13
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1620
Okunma

Zeynep Hanım, elindeki kovayı balkona bırakıp, çalan telefona koştu. Ahizeyi eline aldı. Arayan yeğeni Gülcan’dı.
—Alo! Teyze, ben Gülcan; nasılsın, neler yapıyorsun?
—Canım benim! Ne yapalım iyiyiz işte, iş güç… Yarın pazar ya, işlere akşamdan başladım, temizliğe bir gün yetmiyor. Sen nasılsın?
—Yarın iş miş yok Teyze! Bizimle birlikte pikniğe geleceksin o kadar! Yeter o eve kapandığın. Dışarı çık! Dışarıda başka bir dünya var.
—İyi dersin, güzel dersin de, enişten ne diyecek bakalım; o gezmeyi pek sevmez ki.
—O gelmesin! Sen gel yeter bize.
—Ben yine de Eniştenle konuşayım.
Telefon konuşması bitince, ahizeyi yerine koyarken düşünüyordu. Hayatında bir kez bile, eşi ve çocuklarıyla, ne bir pikniğe, ne de gezmeye gitmişti. Hafta içi işe gider, pazar günleri temizlik yapardı. Evin dışındaki yaşamdan hiç haberi yoktu.
Kocası, yine akşam yemeğine gelmemişti o gün. Çok zamanda gelmiyordu.
Çocukları evlenip yuvadan uçalı, akşam yemeklerini ve sabah kahvaltılarını yalnız yapıyordu. İlk zamanlar bu durum zor gelse de alışmaya başlamıştı. Başka çaresi de yok gibiydi. Kaderini kabullenmiş görünüyordu.
Tek başına yemeğini yiyip, bulaşığı yıkadıktan sonra, eline örgüsünü alıp örmeye başlamıştı ki, kocası geldi. Kalkıp onun sofrasını hazırlarken, Gülcan’ın dediği piknik aklına gelmişti.
—Ali, bugün Gülcan aradı. Yarın pikniğe gideceklermiş, bizi de çağırıyorlar, gidelim mi?
—Ben bir yere gidemem. İşim var!
Zeynep Hanım sustu. Daha fazla konuşup kavga etmek istemiyordu. ‘Amann sende, altı üstü bir piknik, gidilse ne olur, gidilmese ne olur, üstünde durmaya değmez.’ Diye düşündü. Üstünde durmayıp, örgüsüne devam etti.
Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla, Gülcan arabasıyla kapının önünde durmuş, kornaya basıyordu. Zeynep Hanım, balkona çıktı. Balkondan el sallayarak, “Ben gelmeyeceğim siz gidin. Benim işim var.” Dedi. Kocasıyla tartıştıklarından bahsetmedi. Bahsetmekte istemiyordu.
Arabadan inen Gülcan, gençliğinin verdiği güçle merdivenleri koşarak çıktı. Teyzesinin elinden tuttuğu gibi aşağıya indirdi. Arabaya binmesi için adeta zorladı. Arabada, Gülcan’ın annesi ve babasıyla birlikte oğlan kardeşi de vardı. Hepsi neşe içindeydi. Şen-şakrak yollarına devam edip, çam ağaçlarıyla kaplı piknik alanına geldiklerinde, önden gelip yer alan kız kardeşi, eşi ve çocuklarıyla onları bekliyordu.
Zeynep Hanım, arabadan indi. Büyükçe bir ağacın altına oturup, sırtını köküne dayayarak etrafı izlemeye başladı.
İki kız kardeşi, eşleri, çocuklarıyla mutlu bir tablo oluşturuyorlardı. Hepsi cıvıl cıvıl gülüşüp eğleniyor, şakalar yapıyorlardı. Çaylar demlenip içilmiş, pideler yaptırılıp yenilmişti. Etraftaki güzellikler karşısında Zeynep Hanım’ın dili tutulmuştu adeta. Yemyeşil çayırlar, irili ufaklı ağaçlar, ağaçlarda ötüşen kuşlar, oradan oraya koşuşturan insanlarla, cennetten bir bölüm gibiydi bulundukları yer.
İçinden derin bir ‘Ah!’ çekip, ‘Şu güzelliğe bakın, insanlara bakın, çoluk çocuk ne güzel eğleniyorlar. Ben neden böyle olamadım? Ben de eksik olan nedir?’ diyerek geçip giden yıllarını sorgulamaya başlamıştı ki, kardeşinin sesiyle kendine geldi:
—Hey! Abla. Nereye gittin?
—Buradayım. Nereye gidebilirim ki?
Aslında öyle çok uzaklara gitmişti ki, kimseler bilmiyordu nereye gittiğini. Gördüğü bu güzellikler karşısında, geçip giden yıllarına bir kez daha ah çekti. Güzel bir gün çabuk bitmiş, akşam olunca evlerine gelmişlerdi. Ne olduysa, kocası o gün eve ondan önce gelmişti. Zeynep Hanım buna çok şaşırmış, “Hayret! Ne olduysa, akşam yemeğini benimle yiyecek…’ diye içinden geçirdi.
Vaktin geç olmasına aldırmadan dolaptan taze fasulyeleri çıkararak, divana oturdu, temizlemeye başladı. Kocası ise, her zamanki gibi televizyonun kumandasını eline alıp, durmadan kanal değiştiriyordu. Zeynep Hanım ise, bugün geçirdiği günü düşünmeye, geçmişini ve geleceğini irdelemeye başlamıştı. Karşısında oturan adamla, otuz yıldır evliydi. Hayatında unutamadığı hiçbir paylaşımları olmamış, hoş bir sohbetleri olmamıştı. Hastalandığında doktora götürmemiş, eve hiçbir ihtiyaç malzemesi almamış, kirayı bir kez bile ödememişti. Küçük bir çocuktan farkı yoktu adamın.
Elindeki bıçakla fasulyeleri doğrarken beyninde bir film şeridi boşalıyor gibiydi.“Peki, ben bu adamla neden evliyim? Benim hangi işime yarıyor? Hangi yaramı sarıyor? Ben bu adamın karısı değilsem, annesi miyim? Daha ne kadar bakacağım bu çocuktan farksız adama? Bu adamdan nasıl kurtulurum? Öldürmeliyim! Öldürmeliyim! Başka çözüm yok! Bu adamdan başka türlü kurtulamam!” diye bağırıyordu sanki beyninde bir canavar.
Fasulyeleri, kocasını kesiyormuşçasına hızlı hızlı kesmeye başladı. İçinden bir ses durmadan bağırıyordu, “Öldür onu! Öldür onu!” elinde bıçakla yerinden kalktı, kocasına doğru yürüdü. Kocası hâlâ televizyon izliyor, Azrail’in kendisine doğru adım adım yaklaştığının farkına bile varmıyordu.
Kocasına doğru eğildiği sırada bir ses daha duydu, “Bırak onu! Değmez! Bırak onu. Bu zamana kadar ne gün gördün de onu öldürünce göreceksin. Öldüreceğine terk et!” doğrulup kendine gelir gibi oldu ama diğer ses susmuyordu bir türlü, “Öldür! Yoksa ömrünün sonuna kadar mutsuz bir hayat seni bekliyor. Bu adam yaşamayı hak etmiyor. Kadının sırtından geçinen bir asalaktan başka bir şey değil. Öldür onu!” Zeynep Hanım’ın aklı karışmış, öldürmekle öldürmemek arasında ikilem yaşıyordu.
Elindeki bıçağı fasulye tepsisine koyup kocasına, “Ali! Ben artık ne seni, ne de bu evliliği istemiyorum! Canını seviyorsan git bu evden. Git!” diye bağırdı. Karısının sesiyle irkilen adam şaşkındı. Durup karısının gözlerine bakınca, korkunç gerçekle karşılaştı. Onu hiç bu kadar kararlı görmemişti. Gözlerinde nefret, kararlılık, hepsinden önemlisi de cesaret vardı. Şaşırdı adam birden, ‘Bu kadın bu cesareti nerden aldı, içki içmiş olmasın?” diye düşündü ama karısı bunca sene ağzına içkinin damlasını koymamıştı. “Yo yo. İçki falan içmemiş, bu kadın delirmiş. Delirmiş olmalı.” Diye düşündü. Dili tutulmuş gibi hiç konuşmadı.
Zeynep Hanım, fasulyeleri doğradığı bıçağı tepsiden tekrar aldı. Kocasına doğru yürüdü.
—Gidiyor musun, yoksa öldüreyim mi?
Adam ya gidecekti, ya da ölecek. Çaresiz bir süre bocaladı. Sonra külçe gibi yerinden kalkıp kapıya yöneldi. Ağır adımlarla kapıdan çıkarken ardına dönüp bir umutla tekrar baktı.
—Ben mutluyum. Gitmek istemiyorum.
Zeynep Hanım, delirmek üzereydi. Nefesi kesilmişti. Boğuk bir sesle, “Mutlu olan sensin, ben değil!” diye bağırdı.
Adam çaresiz, ağır ağır merdivenleri inerken, karısı kapıyı arkasından hışımla kapattı. Ev dar geliyordu. Balkona çıkıp hava almak istedi. Boğulmak üzere olduğunu hissediyordu. Tam o sırada havai fişekler art arda patlamaya başlamıştı.
—Oh be! Dünya varmış. Benim özgürlüğümü duymuş olmalılar ki, havai fişeklerle kutluyorlar.
Aslında kimse onun özgürlüğünü falan duymamıştı. Belediye hıdrellez eğlencesi düzenlemişti kent meydanında. Her zaman hiçbir şeyden haberi olmayan Zeynep’in, bu eğlenceden de haberi yoktu.
09.11.2011 Emine UYSAL