7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2340
Okunma

DÖLÜNDE BOĞULAN ADAM
Nereden bileceksiniz ki Ari’yi?.. Onun sevgisini dostluğun içine gömen altın kalbini... Mertliğini bile gizleyen bu insanları anaları, karıları, kardeşleri,çocukları bilemez ki, siz nereden bileceksiniz?
Üç yıl oluyor onunla tanışalı. Boşanmaya kararlı olan karısından ayrılmadan önce. Elinde ve avucunda ne varsa satıp bir ev satın alarak bu zalim dünyada onları güçsüz bırakmama düşüncesine; abartıyor, bir insan boşanacağı karısını bu kadar da düşünmez diye baktığım, yaptıklarına hayran kaldığım günlerde tanıdım onu.
Göt kısmetten çıkınca uçkur dokuz yandan kopar, derler. Bu pırlanta insanın karısının kendisinden ayrılmak istemesiyle büyüyen bunalımı, oğlan ve kızın da anaya ittifakıyla doruğa çıkmıştı. Daha öncesinden de bir miras konusundan dolayı ablasıyla arası açıktı. Aslında karşı karşıya kaldığı bu haksızlıklara iç dünyasında küsmüş, olayları da insanları da yavaş yavaş kalbinden çıkartıyordu. Gerçekte ise, insanlara onların size yaptığı hatayı aynen izah etmek ve gereken her şeyi o insanın yüzüne söylemek gerekir.
İşte bu dostum dün intihar etti. Neyse ki, henüz ölü değil.
Mesaj çekerek veda ederken bana da selam bıraktığı müşterek dostumuz beni aradığında, ondan çok uzakta bambaşka bir işle meşguldüm. O andaki çaresizliğimi anlatamam. İnsan böyle bir haber alıp da nasıl çıldırmaz, bilmem.
Derhal bir adamımı telefonla arayarak evine yönlendiriyorum. Kapı, bütün kilitler kapatılarak adeta mühürlenmiş. Aynı hızla temizlikçi kadını buldurup, ona bıraktığı anahtarları aldırıyorum. Bir hayli uğraştan sonra kapı açılıyor. Ben hala yoldayım. Maslak’la Bakırköy arasını kırk beş dakikadan önce almak imkansız. Arabayı deli gibi sürüyorum ama emniyet şeridinden yol almak bile süreyi kısaltmıyor. Adres vererek yönlendirdiğim ambulanstan bilgi alıyorum.
Durumu çok ağır. Okmeydanı İlk Yardım’a götürüyor araç onu. Rotayı oraya çeviriyorum. Önümden giden ambulans o olabilir.
Allah kahretsin, park yeri yok. Arabayı nereye bırakacağım şimdi ben? Yok etmek mümkün olabilir mi? Her hastanede bu sorun yaşanıyor. Yoksa mimarlar hasta yakınlarının hastaneye at sırtında mı geleceğini hesaplıyor?
Bir dostum dün intihar etti. Henüz hayatını kaybetmiş değil, neyse ki. Sadece komada.
Acile girip, elini tutuyorum. Nafile. Etrafımda doktorlar koşuşturuyor. Hayata döndürmek için koşturuyor, sağ yanından sola geçiyorlar. Yatağın yanı başında bir torba var. İçinde boş ilaç kutuları. Tam yüz seksen iki adet hap yutmuş. Doktorlar ellerinden bir şey gelmediğini, midesini bile hapların içinde yumak halinde kaldığı için zor yıkayabildiklerini, kana karışan ilaçlar nedeniyle sorumluluk alamayacaklarını, hastanın derhal yoğun bakım ünitesi olan bir hastaneye sevk edilmesini söylüyorlar.
Koca İstanbul ha!
Bence bir tarih çöplüğü üzerinde sığıntı gibi yaşıyoruz. Her yer özel hastanelerle dolu. Yoğun bakımsa masraflı olduğu için çoğunda yok. Devlet hastaneleri de yetersiz ve full çeken oteller misali dolu. Neyse ki, her birinde bol miktarda morg var. Yani, ölürsen sorun yok.
Peki, yoğun bakım ünitesini biz nasıl bulacağız? Birisinin ölüp de yatağı boşaltmasını mı bekleyeceğiz?
İki saate yakın bir zaman geçirdik Okmeydanı’nda. Orada durmadan yoğun bakım ünitesi olan bir hastane arıyorum. Eyvah, bir vefat ve bir yatak boşalıyor. Her ölüm bir doğumdur derler ya, aynen öyle. Yatağın boşalmasına mı sevineyim, trafik kazasından ölen babalarına, kocasına ağlaşan üç küçük çocukla kadına mı üzüleyim? Ne hayat ama... Acılar ve tatlılar.
Dostumu kendi ellerimle yerleştirdiğim modern ambulansta iki hemşire ve bir doktor da var. Ambulansın önüne kuruluyorum. Ver elini Yenibosna Safa Hastanesi. Haydi, diyorum tecrübeli şoföre. Sirene basıyor bütün ışıkları yakarak. Siren, korna, anons, ikaz inanın hava. İstanbul şoförleri o kadar alışmış ki tüm bunlara, kıpırdamak bile istemiyor. Belki de fütursuzca geçiş üstünlüğü kullanan polis,ambulans, kalantor taklitçileri, çakar takmış itler ve vekil eskortlarının ikazlarından, vort vort çalan kaba kornalarından sıkılmış olabilirler.
Durum acil, oğlum gidiyor.
Birkaç kazanın resmen ucundan döndük ama sonunda zamanında yetişip, ölen yaralının yerine yatırmayı da başardık.
Koridorda diğer hasta yakınlarıyla birlikte bekleşiyoruz. Hemşirenin aniden elime tutuşturduğu siyah naylon poşetle irkildim.
Siz hastanın yakını mısınız?
Şükürler olsun ki, yatanları anadan üryan soydukları için rutin bir uygulamaymış.
Az sonra yanıma gelen doktor da soruyu tekrarlıyor: “Siz yakını mısınız?”
Evet, demekten başka çarem yok. Hastanın ailesine haber vermem gerektiği ikaz üzerine bu görevden kaçamayacağımı anlıyorum, başım önümde.
Önce oğlunu arattım. Babasının durumunun kendisini hiç ilgilendirmediğini söylemiş. Aferin oğlum. Aferin yavrum.
Sonra ablasını aradım. Eniştesi çıktı telefona.
“ Onun ablası yok. Bizi ilgilendirmiyor.”
O an öylesine çıldırıp anasının, kızının, karısının hatırını öyle bir sormuşum ki, hastane güvenliği zor yatıştırdı. Demek, gerçekten tek yakını benmişim.
Evet dostlarım, dün Ermeni kökenli bir Türk arkadaşım intihar etti. Kurtulmak istedi bu iki yüzlü insanlardan, bu cenabet dünyadan.
Sabaha karşı yazıyorum bu satırları. Kurtulursa sevinmeli miyim?
Yoksa hazin bir kurtuluşa engel olduğum için üzülmeli miyim?
Ölmezse eğer, kızar mı bana?
Yaşaması için ne sebep gösterebilirim? Bilmiyorum.
Tanrı bütün erkeklere, her canlının erkeğine onun yüce eliyle kullanılmak üzere ürememize yarayan, geçmiş genleri yeni nesillere taşıyan ve üzerine başka mucize kabul edilemeyecek spermler verdi. Milyonlarca, milyarlarca... Her biri iç dokusunda o cinsin kalıtsal özelliklerini, yapısını, geleceğini taşıyan gözle görülmeyen kutsal tohumlar...
Peki, bu kutsal tohumları saçtığımız tarlanın yeşerip serpildikten sonra fidanları bencilce etkilemesine ne demeli?
Bir adam karısından ayrılınca çocuklarını, evini, parasını ve hatta benliğini de ona mı hediye etmeli? Bu çok gaddarca değil mi?
Bir baba değil parasız pulsuz, ibne bile olsa ayırmayın çocukları babalarından. Bir boşanmada erkek çocuklarından değil, eşinden ayrılmak ister. Çocuklar iki tarafa da eşit mesafede olmalı. Hiç ayrılmamış gibi iki tarafça da sahiplenilebilmelidir.
İsimlerini koluna dövme yaptırdığın çocukların, okul taksitlerini ödeyebilmek için çırpınıp şundan bundan borç dilendiğin çocukların değil sana gelmek, seni son bir defa bile görmek istemedi. Çünkü pilin bitti dostum. Saçtığın menilerden oluşan fidanlar seni yalnızlığa mahkum ettikleri için canına kıymaya kalktın. Kurtulman çok zor, biliyorum. Yüz seksen iki hap yutup da aradan bunca zaman geçtikten sonra kurtulan pek yok,dostum.
Bir kadın ona evlat veren, onu üretken kılan bir erkeğe karşı onun dölünü kullanmamalı. O erkek kim olursa olsun, varlığına can kazandıran, dölüyle onu tohumlayan, ana yapan erkeği asla bu denli düşman görmemeli.
Zor şu hastane koridorları... Yoğun bakım önünde volta atmak çok zor,dostlarım.
Benim gibi kapı önünde bekleşen bir kadının kaza geçiren kocasının ölüm haberini aldığında kendini nasıl yerlere attığına, nasıl tükendiğine şahit oldum ben.
Ama sen ölürsen Ari, seni benden başka bekleyen yok. Üstelik ağlamayacağım.
Yediremem kendime. Sana yapılanlara, o haksız iftiralara ağlamayacağım.
Paran yok.
İşini bir maliye cezası yüzünden dağıttın.
Kadının yok.
Çocukların yok.
Bir kedin bile yok.
Kiranı ödeyemiyorsun. İnternetin kapalı. Telefonun kesik. İçecek su almak için bile paran kalmamış. Cebinden dört demir lira ve kızının resmi çıktı. Seni neden kurtardım ki, dostum?
İnsan ağlaya ağlaya, istemeden, sırf mecburiyetten o tek delikten çıkarak başlar çile çekmeye. Ama dünyada çıkış yolları sonsuzdur. Bu yolları ya tanrıya bırakırsın, ya da kendin seçersin. Senin seçtiğin, doğru kabul ettiğin bu yola engel olmakla hata mı ettim? Hayatında ne düzelecek ki, o yoğun bakım odasından yürüyerek çıksan bile? Aynı çöplüğe dönmen, aynı beklentilerle telefonunu açman, mesajları tekrar tekrar karıştırman, hiç gelmeyecek çocukların için yaptığın odalara kapıyı aralayarak bakıp, resimlerini öperek ağlaman için mi? Seni ben neden kurtardım dostum? Ne güzel hayal ve rüya alemine dalmışken dölünde boğulmaktan seni neden kurtarıyorum ki? Bu çabam niye dostum?
Bu satırları hastanenin ölüm ve gözyaşı kokan koridorunun sonunda, plastik bardaklarla artık sandviçlerin köşelerde yığın olduğu taşan çöp kutularının yanında yazıyorum. Kendi muhakememde ötenaziye ılık bakan biriyim. Öyleyse, odadan çıkan her doktora seni sorarak, yaşaman için tanrıya dualar ederek tanrıyı ve doktorları neden bıktırıp, kızdırıyorum?
Neden hemşirelerden yalvaran gözlerle sağlığın hakkında bilgi dileniyorum?
Neden geçmiş olsun diyen diğer hasta yakınlarına senin güzelliklerini anlatıyor, yalanlar söyleyerek karın ve çocuklarının Amerika’da olduğunda ısrar ediyorum?
Sabah oluyor, dostum. Kurtulursan, güneş, sicim gibi yağan yağmurun ardından nur ışığı gibi parlayacak. Ölürsen, iki yılda yaşadığımız her güne, içtiğimiz her kadehe, güldüğümüz her şakaya bir daha bir daha teşekkür edeceğim. Ölme ne olur!
Haydi, yine de kalk o yataktan. Geçmişin seni saran pis kokusuna inat ve dimdik. Geçir şu akordeonun kayışlarını omuzlarından.
Ben de çok yorgunum, dostum. Bir ölüm, bir cenaze daha kaldıramam artık.
Kalk ve “ Beni neden çıkarttın, yine ağlayacağım bu rezil dünyaya. Ne güzel boğuluyordum dölümde; yavaş ve sessiz” de bana. Sonra da çal o sarı gelini. Söyleyelim bir daha, ben rakının buzunu koyarken, sen çatalla uzatırken peynir ve kavunu ağzıma. Söyleyelim bir daha. Bir daha söyleyelim, dostum.
E.Yaşar Ovalı 31.03.2012