7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
872
Okunma

Aniden yanan turuncu ışıkla irkildim. Benzinim bitiyordu. Işık yandıktan sonra yaklaşık elli mil gidebiliyordum. En azından arabanın imalatçısı öyle iddia ediyordu.
“Aynı şirket tüm bakışları üzerime çekeceğimi de iddia etmemiş miydi?”
Yoldaki en küçük motorlu arabaya bakanlar oluyordu elbette. Genelde sizi sollayan arabaların işsiz güçsüz yolcularıydı bu bakanlar. Onları görmezden gelmeye çalışıyordum ama gözlerinin üzerimde hissediyordum.
Hızımı azalttıktan sonra konsoldan daha kaç mil yol alacağımı okumaya çalıştım: Kırk yedi. Yeter miydi? Az önce bir otoyoldan çıkışı geçmiştim ama bir sonrakinin ne kadar uzakta olduğunu yazan tabelaya dikkat etmemiştim. Dijital haritam ise önümde dümdüz, sapaksız bir yol gösteriyordu.
Dikkatlice bakınca bu bölgeyi tanımadığımı farkettim. Evin civarlarında olsaydım kabaca kestirebilirdim. Ama burası... Burası neresiydi?
Bitki örtüsü yok denecek kadar azdı. Alabildiğine uzanan bir düzlükteydim. Sağ tarafımda, ama çok ileride, bir takım tepelerin siluetleri vardı. Pek araba da yoktu, ne gittiğim yönde, ne de karşıdan gelen. Gözlerim başka sürücüleri ararken, kumlu toprağa kısmen gömülmüş bir kamyonet iskeletinin yanından geçtim. Bir daha hareket etmemek üzere bozulduğunda içindekiler yol kenarına dizilip, kendilerini alacak bir araç beklemiş olmalıydılar. Ne kadar beklemişlerdi? Benzinciye varamadan yolda kalırsam ben ne kadar bekleyecektim?
Otuz iki mil! Ben bunları düşünürken kalan menzilim otuz iki mile düşmüştü. Hala "İki mil sonra çıkış var" tabelası yoktu. Dijital haritaya tekrar göz attım: Kafanı takma, devam et anlamına gelen düz bir yol gördüm. Geri dönsem miydi? Son geçtiğim çıkışa yetecek kadar benzinim vardı. Ama o çıkışta benzinci bulacak mıydım? Devam etmeye karar verdim.
Yirmi yedi mil! Yirmi Altı! Yirmi Beş!
“Yeter ama!” deyip, kalan depoyla gideceğim yol seçeneğinden vazgeçtim, ortalama sürati göster’e geçtim: Elli beş... Elli dört... Elli beş...
Klimayı kapatmak nedense aklıma epey geç geldi. Kafasızlığıma küfrederken pencereleri açtım. Açmamla çöl havasının tokadını yemem bir oldu. Araba hafif yalpaladı ama kontrolü kaybetmedim. Sıcaktı... Aklını kaçırmışcasına sıcaktı... Arabanın hareket ediyor olması bir şey değiştirmiyordu; hala sıcaktı. Kesinlikle yolda kalmamalıydım. Benzin depom ne durumdaydı acaba?
Strese dayanamayıp, arabayı bankete çektim. Yol bilgisayarından en yakın benzinciyi göstermesini istedim: Amaco, on yedi mil. Tekrar yola koyuldum. Hala kalan depoyla gidilecek menzil seçeneğine dönemiyordum. Başıma her ne gelecekse, gelecekti işte.
Bir süre daha gittim. Otoyoldan çıkış tabelası nedense “Evine hoşgeldin” tarzında bir hava yarattı bende. İyimserliğim benzin istasyonunu görünce yerini mutluluğa bıraktı. Pompalar çok eskiydi ama çalışıyorlardı. Arabam soğuk bira niyetine içti benzini.
Ben depoyu doldururken, istasyonu oluşturan barakadan yaşlıca bir adam çıktı. Görünürde benden başka yakıt alan birileri olmadığına göre çalışanlardan biriydi; büyük olasılıkla da bu köhne yerin tek çalışanıydı.
“Nasılsın evlat? Yolculuk nereye?”
Ben cevap vermeyince duraksadı.
“Yanlış anlama evlat. Merakımdan değil, sohbet olsun diye soruyorum. Anlarsın ya, pek sık uğrayan olmuyor.”
Onun söylediklerine fazla dikkat etmiyordum. Sorduğu soruya cevap vermemiş olmam ondan çok beni şaşırtmıştı. Yolculuğum nereye idi?
Nerede olduğumu bilmediğim gibi, nereye gittiğimi de bilmiyordum. Benzin uyarı ışığından öncesini pek hatırlamıyordum. İkaz lambası sanki bir çalarsaat gibi beni uyandırmıştı.
Benden laf alamayınca ihtiyar döndü arkasını, gerisin geri kulübesine döndü. Depo doldu, pompayı yerine koydum, pompadan çıkan faturayı cebime tıkıştırdım. Direksiyonun başına geçtiğimde hala nereye gideceğimi bilmiyordum.
Arabayı kulübenin önüne çekip içeri girdim. İhtiyar artık tedirgindi.
“Yardımcı olabilir miyim evlat?”
“Ben neredeyim?”
Bakışlarındaki şüphe biraz daha arttı.
“Santa Rosa’ya giden yolda. Otoyoldaki tabelalara dikkat etmedin mi?”
“Santa Rosa?” İlk defa duyuyordum.
“Santa Rosa evlat, Santa Rosa New Mexico. Yani Amerika. Yani dünya.”
Sözleri alaycıydı ama sesi hala tedirgindi.
“Peki sen nereden geldin evlat? Ne o, bunu da mı söylemek istemiyorsun?”
Bunu da bilmiyordum. Nereden geldiğimi bilmiyordum. Üzerimi yokladım, pantolonumun sağ cebinde bir telefon vardı. Aldım, on dört tane cevapsız arama. On dördü de aynı numaradan. Geri arama tuşuna bastım.
“Nerdesin!? Deli ettin beni. Neden şimdi arıyorsun?”
Karşıdakinin kadın olduğunu ihtiyar bile duymuştu. Başını başka yöne çevirdi, ilgilenmiyor gibi yapmaya çalıştı.
Şaşkınlığımdan sorusuna cevap vermekten başka bir şey aklıma gelmedi.
“New Mexico, Santa Rosa’dayım. Sen neredesin?”
Belki kim olduğunu sormam benim açımdan daha faydalıydı. Belki... Belki de değildi.
“Nerede miyim? Bıraktığın yerdeyim Tanrı’nın cezası. Evdeyim. Teksas’dayım. Tek başımayım. Sana hamile olduğumu söylediğimden beri böyleyim.”
“Hamile misin?” Bir olasılıkla çocuk bendendi.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Kendinle geç kahrolası. Hamileyim dediğimde beyazlaşan yüzünle dalga geç. Panik olup apar topar kaçmanla dalga geç.”
Telefonu yüzüme kapattı. Boş boş elimdeki telefona bakarken parmağımdaki yüzük dikkatimi çektim. Evliydim ama kiminle? Ne çok soru vardı cevabını bilmediğim. Ama her şeyden önce bir şey yapmam gerekiyordu. Az önce benzin pompasında kullandığım kredi kartını buldum ve üzerini okudum: İlhan Kemal.
Adım bu muydu?