16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1862
Okunma

İNCE BİR SIZI VAR İÇİMDE!
Kabuslu günler mi? O da ne? Ayağı tökezlenip de yere düştükten sonra ah vah edenlere şaşıyorum doğrusu. İnsanoğlunun dayanamayacağı zorluk yokmuş. Zamanla başa gelen her bela biraz daha olgunlaştırıyormuş insanı. Eğer istersen; yaşamın ritüellerini, çok sevdiğin bir filmin fragmanını izler gibi izler ve haz duyarsın. Kafana takmazsın hiçbir şeyi. Çünkü edindiğin deneyimlerle bütün canlıların hangi genleri taşıdığını belleğine formatlamış olursun. Bir köpeğin bakışından anlarsın; paçanı kapıp kapmayacağını. İnsan için de öyledir. Kimin ne niyetle yanaştığını; kokusundan alırsın. Acılarının en katmerlisi bile vız gelir. İşte böyle…
Belli yaştan sonra ekmek parası uğruna sokakların adamı oldum. Sokakları asla küçümsemedim. Buralarda gerçek yaşamı içime sindirdim. Yeni arkadaşlar edindim. Memurluk yıllarımdakilerini unuttum. Neredeler, ne yapıyorlar, hangisi eşinden boşandı, hangisi tahtalı köyü boyladı valla hiç haber alamadım. Birkaç tanesine facebookta rastladım. Sadece selam sabah. Gerisi hikaye; lakırdı yani.
Neyse…Sokaklarda; kavgalar, yaralamalar devam etse de hoşuma gidiyor. Sonuçta kavgalar, hep bir dilim ekmek için değil mi! Ne bir kadın için ne de bir sevgili paylaşımı için!.. “ Sokakları asla küçümsemedim” dedim ya. Gerçekten öyle. Yazdığım malzemeleri hep buralardan edindim. Yirmi beş yıllık memuriyetlik süresince hep uyumuşum masamda. Müdürlerin bende yarattığı fobi, sanatsal özelliğimi de alıp götürdüler.
Geçenlerde bir gazetenin kitap ekinde gözüme çarptı; Clemens Meyer, yazarlığını sokaklara borçluymuş. 2006 Yılında yazdığı “ Biz Rüya Görürken” romanıyla edebiyat kariyerine iyi bir başlangıç yapmış. Bu ilk romanında Leipzegli bir grup gencin hüzünlü hikayesini anlatmış. Parçalanmış aileler, başarısızlığa mahkum okul hayatları, çocuk denecek yaşta alkolle tanışma, uyuşturucunun sonlandırdığı taze yaşamlar, genelevde biten gençlik aşkları, karakollarda kalorifer borularına kelepçelenmiş olarak geçirilen geceler ve tüm bu kaybolmuşluğa rağmen süren ve yaşatılan hayaller…Bakın, bu genç yazar ne diyor:
“ Eğer bu şekilde bu semtte ve bu arkadaşlarla büyümüş olmasaydım, bugün olduğum kişi olmazdım. Yazarlığımı karakterize eden stili buralarda edindim.”
Neyse işin yazarlık kısmında fazla dolaşmayayım. Ahkam keser de kaprislerimle sizleri sıkabilirim.
Herkes beni serseri gözü ile görmeye alıştı ya ne yapsam olmuyor…İmajımı çizdirdim bir kez. Bir fırsatını bulup gençlerle, poşetin içinde bali çektim. Halbuki sigara bile bana yabancıydı. O duyguyu tatmak istemiştim. Kafa duman olunca; içlerinde gasptan beş yıla yakın hapis yatan gence:
- Hadi anlat, kodesteki anılarını, dedim. Yazsam bir roman olacak. Roman dedim de hayal kırıklığına uğradım. İki tane roman yayımladım ama;nafile. Kendi egomu tatmin etmekten başka bir şey değilmiş. Kendi kendime boş teselli ediyorum: “ Önemli olan bir yazarın zamana karşı direnmesi! ” Nasıl ki bir şarkıcıyı alkışlar motive diyorsa; bir yazarı da “hep satar “ve “okunuyor olması” motive eder!
Beni görenler, benden uzaklaşmaya başladılar. “Koskoca adam, oğlu yaşındakilerle bali çekmeye utanmıyor mu?” dediklerini duyumsuyorum. Onlarla birlikte sokak serserisi olarak damgayı yedim. Kime selam versem; korkudan başlarıyla karşılığını veriyorlar ama; nafile… Keriz değilim ya hemen anlıyorum.
Bugün, savcının damından tahliye oldum! Sakın ha; “yayımladığın romanlar “ yüzünden mi diye aklınıza gelmesin. Öyle bir şey olsa reklamımız olurdu bari. Bu yüzden devlet baba bile beni “yazarlar” kategorisine dahil etmedi. Kodese girip çıkışlarım; darp, yaralama ya da yalancı şahitlik yüzünden. Dışarısı oldukça ayaz. Eldivenlerim yok. Ellerim buz gibi! Vücudum titriyor! Kabanım bile yok. Nasıl olsun ki? Daha geçenlerde yayımcıma borcumun son taksitini de ödedim.
Güneşin aldatıcı yüzünden yararlanmak istedim. Zaten iki aydır savcının damında güneşe hasret kalmışım…
Şehrin ortasında bulunan parka gidip dinlenmeyi düşündüm. Sertleşmiş karlara basa basa yürüdüm. Beni görenler, korkudan görmemezlikten geliyorlar, kimileri ise yalandan gülümsüyorlardı. Ben ise kendimle cebelleşiyordum. Eski sokak arkadaşlarımın ortamına dönmeli miydim, yoksa kendime sadece yazarlığı seçip; eve mi kapanmalıydım. Sonuçta kendime tertemiz bir sayfa açmak zorundaydım. Üstüne üstlük kodeste alkol ve sigaraya da alışmıştım. Yeter ki paradan haber ver; parangalar vız geliyordu paranın korkunç gücü karşısında. Parka yanaştığımda ayakkabı boyacısının:
- Boyayalım abi sözleri ile irkildim…
Boyacı Salim’di. Yalnız yaşıyordu. Para kazandıkça parayı hemen şaraba yatırırdı. Şarap şişesini, koltuğunun altına gizler, fırsat buldukça gazete kağıdına sakladığı şişeden yudumlanırdı…
Boyası silinmiş kunduramı, tezgahının üzerine koydum. Suratıma bile bakmadı…Ne söylediği anlaşılmaz bir şekilde, kendi kendine konuşurken; ayakkabılarımı boyamaya çalışıyordu…
Hafızamda başka bir şarapçı canlandı. Mahmut! O da, parkın etrafını kale surları gibi çevreleyen çitlerin dibinde yatar kalkardı…En son gördüğüm; kodese girmeden öncesine rastlıyordu. Benden bir sigara istemişti. Dayanamayıp bir paket alıp vermiştim. O zaman sigara içmiyordum. Yaşamın korkunç sillesini yemiş zavallı bir figüran gibiydi. Ailesi, çeşitli nedenlerle terk edince yalnız kalmış ve dünyası yıkılmıştı.
- Salim, Mahmut nerede?
- Öldü ağabey,öldü…
Sahipsizlik böyleydi işte…Nerede ve nasıl öleceğin belli olmuyordu.
Parka girip oturmaktan vaz geçtim…Mahmut’un son görüntüsü; gözlerimi, tırmalıyordu adeta…
Rotamı geneleve çevirdim…Kadının varlığı her erkeğin içindeki gizemdir. Kodeste en çok kadına ihtiyaç duydum. Kadınsızlık; anlamsız, hoyrat bir dünyadır diye düşündüm. Evli olsaydım belki de çok farklı olacaktım. Beni seven bir yürek, gözlerime odaklanan bir çift göz için şiirlerin en güzelini terennüm etmez miydim hiç! İhtiyaçlarım, potansiyel bir güç oluşturmuştu bedenimde…Bir minibüsle Bedderesi’ ne indim. Buralar, gençliğimdeki uğrak yerlerimdi. Genelevinin yıkılmakta olduğunu, başka bir yere taşınacağını duymuştum. Son halini şimdi görmüş oldum. İki üç ev kalmıştı. Yine erkekler dolup taşıyorlardı bu virane evlere! Yıkık sokakların panorama hali; nerelere gittiği belirsiz çilekeş genelevi kadınlarının hüzünlü öykülerini belleğimde canlandırdı. Gerçek roman kahramanlarımı yitirmişçesine gözlerim dolu dolu oldu. Onların varlığı aslında bedensel rahatlamaktan ziyade; yaşama farklı pencerelerden bakışımı sağlayan en büyük güçtü benim için. Üzerinde dokuz yazılı kapıya yanaştım. Kalabalıktaki gözler, aç kurtlar gibi kapıdan içeriyi dikizliyordu. Kalabalığı yarıp salona geçtim. Ununu eleyip eleğini çoktan asmış olan patroniçe, beni görünce dayanamayıp boynuma sarıldı.Tütün kokan ağzıyla yüzümü yaladı.
- Ulan serseri, çoktandır görünmüyordun! Yine mi savcının damındaydın ha…Seni gidi seni! Özlettin be kendini…
Asıl söylemek istediğini gizlemişti benden! Gözlerindeki gizemi okumuştum.
- Abla, sende bir tuhaflık var! Yoksa benim Nergis çiçeğim de mi gitti?
- Gitseydi; bulurdun onu! Bir daha gelmeyecek…Bir sapığın hışmına uğradı.
- Öldürüldü mü yoksa?
-…..
Kaskatı kesildim! Lal oldum adeta! İlk kez hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım…
Genelevin kapısından dışarıya kendimi attığımda en büyük desteğimi kaybetmişçesine kendimi yalnız hissettim…Aşıktım! Üzerinden sayısız erkek geçmiş olsa dahi seviyordum onu. Yıllar boyu aradığım kadın oydu. Tertemiz bir yürek ve bir çift göz!.. Bir daha aşık olmamaya yemin ettim. Yemin ettim! Genelevi kadını dahi olsa; bir erkeğin başını yaslayacağı bir kadının eksikliği, taa yüreğimin derinliklerinde ince bir sızı gibi yanmaya başladı!
Şehrin hoyrat sokaklarında, serserilerin cirit attığı vahşi ortamına dönerken kendimden nefret etmeye başladım!