20
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2025
Okunma

Bütün gitmek zorunda bırakılan kalbi kırıklara...
Bulanık bir havada ikindi kızıllığı düştü Talip’in şakağına. Sustuğunun tam birinci saatinde dudakları kıpırdadı. Bir şey diyecek sandım. Rüzgar kıvırcık saçlarını gözlüklerinin içine soktu. Bir kafa hareketiyle açtı alnını yeniden. Alnındaki yara izi kırıştı.
“Bakma kız öyle” dedi nihayet. Yalnız dili şişmiş de pelteleşmiş ağzında ısırıp durmaktan. Sustu yine. İlerideki durağa baktı. Parladı gözlükleri. Otobüs bekleyen Hamiyetin, çorabını çekişini gördüm camlarından.
Başını yere eğdi. Ayağıyla suda şişmiş bir izmariti ezerken “Bu kızın sonu hayır değil” diye mırıldandı. Hamiyete baktım. Yeşil mantosunun kolları kısalmış. Yedi yüz yirmi üçü bekliyor. Sanayiye gidecek. Daha var saatine. Çantasını bileğine takıp ellerini cebine sokuyor. Yanındaki kız bir şey anlatıyor ona. Ara ara Talip’e bakıyorlar. Kız gülüyor, Hamiyet ağzını örtüyor kızarmış parmaklarıyla.
Talip’i otobüsten çıkarttılar. Enayi, yolcunun birini haşlamış. Ne imiş; adam “bu yolları yapan devletin” demişmiş. Yol nimetmiş, yola sövülür müymüş? Anasını bu yoldan geçip de yetiştirmişler Tıp Fakültesine. Babası bu yoldan incelip gitmiş gurbete. Çalışmış da bakmış onları.
“Talip kızma ama, sende kabahat. Bak ne oldu? İşinden oldun, hem de yerine Hamiyet’in nişanlısını aldılar.”
“Haklısın” dedi. “Ben bu yolların anası…” Bitiremedi sözünü. Anası geldi aklına.
Yedi yüz yirmi üç göründü ilerideki durakta. Talip yaslandığı duvardan söktü kendini. Ellerini cebine sokup karıştırdı. “Yok” dedi. “Kentkartımı unutmuşum.”
Olacak iş mi. Beşe ne kaldı şurada. Ramiz’in deyyusluğu tutar şimdi. Almaz arabaya. Laf sokar, Talip de döver onu…Döver onu! Döver mi döver!
“Ulan Talip, yalan diyorsun. Kartını falan unutmadın. Ramiz’i dövesin var değil mi?”
Çenesindeki beni kaşıdı. Sanki gülümsedi biraz. Hamiyet’in arkadaşı kahkaha attı o sıra. Döndük baktık. Ellerindeki çekirdeği çitletiyorlar. Ağızlarındaki kabukları tükürürlerken, acayip bir buhar tütüyor durağın üzerinden. Hemen yanlarındaki sıska kız, mantosunun altındaki hırkanın örneğini tarif ediyor birine. “İpi Salih’ten al. Yumağı iki lira şekerim.”
Hava soğuk. Ne yağmur yağacak gibi, ne güneş bir zamanlar geçti bu gökyüzünden. Mevsimlerin de Araf’ı oluyormuş.
Biraz ceset kokuyoruz hepimiz. Gözlerimiz kırıntılara benziyor. Havanın ve gökyüzünün umurunda değiliz. Yukarda ne oluyorsa oluyor, ceremesini biz yerdekiler çekiyoruz. Kim kızdırıyor Tanrı’yı böyle!
İşte böyle. Talip bunları düşünüyor şimdi. Laf olsun diye. Maksat Hamiyet’i unutmak. Yedi yüz yirmi üç tıslayarak durdu karşı durakta.
“Hadi Talip, geçelim karşıya.”
“Git lan başımdan. Anam ant içti. Artık gömleğimi dikmeyecekmiş.”
Talip’in siyah bir ceketi vardı. Liseden kalma. Kadife, dirsekleri kahverengi deri. Halası İsviçre’den yollamış. Ne vakit onu giyse, kavga eder yüzü gözü yırtık gelirdi eve. Anası dayanamadı gayrı. Kaldırdı attı ceketi. Biraz duruldu Talip. Büyüdü tabi. Akıl iliklerine yürüdü. Fakat bu Hamiyet olmasaydı.
“Kuzu kurdun yol Fordun anam!”
Ramiz’in muavini kapının iki yanındaki kollara tutarak yola doğru sarktı. Gözleri bizde.
“Kız sana mı asılıyor bu it!”
Hışımla karşı durağa geçti Talip. Hamiyet avucundaki çekirdekleri durağın kenarına döktü. Eşarbının uçlarını sıkıp bindi otobüse. Hem de motor üstüne oturdu. Ramiz’le omuz omuza geldiler.
Serçeler çekirdeklere uçuştu. Kanat şıkırtıları Talip’in çamurlu suya bulanmış ayak seslerine karıştı. O sıra güneş yıkık kaşının tekini gösterdi göğün kenarından. Yedi yüz yirmi üç kıpkırmızı parladı. Ramiz ve Hamiyet kayboldu ön camdan.
“Kartın yoksa in arabadan!”
“Sen kimsin be!”
Kravatından yakaladı Ramiz’i. Sürüyerek indirdi yaylı koltuğundan. Arka cebindeki Fener tarağı boncuklu hasıra takıldı. Hamiyet kızarmış parmaklarıyla örttü yine ağzını. Arkadan bir hanım teyze seslendi: “Dağ baş mı burası evladım!”
*
Yedi yüz yirmi üç homurdanarak kalktı. Talip ve ben bir de çekirdekler kaldık geriye. Hamiyet’in bir babası daha olacak bu akşam. Önlüğünün fosforlu çizgileri çekirdek artıklarını aydınlatırken, kirli sakallı bir belediye işçisi, önce talihine sövecek, sonra Hamiyet’in anasına.
Serçeler ürktü de gittiler uzak duraklardan birine. Başka çekirdeklere kondular. Ramiz ağladı biraz. Sonra güldü kolundaki diş izine bakarak.
“Karı kılıklı, ısırmış bir de bak.”
Talip yanlış biliyor. Ben ısırdım onu. Dudağımda hala tuzlu deri parçaları. Ne yapacaktım? Adamı boğacaktı.
Biz yolun karşısına geçerken güneş yıkık kaşını da söktü göğümüzden. Biraz daha bulandı yol kenarındaki birikinti. Tiksintiyle baktı bize ve birikintiye yuvarlak karınlı susuz bir serçe.
Hiç ikindi vakti, güneşsiz bir günde gölgesi çıkar mı adamın? Talip’in çıktı. Birkaç saniye açtı kollarını önümüzde. Talip cep telefonunun camından acıyan gözüne bakıyordu o sıra. Çaktırmadan ağlıyordu bir de.
Biz yürüdük gittik. Gölge karnını bastırdı ve yığıldı durağın dibine. Talip hafif şimdi. Serçeler den bile hafif.
“Unut gitsin dostum. Başka yolun yok!”
Güldü.
“Bütün yollar benim kız. Yol verenim çoktur çünkü.”
Talip’in yolları vefakardır. Alır dolaştırırlar ve en dolaşmış anında hiç şaşmadan aldıkları yere bırakırlar tekrar. Yürüdük gittik. Yollar kuşlara kaldı. Biri uzun uzun öttü arkamızdan. Ramiz’in Fener tarağının üzerinden çamurlu sular geçti.
Talip fıkra bile anlattı yolda. Hafifledi. Kaybedecek hiçbir şeyi yok onun. Yekun ağırlığını yükledi yedi yüz yirmi üçe. Ramiz’le Hamiyet, fabrikanın bahçesinde kavga ediyorlar şimdi.
Arkamızdan uzun uzun öten serçe söyledi.
...ENGİNDENİZ...