29
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2928
Okunma


Ne vakit yatağıma uzanıp gözlerimi kapasam, meret bir elin gölgesinde uzanan kocaman bir gülümseme, gizlice bağrıma doğru yanaşır.
O vakitler genelde sema her daim bulutlu olurdu. Veya bana öyle gelirdi. Günlerime doğmayan güneşe olan özlemim, kafamın içinde kol gezen ayaz fikirlerin hengâmesinde boğulup giderdi. Kirli camın arka tarafında kalan puslu günlerde; her deviniminde sallanan kavak ağaçlarının soluk yaprakları, asfalt yolun üzerine süzülerek düşerdi. Beklenen akşamın kara yüzü, binanın duvarlarını yalayıp içeriye girmeye çalıştıkça, korkudan buz kesmiş ellerimi ısıtmak için gösterdiğim çaba kocaman bir hiçlikti. Müşkülât ruhumu zapt ettikçe korkunun ücra kıvrımları derin uykusundan uyanıp, aklımı kovalama başlardı.
Issız kalmak, hiç kimseye ait olmamak bu olsa gerekti. Lanet okuduğum çocukluğumun bedbaht hatıralarında, aklıma yerleşen tek şey tiksinme duygusuydu. Tiksinmek sonraları bende bir hastalık halini almıştı. Gördüğüm her koca elden tiksinir olmuştum. Bu öyle bir şeydi ki, sonu yok gibiydi. Rüyalarımı kâbusa çeviren elin varlığı, damarlarımda arsenik gibi dolaşıp beni hasta ediyordu. Günahkâr gecelerin soğuk iniltilerinde, kulaklarıma tıkadığım pamuk parçacıklarının yere düşüşüyle çıkan ses madeni bir tını gibiydi.
Tırmalayıcı ve tahammülsüz…
Çoğu zaman, tavanda dolaşan tahta böceklerin ayak izlerini takip ederken yolumu kaybeder, sonrasında yatağın kenarında duran bez bebeğin saçlarına bulaşan kan izlerine gözlerimi mıhlardım. Alayla gülümseyen bebeğimin gözleri bir müddet sonra ağlamaya başlar, kurumuş göz pınarlarıma inat yaşamımın yasını tutmaya başlardı.
Delice bir ağıtın ardından işitilen iniltilerin terli kokusu, kokuşmuş havanın her bir zerresine yayılır bayılacak gibi olurdum. Ne vakit ağzımı açmaya çalışsam, hain bir elin susturulmasıyla kelimeler gırtlağımın orta yerinde ur olurdu. Mıncıklanan naif bedenimin utançtan küçülen her bir uzvu, çaresizliğin ne derece ölümcül bir yara olduğunun şahidi gibiydi. Şafağın sökeceği vakte kadar süren çaresizliğim, günün ilk ışıklarıyla yüreğimin üzerinden süzülüp, açık pencereden dışarıya papatya tarlasına doğru koşmaya başlardı. Bedenime dar gelen yüreğimi onun peşi sıra salıverir, dağılan saçlarımın arsızlığından son derece utanırdım. Utanç iliklerimden sızıp yüzüme yansır, günlerce kimsenin yüzüne bakamaz olurdum.
Mahcup yaşamımın çekinik halleri, peşim sıra gelen bir gölgeydi. Hayat; uzayıp giden gölgenin hayalinde, küçülmüş bedenimin her günahının faturasını insafsızca ödetmişti bana
Neydi bu bahtsızlık? Neyin sonucuydu tüm olanlar?
Bana can verenler bunun hesabını ödeyebilecek güce sahip miydiler?
Hiç sanmıyordum.
Korkaktılar!
Birkaç saniyelik hazzın devamında peydahladıkları çocuğa sahip çıkmayıp, onu bırakıp kaçacak kadar korkarlar!
Zavallılar!
Aynanın kirli yüzeyinde beliren vücuduma, kaçamak bir bakış atıyorum. Sıfır bedene dönmüş sıska bedenimde, upuzun salınıp duran kollarım ne kadar komik duruyor. Sarı beniz derimin kıvrımlarına saklanmış tüylerim, sabırsızca ayaklar altında ezilmiş çimenler gibi yan yatmışlar. Umarsız bir duruşları var. Uykuda gibiler. Buna zıtlık, taktığım sutyenin süt beyaz duruşundaki saflık ve aydınlık diri ve canlı. Beyaz daima tercih ettiğim bir renk. Saf ve duru... Bana göre beyaz bakireliği temsil ediyor. Diğer renkleri kullanmak, bu bekâretin bozulmasına sebep olabilir gibi geliyor. Her ne kadar bakire kalmayı beceremesem de bunu istediğim gibi tahayyül etmek, koca bir kandırmaca dan ibaret belki. Lakin hayal etmek parayla mı? Değil mi?
Saçlarıma düşen gece lambasının eflatun ışığı, kızıl dalgalara şöyle bir dokunuyor, sonra burun kıvırıp yerde serili olan kilimin desenlerinde oynaşmaya başlıyor.
Mor halkaların etrafında kırpışan gözbebeklerimin kıyısında sönük pırıltısıyla bakan baykuş göz bebeklerimin mavisi durağan... Ağzımın iki kenarında bıçak keskinliğince uzanan çizgiler, çökük avurtlarımın pörsümüş zavallılığına inat canlılar. Aynaya yansıyan yüzümün güzel denilebilecek halinde bir çirkinlik sezinleniyor. Sanki bu iki yüzün aynı anda aynaya aksetmesi. Güzel ve çirkin... Bir arada.
Tepeme çıkan sinir halini kovmak adına, okkalı bir küfür dudaklarımdan dökülüyor. Aynaya savurduğum küçük bir tekmenin devamında, odanın ortasında duran karyolaya bir bakış atıyorum. Bir müddet sonra kulaklarıma çarpan ses, hiçte tanıdık gelmiyor.
_ Al sana günah yuvasının reklam panosu. Pirinç karyola!
Sahnede rolünün hakkını veren oyuncu gibiyim. Sergilenen oyun bir dramaydı. Ve ben sahnenin tek oyuncusuydum.
Çalınan kapının ardından, sahnenin kara perdesi kapanıyor. Ve ben sahnenin orta yerinde, şaşkınca etrafıma bakınıyorum.
Tiksinmem başlamıştı.
*
Nebahat karısına ağız dolusu küfürler savuruyordum. Sürtük karı, eminim şimdi sofadaki sedirde bağdaş kurmuş mesut bahtiyar oturuyordur. Gecenin hâsılatını koca memelerinin arasına sıkıştırmış, ara sıra eliyle okşarcasına yoklayarak midemi bulandıran gülücüklerini etrafa saçıyordur. Kokuşmuşluğun arasında kendisine mutlu anlar yaratan bu kadın, hayatımın en çıkmaz anında karşıma çıkıp, sözüm ona her şeyi ona borçlu olduğum kurtarıcımdı. Gökten zembille inen kanatsız bir melekti. Ona göre biz orospuların bir damı olmalıydı. Neydi öyle sokaklarda elin adamlarına kaş göz yapmalar. Kadın denen varlık asaletli olmalıydı. Kendini ağırdan satmalıydı. Kadın bir kuştu ve onu kovalayan da erkek kuş olmalıydı.
Her bir herifin altında ezilip dururken, Nebahat karısına şükranlarımı sunuyordum. Kaybolup gidenler içinde dualarımı eksik etmiyordum. Çetrefilli doğumumun günah keçisi seçilmiş olan ben, kendim için ise, hiçbir şey dilemiyordum. Sonu gelmez yaşamın her saniyesinde, var oluşumun dayanılmaz varlığını hissetmek, közlenmiş yaraya tuz basmak kadar acı veriyordu. Bazen bu acıyı hissetmek, delicesine iyi geliyordu bana. Kimi vakit beni tedirgin eden bu iyilik, aklımın başımda olmadığını hatırlatıyordu. Sinyali yanıp sönen bir kamyon gibiydim. Arada canlı ama çoğu zaman ölü…
Eskimiş karyolanın gıcırdayan raylarına karışan boğuk iniltilere kulağımı tıkamıştım. Çekilen setin ne önemi olabilirdi ki? Bu ses beynime kazınmıştı. İstediğim an onu duymamak gibi bir lüksüm yoktu. İşte laf ola beri gele. İnsan alışkanlıklarından vazgeçemiyordu.
Yatağın dibi, yuvarlanmış pamuk parçacıklarıyla doluydu. Arada bir rastgele tekmeler atıyordum onlara. Kar taneleri gibi etrafa saçılmaları hoşuma gidiyordu. Çocukluğumun kenar köşelerinde, fantasma olarak kalmış kardan adamlar yapıyordum. Lakin havuç yerine kar adamın burnunu rimelimle tamamlıyordum. Yanaklarına biraz allık sürüyordum. Üşümesini istemiyordum. Altını harladığım sobanın alevinde, bir müddet sonra eriyip gidişini hüzünle izliyordum.
Yatağın üzerine serili olan, beyazdan griye dönmüş çarşafın üzerinde fütursuzca duran ellere takılıp kalıyorum. Kâbuslarımdaki gibiler. Kıllı ve kocaman... Uykunun esaretinde gevşeyen ellerin canlı duruşundan tiksiniyorum.
Başımı diğer yöne çeviriyorum.
Yatağın sarsıntısından yere yuvarlanmış bez bebeğim, sırt üstü yatıyor. Boynunun hemen kenarından bir baş daha uzanıyor. İki başlı haliyle tıpkı bana benziyor.
Ezik ve bîçare…
Alelâcayip.
Bu sefer benim yasımı tutmuyor. Yarım kalmış bir hali var. Ağlıyor mu ne?
Uzanıp alıyorum.
Titreyen bacaklarımı sürükleyerek pencereye yöneliyorum. Yüzüme çarpan temiz havayla sersemler gibi oluyorum. Bebeğimi bağrıma basıyorum. Minik bedeninin çırpınışlarını usulca dindirmeye çalışırken, bu sefer ben onu için yas tutmaya başlıyorum.
Usulca.
Ve.
Ağlamadan.
SEVİLAY DİLBER