- 1048 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİZİM KÖYDEN MEKTUPLAR - 3
Sevgili Oğlum Mehmet Ali, 3.
Mektubuna bu sefer biraz geç cevap vermek zorunda kaldım. Bizleri tarla, bağ işleri derken; bir de konu komşunun meseleleri oyaladı.
Konu komşu dedimse hemen aklına kötü birşey gelmesin. Bizim mahalleye komşu olan mahallede oturan Boğaları bilirsin. Hani canım, sen çocukken küçük çocukları evin üstünden düşüpte ölmüştü ya... Hem onlar anan tarafındanda birazcık akrabamız olurlar. Nasıl akraba oluyorlar, aslını sorarsan ben de pek bilmiyorum. Köy yerinde birbiri ile akraba olmayana pek rastlanmaz.
Neyse, bu Boğaların Mehmet iki sene önce askerden geldi. Yakışıklı bir delikanlıdır. Boyu posu da yerindedir. Fakat, buna rağmen iki sene zarfında evlenemedi. Kimin kızını istetti ise, hepsi de aşağı yukarı aynı cevabı vermişler.
„Bizim kızımız, çobana çiftçiye varacak kızlardan değil. Küçük bir memur olsaydı da kızımız onun kravatını yıkasaydı“ gibi sözleri Mehmet’in babası duya duya öfkelenmiş.
Bunun üstüne;
„Bir daha kız istemeye gitmeyeceğim“ diye diretmiş.
Halbuki eskiden böylemiydi. Boğaların Mehmet’in babası köyün en güzel kızını almıştı. Kız babası Boğalara kızını verirken;
„Damatgilin yeterince tarlaları, bağları ve bir de büyük koyun sürüleri var. Kızım, yağı, yoğurdu tuluktan, pekmezi de küpten yiyecek“ diye köyün içinde kasım kasım kasılmıştı.
Ne diyeceksin Mehmet Ali’m, zaman değişti. Ben de o zamanlar orta halli birisiydim... Ne yalan söyleyeyim ananda da gözüm vardı. Demek ki, o vakitler malım, mülküm olmasaymış müzmin bekar olarak kalacakmışım. „Olur mu böyle şeyler, baba?“ deme. Gurbetçi Rıza, eskiden oldukça yoksuldu. Kimin kızını istetti ise zavallının bir dayak yemediği kaldı. Komşu köylere de elçiler gönderdi. Bu kadar gayret etmesine rağmen, bir sonuç alamadı. Karşı dağdaki yayla köylerinden birisinde, iki çocuklu bir dul kadın buldu. Tam onunla evlenecekti ki, Gurbetçi Rıza, birden ortadan sır oldu. Ardından bin türlü laf edildi.
Kimi, „Zavallı kahretti“ kimi de „Belki utancından kendini ıssız bir yerde asmıştır“ diye söylendiler.
Aradan böylece dört sene geçti. Artık, Gurbetçi Rıza’da unutulanlar listesindeydi. Onun adını, sanını ananlar ve hatta hatırlayanlar bile yoktu. Sanki koskoca Gurbetçi Rıza, bizim köyde yaşamadı. Yoksul ve garip olduğu içinde ardını arayan da olmadı.
Bir yaz günü köyün kahvesi önünde bütün köylü ikindi vakti oturmuştuk. Sohbet ediyorduk. Biliyorsun; yaz günleri ikindi üzeri kahvenin önündeki bu sohbet çok neşeli olur. Bizim köye öyle pek sıkça araba ve taşıt gelmez. Köyün altındaki şöse yolundan bir toz bulutu kalktı. Toz buludunun yüksekliğine bakarak, gelenlerin acele bir iş için geldiklerini zannettik. Köy bekçisi;
„Jandarmalar geliyor her halde!“ diye mırıldandı. Bu sözler dalga dalga büyüyerek herkesin kulağına gitti. Köyümüzde o anda ne suçlu vardı, ne de asker kaçağı. „Jandarma“ sözüyle, hepimizi bir korku sardı.
Toz bulutu gittikçe yükseliyor ve yaklaştıkça da büyüyordu. O bize yaklaşınca, korkumuz daha da artıyordu. Kahvenin önünde oturan bütün köylülerde „Çıt!“ yoktu. Ortalıkta dolaşan karasinekler „Vınggg, vınggg!“ diye Amerikan savaş uçakları gibi ses çıkarıyordu. Kurupınar dönemecini dönünce gelen taşıtın asker veya jandarma jibi olmadığını gördük. Hepimiz rahatladık.
Karakılçık Ismet, hemen yerinden kalktı ve;
„Ben eve gidiyorum“ diye yanımızdan ayrıldı. Meğer, iki gün önce komşusu ile kavga etmişler. „Jandarma“ gelecek diye korkup duruyormuş. Karakılçık yanımızdan ayrıldı. Ayrılmasına ayrıldı lakin, o giderken çok ağır bir koku arkasından onu takip etti.
Kurupınar’ın dönemeçten sonra gelen taşıtın hiç görmediğimiz bir biçimde bir taşıt olduğunu gördük. Artık köyümüzün yoluna girmişti. Harman yerinden de tozu dumana katarak geçti. Kahveye doğru yaklaştı. Taşıta doğru hücum eden çoban köpekleri, onun hızına yenildiler. Oldukları yerde bir müddet havladıktan sonra yenilgiyi kabul ederek, gölgeliklerine çekildiler. Değirmen Deresi’ne doğru giden Dombak Ahmet Dedenin eşeği ürktü. Dombah Ahmet Dede eğreti bir şekilde oturduğu eşekten neredeyse düşecekti...
Kahvenin yanındaki koca çınarın gölgesi altında bulunan masada kağıt oynayan muhtar, oyunu bıraktı. Tepesi dökülmüş, şakakları beyazlamış saçlarını kasketiyle örterek, kendine çeki düzen verdi. Köy bekçisi de yanına geldi. Hemen muhtarın arkasına geçerek, hazır ol vaziyette beklemeye koyuldu. Bir elinde de kalın çoban dayağını mavzer gibi tutuyordu.
Bizim ağzımızı kilitleyen, tozu dumana katan taşıt geldi ve „Zınk!“ diye yanımızda durdu. Sanki büyülendik. Yerimizden kıpırdamadan, sadece boyunlarımızı çevirip, taşıta baktık. Hayret ettiğimiz bir nokta da taşıtın içinde sadece bir kişi vardı. Biz ona, o da bize arabanın içinden baktı, baktı... Adeta donmuş kalmıştık. Neden sonra muhtar, köy bekçisine eliyle işaret etti. O da gidip taşıtın kapısını açtı. „Buyurun“ diyerek yol gösterdi. Arabanın içinden bir adam çıktı ki, sen de görsen şaşırırsın. Maşallah, herif çıta gibi ve çok güzel giyinmiş.
Geniş fötr şapkasınının kenarından tutup yanımıza geldi. Şapkasını aynı bizim ensesi kalın başvekil gibi havaya kaldırıp;
„Selamün aleyküm ağalar!“ dedi. Hepimiz sağ ellerimizi kalbimizin üstüne bastırarak, hep bir ağızdan;
„Aleyküm selam beğimiz!“ diye karşılık verdik. Bu selamlaşmadan dolayı aramızdaki buz dağları erimiş oldu. Muhtarın yanındaki baş aza yerinden kalktı ve sandalyesini yeni gelene verdi. Adamın üstündeki elbiseyi o güne kadar ne kaymakamın, ne valinin, ne de bizim mebbusların üzerinde gördük. Onun, bu kadar güzel giyinmesi bizi adeta büyüledi. „Herhalde, milletvekilinden de üstün birisi“ diyerek onun ile kimse konuşmaya cesaret edemedi.
Gömleği kar gibi beyazdı. Boynundada öğretmenin kravatından vardı. Masanın üzerine şapkasını gayet nazikçe koydu. Biliyorsun bizim köyde en iyi fötr şapkayı Berber Süleyman giyer. Bunun şapkası ondan kat kat üstün. Adam, çeketinin cebinden çok güzel bir kutu çıkardı. Hepimiz merakla ne yapacak diye bakıyorduk. Kutuyu açtı ve içinden ucu sarı renkli bir sigara çekti. Dudakları arasına kıstırdı. Öbür cebinden de küçücük bir şey çıkardı. Bir de ne görelim: Altın renkli, küçük bir tabanca. Sigarasına doğru ateşler gibi yapınca göğsü ayı gibi kıllı yiğitlerin bir çoğu, korkudan kendini masaların altına attı. Ne yalan söyleyeyim ben dahi korktum. Saklanacak yer aradım. Meğer, o tabancaya benzer şey, çakmakmış. Daha sonra da hepimize sigara tuttu. Içenler de, içmeyenler de birer tane o güzel sigaradan aldık. Fakat, kimse tabancaya benzeyen çakmağa el sürmedi.
Büyülenmiş gibi biz onu izlerken, adam kravatını düzeltti ve kahveciye dönüp;
„Kahveci Ali Ağa, benden herkese çay, kahve, gazoz ve meyve suyu ver“ deyince daha da şaşırdık. Köyün imamı;
„Efendi oğlum, hangi memleketten gelip, nereye gidiyorsunuz?“ diye sordu. Hocamızın adını da söyleyince; şaşkınlığımız bir kat daha arttı. Öteden beri duyardık. Bazen devletin, ya da yabancı devletlerin ajanları dolaşıp, vatanımızı kontrol ederlermiş. Yabancı casuslar ülkenin huzurunu bozmak için yerli işbirlikçileri bulup, anarşi çıkarırlarmış. Bu tür olanların kimisi çerci, kimisi gezici bakkal, kimisi tahsildar, kimisi de böyle kıyak bir şekilde giyinmiş olarak gelirmiş. Bunlar köyde kalırlarmış. Bütün köylünün gizlisini, saklısını araştırıp öğrenirlermiş. Ekseriya bu ajanlar köylülere adıyla hitap ederlermiş. Hepimiz daha çok korktuk. Rengimiz attı. Kimse de ses yoktu.
Çayını yudumlayan adam, Gök Yusuf’a dönerek;
„Fatma’yı evlendirdin mi, Yusuf Ağa?“ deyince neredeyse hayretten küçük dilimizi yutacaktık. Gök Yusuf, konuşamadı. Kekeledi. Bizlerde de çıt yoktu. Bu arada Hacının Ömer geldi. Hani şu akıl hastası olan mecnun delikanlı. Her gelen yabancıya hemen „Hoşgeldin! Beş ver!“ der ya. Işte o gün, o şık adama gitti ve;
„Hoşgeldin“ dedi. Sonra da elini açtı. Adam, cebinden en büyük kağıt parayı çıkarıp;
„Al bakalım Ömerciğim“ deyip, onun avcuna koydu. Gözlerimiz faltaşı gibi açıldı. Bu kadar büyük parayı kimse ömründe görmemişti. Hacı’nın Ömer, o adamın sesini duyunca;
„Hoş geldin Gurbetçi Rıza“ dedi. Meğer bu herif şu bizim cıbıl Gurbetçi’ymiş. Akşam namazına kadar konuştuk. Evlilik konusunda köylüye gücenen Rıza, köyü terkedip Almanya’ya işçi olarak gitmiş. Bu postu da orada düzeltmiş. Gök Yusuf, Fatma’yı ona kendisi teklif etti. Rıza’nın da onda gözü varmış. El birliği ile bir zengin düğünü yaptık ki, dillere destan oldu. Tam yedi tane koç kesildi. Burnumuzdan gelinceye kadar yedik, içtik.
Boğaların Mehmet’te aynı Gurbetçi Rıza gibi yapmak istemiş. Fakat, eskisi gibi Avrupa’ya işçi alınmıyormuş. Bütün yollar kapanmış. O da kalkıp Arap ülkelerinden birisine gitmiş. Çölün ortasına bunları bırakmışlar. Orada bir fabrika yapıyorlarmış. O fabrikayı da Amerikalılar bombalamışlar. Sahipsiz ve parasız ortada sap gibi kalakalmış. Kırk kişiden dayak yemiş gibi bir hal ile köye geldi. Üzüntüsünden ve çektiği sıkıntılardan dolayı aylarca hasta yattı. Herkese Gurbetçi Rıza’nın şansı gelecek değil ya... Kimisi kazanıp, kimisi de kazaya uğrayıp geldi.
Seni çok özledik oğlum. Hiç izinin yok mu?. Bu bayrama bir gelirsen; anan da, ben de çok sevineceğiz. Gözlerinden doya doya öperiz canım oğlumuz.
Halil GÜLEL