti. Yıldız yatıyordu. Şaşırdı. Daha önce hiç gündüz uyuduğunu görmemişti. Tokat için yaptığını sanmıyordu. Bu ilk tokat değildi ne de olsa. ‘’Yıldız kız! Bu ne uykusu gündüz vakti? ‘’ dedi. Yıldız kıpırdamadı. Küsmüş müydü acaba? Öfkeyle gidip genç kadının üzerini açtı. Yıldız uyuyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Elini alnına koydu. Ateşi çok fazlaydı. Avcı ürktü. Çok hızlı vurmamıştı oysa. Ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette birkaç saniye bekledi. Kendisi ateşlendiğinde annesi ne yapardı? Hemen Yıldız’ın üzerini açıp pijamasını çıkarttı. Sonra hızla mutfağa koşup sirkeli birkaç bez hazırlayıp birisini Yıldız’ın alnına koydu. Diğerleriyle de kollarını, bacaklarını, göğsünü silmeye başladı. Birkaç dakika uğraştıktan sonra ecza dolabına baktı. Orada ağrı kesici, ateş düşürücü bir hap bulup titreyen karısına zorla içirdi. Yıldız üşüyüp battaniyeyi üzerine çekmeye çalıştıkça, Avcı onu engelliyordu. Biraz ateşi düşer gibi olunca koşa koşa yolun karşısındaki eczaneye gitti. Eczane sahibinin babası da her vakit camiye gelir ve diğer zamanlarda da eczanede kızına yardımcı olurdu. Avcı eczacı Buket’e bakmadan direkt babasına konuştu. ‘’Bizim hanım çok ateşlendi. Sirkeli bez koydum, ateş düşürücü hap verdim. Başka bir ilaç daha vermem gerekir mi Turan Emmi? ‘’ dedi. Turan Emmi kızına baktı. ‘’Sirkeli bez yapmanıza gerek yok, sadece soğuk su ile de kompres yapabilirsiniz. Ateşi çıktıysa, büyük olasılıkla kanında enfeksiyon vardır. Mutlaka doktora götürün. ‘’ dedi kız. Avcı bozularak, sanki orada sadece ikisi varmış gibi Turan’a bakarak: ‘’Tamam ben eve döneyim o vakit. ‘’ dedi. Eve giderken söyleniyordu: ‘’Sirkeye gerek yokmuş, su da olurmuş. Analarımız neden sirke kullanıyorlardı o vakit? Çok bilmiş. Doktora götürmeyi ben de bilirim ama bu halde nasıl götüreyim? Kendinde değil. Araba da yok, taksi çağırsam olur tabii ama kadın doktor var mı bakalım? Neyse, birkaç saat bekleyeyim en iyisi.‘’ Avcı döndüğünde Yıldız’ın titremeleri azalmıştı. İnce bir pike ile üzerini örttü. Karısının başında yatağa oturup onu izlemeye başladı. Evlendiklerinde beğenmişti Yıldız’ı. Güzel ve hamarat bir kadın, geceleri yatak arkadaşı, doğacak çocuklarının annesi olarak kabul etmiş, başka bir şey düşünmemişti. Yıldız’ın duyguları, Yıldız’ın eğitim durumu, Yıldız’ın düşünceleri ve beklentileri diye bir şeyler aklından bile geçmemişti. Sanki Yıldız; Kemal Sunal’ın Japon İşi filmindeki gibi; sadece onun emirleri için yaratılmış bir varlıktı ve onunla ilgili derinlemesine düşünmeyi bile hiç düşünmemişti. Şimdi pespembe yüzünün çevresine hale gibi yayılmış siyah saçlarıyla Yıldız, onun için bir bilmece gibiydi. Uzun siyah kirpikleri örneğin… Daha önce hiç dikkatlice bakmamıştı. Ya da burnunun bu kadar düzgün olduğuna hiç dikkat etmemişti. Sadece küçük ama etli dudaklarıyla ilgilenmişti. ‘’Nasıl bu kadar kör olabildim? ‘’ diye düşündü. Karısı en yakını değil miydi? Ona bu kadar körken, başkalarına, cemaate nasıl duyarlı olabilirdi ki? ‘’Maddenin yoğurduğu serseri bir kördüm. ‘’ mısrası, sanki Dolphin seslendirmiş gibi sertçe aklında yankılandı. Avcı irkildi. Ne kadar da kendisine uyuyordu bu söz. Ancak şimdi idrak edebilmişti. Ruhsuz, ruhunun duyarlılığıyla ilerlemeyi reddeden, sadece maddeden ibaret bir kör gibiydi bu güne kadar.Tekrar Yıldız’a baktı. Görünenin de ötesine baktı. Hayır, Yıldız onun emrinde bir robot değildi. O yaradanın kuluydu. Onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı. Nasıl da bu kadar kibirlenip onu kendi kulum, kölem zannetmişim meğer diye düşündü. Tam bir serseriymişim. Duyguları, sezgileri olmayan bir maddeden ibaretmiş gibi davranmışım bunca zamandır. Oysa hem benim hem de Yıldız’ın duyguları, düşünceleri, sezgileri var. ‘’Bilmeden en büyük günahlardan olan kibir günahına nasıl da dalmışım! ‘’ dedi. Usulca: ‘’Lütfen iyileş! ‘’ dedi. ‘’ Bir bilezik için kırdığım kalbini onaracağım. ‘’ Yıldız kahvaltıda bir şey yememişti. Neredeyse akşam ezanı okunacaktı. Buzdolabına baktığında bamya tenceresini göremedi. Demek bitmişti. Zaten Yıldız, bir yemeği önüne en fazla iki kez koyardı. O da dolma, güveç, sulu köfte gibi emekli yemekler olursa… Her şeyi önüne taze taze getirirdi. Annesinin böyle bir adeti yoktu. Bazen büyük bir tencere yemek yapar, bitene kadar onu yerlerdi. O yüzden seviyordu Yıldız’ın bu titizliğini. Annesiz, babasız büyüyen bir genç kadının bu zarafeti, belli ki yaradılışından, ruhundan geliyordu. Neden bunları daha önce hiç düşünmemişti? Bunları düşünmesi için Dolphin’in çıkıp gelmesi mi gerekiyordu? Dolphin bir çifti boşatmak için geldiğini söylemişti. Bazen boşanmanın da hayırlı olabileceğini de eklemişti. Avcı korkuyla titredi. Bundan sonra Yıldız’a asla vurmayacaktı. Çorba yapmayı düşündü ama vakti yoktu. Akşam ezanı için çıkması gerekiyordu. Sonrasında da yatsıya kadar camide kalacaktı bu akşam. Birkaç öğrencisi gelecekti. Yatsıdan sonra bir çorba yapardı. Acaba Yıldız kötüleşir miydi? Ama yapacak bir şey yoktu. Çağırabileceği kimseleri de yoktu. Aceleyle evden çıkıp kapıyı kapatırken Elif’le burun buruna geldi. Kadında her zamanki arsız sırıtışının aksine bir ciddiyet hakimdi. Bu sefer gözleri açık ve puslu bir gri renkteydi. ‘’Yıldız nasıl Avcı Bey? ‘’ dedi. Avcı şaşırdı. ‘’Neden sordunuz? ‘’ ‘’Çöp dökerken gördüm. Yüzü kıpkırmızıydı. Hasta gibi göründü bana, merak ettim. ‘’ Avcı bir tereddüt anı yaşadı. Elif’i sevmiyor, ondan gıcık alıyordu ama Yıldız da hastaydı. ‘’Çok ateşi vardı ama biraz düştü. ‘’ dedi. ‘’Bir şeyler yedi mi? ‘’ dedi Elif telaşla. ‘’Ben köfte ekmek getirmiştim ama uyanmadı. Namazdan dönünce çorba pişireceğim. ‘’ ‘’İzin verirseniz, siz gelene kadar ben yanında kalayım. ‘’ dedi genç kadın. Avcı konuşmadan yana çekildi. Elif dar jean pantolonun üzerine giydiği çizmeleri çıkartırken bakmamaya çalıştı. ‘’O zaman ben gideyim. ‘’ dedi. Akşam namazından sonra öğrencilerini okuttu. Yatsı namazını kıldırdıktan sonra cemaatten birkaç kişi yanına geldi. ‘’Bu gece beni mazur görün, bizim hanım biraz rahatsız. ‘’ diyerek telaşla eve koştu. Elif evdedir diye düşünerek kapıyı anahtarıyla açmadı. Zili çaldı. Birazdan Elif kapıyı açtı. Saçlarını tam tepede toplamış, Yıldız’ın kırmızı yemenisiyle ön tarafına kocaman bir fiyonk yapmıştı. Avcı’nın yemeniye baktığını görünce: ‘’O mu? Çorba pişirirken saçım dökülür diye. ‘’ dedi. ‘’Hoş geldiniz. ‘’ Avcı bir şey söylemeden içeriye girdi. Yıldız kendine gelmiş yatakta oturuyordu. Önünde bir tepside Avcı’nın aldığı köfte ekmek ve ayran vardı. Yıldız kocasını görünce hareketlendi. Avcı: ‘’Yat yat, hastasın. ‘’ dedi. ‘’Nasıl oldun? ‘’ ‘’İyiyim. ‘’ dedi Yıldız. ‘’Eşim’’ dememişti. Kendisine kırgın olmalıydı. Olsa hakkı değil miydi? ‘’Siz gittikten sonra yoğurtlu çorba yapıp içirdim. Evden ilaç, vitamin getirdim. Toparlanınca köfteyi ısıttım. Güçlü bir şeyler yesin diye. ‘’ dedi Elif. ‘’Teşekkür ederim. ‘’ dedi Avcı. ‘’Siz geldiğinize göre ben gideyim. ‘’ Elif önce mutfağa girip elinde bir tepsiyle çıktı. ‘’Sizin için de bir şeyler hazırladım. Yarın sen sakın yemek düşünme, ben getiririm bir şeyler. ‘’ dedi Yıldız’a bakarak. ‘’Kendini de hiçbir şey için üzme. ‘’ Elif çıkıp giderken Avcı odanın ortasında öylece ayakta kalakalmıştı. Yıldız’a bakmadan: ‘’Ona söyledin mi? ‘’ dedi. ‘’Neyi? ‘’ dedi Yıldız. Bir süre susan genç imam: ‘’Şey, sabah olanları… ‘’ dedi. ‘’Hayır. ‘’ ‘’Kendini üzme falan deyince ben sandım ki… ‘’ ‘’Sezgileri çok güçlü bir kadın. Bir şeye üzüldüğümü anladı. Hadi sen de yemeğini ye. Senin geleceğin saati sorup ısıttı. ‘’ Avcı masaya oturdu. Annesinin her kış gönderdiği kurutulmuş fasulyeyi pişirmiş, yanına da çok lezzetli bir salata hazırlamıştı genç kadın. ‘’Sen de ye. Köfteni bitir. ‘’ dedi usulca. Konuşmadan yemeklerini yediler. Yemek tepsilerini mutfağa götüren Avcı, iki kahve yapıp odaya geldi. Yıldız’ın gözlerine baktı. Genç kadın şaşırmıştı. Bir kahveye bir de Avcı’ya bakıyordu. Avcı kendi kahvesini yatağın yanındaki sehpaya koyup diğerini tepsiyle Yıldız’ın kucağına koydu. ‘’Ne kadar ayıp değil mi; şekerli mi şekersiz mi içtiğini bilmiyorum. O yüzden şekerli yaptım. ‘’ dedi. Yıldız hem şaşkın hem de değişik bir şeylerin arefesinde olduğunu hissetmiş gibiydi. İri yeşil gözlerini daha da kocaman gösterecek bir hayretle kavradı tepsiyi. Yüzü hala bir miktar pembe olsa bile, daha önceki hasta hali yoktu. ‘’Senin içtiğin gibi iki şekerli içiyorum. ‘’ dedi. Avcı gülümsedi. Bu sefer Yıldız onun nasıl yakışıklı bir adam olduğunu ilk kez fark etti. Utangaç bir gülümseme Avcı’yı masumlaştırmış gibiydi. ‘’Ben çok üzgünüm Yıldız. ‘’ dedi. Yıldız derin bir nefes alıp bir şey diyecek gibi olunca, elini kaldırıp onu susturdu: ‘’Lütfen önce beni dinle. ‘’ dedi. ‘’Sana vurduğum için özür dilerim. Ben bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bir bilezik o kadar da önemli değil. Sanırım bana sormadığın için kızdım ama yine de yanlıştı. Amcan için bir şeyler yapmak istemen doğru. Hatta bunu benim düşünmem gerekiyordu. Ben bu zamana kadar sanki senin duyguların yokmuş, bir şeyler hissedemiyormuşsun gibi bir ruh hali içindeydim. ‘’ ‘’Farkındayım. ‘’ dedi Yıldız. Şaşıran Avcı hızla başını kaldırıp karısına baktı. Yıldız, o sırada kahvesinden ilk yudumu aldığı için, eşinin bakışını görmedi. ‘’Eline sağlık, çok lezzetli olmuş kahve. ‘’ dedi. ‘’Artık eşim demiyorsun. ‘’ Yıldız sustu. Önüne bakıyordu. ‘’Senin hakkında birçok şeyi bilmesem bile, kindar olmadığını biliyorum Yıldız. Ama sen bana kırgınsın. Haklısın da. Bundan öncesi için beni affedebilecek misin? ‘’ ‘’Ben kimsesiz büyüdüm eşim. Beslemelik yaptım. Beni dövdükleri, azarladıkları zamanlar oldu. Çok olmasa bile hakaretler de işittim. Hiçbir zaman mutlu bir çocukluk, gençlik yaşamadım. En mutlu hatıram; bayramlarda payıma düşen birkaç dilim baklavayı yemek ve evin kedileriyle sarmaş dolaş uyumaktı. Evlendikten sonra da talihim değişmedi diye düşündüm. Alışkınım bu hayata. O yüzden beni sevindirip sanki başka bir hayat varmış gibi, saygı görüp sevilecekmişim gibi umutlandırma beni ne olur! Çünkü beni alıp koyduğun bu yeni yerden düşmek bana daha çok acı verir. ‘’ Avcı hem utanarak hem de şaşırarak bakıyordu eşine. Onun derinliğine ilk kez tanık oluyordu. İçinde bir yerlerde, o birkaç hafta, birkaç saat önceki Avcı’nın fıkırdadığı: ‘’Şuna da bakın! Nasıl da asi asi konuşuyor kocasına. ‘’ diye kendisini fitlediği de doğruydu ama yeni Avcı onu duymak istemiyor, susturmak istiyordu. Gülümseyerek: ‘’Zamane kadınlarının ‘’öküz’’ dedikleri erkeklerden bellemişsin sen beni belli ki. Haklısın da… ‘’ dedi. Yıldız dayanamayıp bir kahkaha attı ki; Avcı buna ilk kez şahit oluyordu. O da güldü. İlk kez birlikte güldüler. Avcı daha yakışıklı Yıldız daha güzel görünüyordu. Avcı o an karısının üzerine atlamak istedi. Onu her zamankinden daha fazla arzuluyordu. Bu Yıldız, bambaşka bir Yıldız’dı çünkü. Ama atlamadı. Kendisini tuttu. Konuşmadan kahvelerini içtiler. Akşamın devamında Avcı yeni ev hakkında konuştu. Verdiği peşinatı, aylık ödemelerini anlattı. Hayaller kurdular. İlk fırsatta altınlarını ödeyeceğini söylemeyi de ihmal etmedi. Aldığı ilaçların etkisiyle Yıldız uyuyakalınca Avcı fincanları mutfağa götürüp makineye yerleştirdi. Geri geldiğinde, komodinin üzerindeki siyah defter gözüne çarptı. Adam defterini almaya gelmemişti. Onun için önemli bir şey değil miydi acaba? Eline alıp ikinci sayfasına baktı. Adamın güzel ve okunaklı bir el yazısı vardı. ‘’İnsan ki; düşündüğü kadar vardır. İnsan ki; düşüncelerini sözlerine yansıtabildiği kadar vardır. İnsan ki; sözlerinin hareketlerine yansıtabildikleri kadarıyla vardır. İnsan ki; arzuladıkları için sabredebildiği kadarıyla vardır. Kendisini üstün gördüğü hayvanlar kadar masum olabildiği kadar vardır. Susacağı yerde susması altın değerindeyken, konuşması gereken yerde susması zehir gibidir. İnsan ki; bu ikisini ayırt edebilip uygulayabildiği kadarıyla vardır. İnsan, her kimi karşısında görürse; bilsin ki o kendisidir. Bir haksızlığa uğruyorsa, kendisinden gelmiştir. Bir lütufla ödüllendiriliyorsa, bilsin ki; o da kendisindendir. İnsan alemde 1 tanedir. Birin içinde milyarlarca zerredir. Zerrelerin içinde sayısız inci tanesi sayısız cam kırığıdır. Suyu bala çeviren de insandır, suyu zehire çeviren de…1 tek insan yaşar dünyada ve o 1 tek insanın içinde saklıdır her bir duygu. İnsan ki; bilendir hangi duygunun peşinden su gibi akıp gideceğini… Bilse ki; zerreleri balçık gibi akıyorsa duyguların peşinden son sürat, insandır ki; kendini durdurmasını bilendir. ‘’ Sayfa şu dörtlükle bitiyordu:
Dövene elsiz gerek Sövene dilsiz gerek Derviş gönülsüz gerek SEN DERVİŞ OLAMAZSIN!
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.