30
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
8277
Okunma

Arkası ormana dönük iki çocuk…Recep Ağanın bahçe duvarının üzerine oturmuş, bacaklarını sallıyorlar. Önlerinden koca bir mavi deniz geçiyor.
Koca bir mavi deniz.
Dar körfezden zorla doğmuş, kan sızmış dudaklarının arasından. Güneş tam akşamüzeri. Kızıl bir takke gibi örtmüş kel başını denizin. Ufukta hiç gemi yok. Martı yok geminin ardında. Beyaz köpükten bir yol yok. Bulut yok. Gök yok. Deniz yukarı doğru kıvrılıp içine almış gibi Recep Ağanın zeytinliğini. Sahilde durup duran kazmadan ötesi mavi. Berisi toprak.
Dün mısır ekmiş iki kadın. Kuma. Mısır ekmişler. Sonra sancısı tutmuş birinin, atıvermiş kazmayı elinden. Diğeri sırtlayıp eve götürmüş kadını. Hala kan kokuyor yer yan. Bu nasıl lanet Tanrım! Kim bu denize bakacak olsa, ölmüş bir mavi deniz doğuruyor.
“Süleyman, sen bilir misin lodosun hikayesini?”
Elindeki çubuğu yontmayı bırakıp denize baktı Süleyman. Gözlerini kıstı, kırıştı burun derisi, iki çil düştü yanağından. Güneş sağ gözünde kırıldı. Şavkı elindeki çakıya vurdu.
“Ne bileyim lan!”
“Derler ki; Recep Ağanın çok çirkin bir kızı varmış.”
“Hangi Recep Ağanın?”
“Aha şu oturduğumuz duvarın ve gördüğün her şeyin sahibi olan Recep Ağanın.”
“Ey, sonra?”
Masalcı çocuk. Sobacı Ziyanın oğlu. Anası; babasının ortağıyla kaçtığından beri, iyi değildir bu çocuk. Durur durur masal uydurur. Beşe kadar zor gelmiş zaten. Bu vahim olaydan sonra büsbütün başkalaşan çocuğun garip hallerinden illallah deyince öğretmen Hamdi Bey, “Ortaya vermeyin boş yere, okumaz bu” demiş sobacı Ziya’ya.
Sobacı Ziya. Yanakları ağız boşluğuna dolmuş, kaşları gözlerinin üzerine devrilmiş, ayaksız adam. Bir garip Hüma kuşu. Ederinin paha biçilemez olduğu zamanlarda, nice damlar geçmiş, yedi kat göklerde nice felekler aşmış da, konuvermiş çerçinin pembe dantelli orta penceresine. Türkü gibi, ılık ve narin. Talih bu ya.
Şimdi bekliyor. Kendini yakacak. Kırk gün bekleyecek ama. Onu öldüren ölecek önce. Sonra kendini yakacak Hüma kuşu Ziya. Yeniden dirilecek. Başka bir yerde. Kadınsız ve sobasız bir memlekette. O vakit hiç yaşanmamış gibi tutuşup kıvrılacak alnındaki acı günler. Ayakları kesilmemiş olacak o kaza sonrasında. Karısı bozulan işlerini bahane edip ortağıyla kaçmayacak.
“Recep Ağanın çirkinler çirkini kızı, her seher bu sahile gelir, ağlar da ağlarmış. Köylünün onunla alay etmesine, yüzü nedeniyle kuru bir dal gibi eşsiz evlatsız kalışına…
O vakitler küçük bir sulama göleti olan şu mavi deniz, onun gözyaşlarıyla genişlemiş, derinleşmiş. İçine su haşeratları yerleşmiş, türlü balıklar türemiş derin kovuklarında. Göletten tarlalara açılan evleklerden gümrah acılar yürümüş bostanlara. ”
“Amma attın şaşkın.”
“İnanmıyor musun?”
“Git lan işine. Gözyaşından deniz mi olurmuş?”
Masalcı çocuk denize baktı. Güneş cam bir sürahi gibi düşmüş de dağılmış maviliğe…Yer yer kızıl gölgeler oynaşmakta dalgalar arasında.
“Çok ağlarsan olur.”
Süleyman da baktı denize. Gözlerini kıstı, üst dudağını çekti burnuna doğru. Salçalı dişleri göründü ulu orta.
“Sonra ne olmuş?”
“Kızın feryadına dayanamayan yüce Allah, ona ateş rengi bir kuş göndermiş. Kız önce korkmuş kuştan. Sonra kuşun kızıl kanatlarına tutunup, aha şu ufukta kaybolup gitmiş. Arada evini diyarını çok özlediği vakitler, sıcak bir rüzgar olup, denizin ve göklerin bağrından süzülüp bu kıyılara esermiş.”
Süleyman tuhaf tuhaf baktı masalcı çocuğa.
Az daha oturdular. İki köpek geçti önlerinden. Ayaklarına ince karıncalar tırmandı. İtişip gülüştüler. Ezan okundu sonra. Akşamın kara paçavralarının sesi duyuldu ormandan. Kalkıp evlerine gittiler.
Mavi deniz, çekildi kıyılardan. Midye ısırığı kayalar belirdi sahilde. Kayalar. Tuz gibi parıl parıl. Ay hasta bu gece. Yıldızları gönderdi kendi yerine.
Burası Recep Ağanın zeytinliği. Bir garip oluyor buradan bakmak hayata. Bir başka konuşuyor insan, bir başka susuyor. Ötelerde, çok aşağılarda, beylerin hanımefendilerin topukladığı sokaklar var. Işıkları mavi denize sarkmış. Işıklarını denize atmış, kendileri karanlık kalmış sokaklar…
Sobacı Ziya her zamankinden daha uzun kıldı yatsıyı. O kadar uzun ki, o namaza başlarken, karşı komşu sobasını yaktı. Kara kazanda süt koydu üzerine. Çalkalanıp kaynadı süt. Kadın etekleriyle tutup çekti kazanı kenara. Sonra şişelere doldurdu sütü. Şişelerden birini de Ziya’nın kapısına bıraktı usulca. Çocuk pencere kenarından seyretti hem babasını, hem sütün kaynamasını. Sonra kollarını bağladı göğsünün üzerinde ve sessizce ağladı.
Bir garip oluyor çocukların susarak ağlaması. İri yanaklarında yay çizerek usulca yere damlıyor gözyaşları. Tanrım, ne hazin bir fotoğraftır o bir yana devrilen başlar. Titreyen dudaklar. Küçük bir çocuğun susarak ağlamasından daha hazin ne var?
Ziya duydu yere düşen damlaların tıpırtısını. Duydu da uzattı namazı.
Cevapsızlık ne zor bela.
Islık çalıyor odalarda ıssızlık, silinmeye yüz tutmuş kadın kokusu döşemelerde, hamamdaki sabunda birkaç tel uzun saç. El bezi hala düşüp de kaldığı yerde. Perdeler yarıya örtük. Pabuçlukta utancından ters dönmüş güllü terlikler. İğnelikte dibinden yeşil tel sarkan ince bir iğne. Kilimin kenarında kuruyup taşa dönmüş bir parça çörek kırıntısı.
Analar ki evlerin eşik taşları. Çiğnendikçe parlayan ve kıymetlenen. Odalardan odalara esen cereyanı kesen gamlı siperler. Analar besmele. Analar ses ve ışık. Analar mahrem. Nasıl sökülürler de giderler kuruldukları yerden?
Çocuk sustu. Selam verdi sobacı Ziya. İki diz, iki el üzerine süründü de gitti çocuğun yanına. Ardında ince pırıltılı izler bırakarak. Sarılıp uyudular hiç konuşmadan. Tavanda sobadan yansıyan bir yonca gölgesi. Çıtır çıtır yanıyor gece.
Lodos pencerede. Öpüyor önceden kalma parmak izlerini bir kadının. İki kez kıpırdıyor çocuğun yorgan dışında kalan başparmağı. Hayat etekleri dopdolu çıkıyor bu evden.
Sabah abacı bir zehir sızdı Ziya’nın eşiksiz kapısının altından. Süt şişesi hala akşamki yerinde olunca, komşu kadın merak etmiş, çalmış kapıyı. Açan olmayınca, muhtara haber salınmış. İki delikanlı kapıya dayadıkları bir kütükle kırmışlar kilidi.
Ziya bir garip Hüma kuşu. Masalcı çocuk mavi bir deniz. Lodos, usul usul okşar saçlarını artık her seher. Recep Ağanın bahçe duvarının üzerinde kızıl bir Hüma kuşu, mavi denize seslenir. Bir türkü gibi ılık ve acı.
Denizde hiç gemi yok.
Geminin arkasında martılar yok.
Beyaz köpükten yollar yok.
Bulut yok. Gök yok.
...ENGİNDENİZ...