Eylül’ü, Ekim’i, Kasım’ı... Kısacası sonbaharı çok seviyorum. Sonbahar mevsiminin bir diğer adı da, malumunuz nar! Öyle güzel, öyle ahenkli bir meyve ki nar, üzerine söz söylememek olmaz dedim. İşin aslı bir çoğunuz bana inanmayacak, hatta belki kızacaksınız ama tadını çok da sevdiğim bir meyve değil nar. Ama renginden, içindeki bereketten, şifasından ve hakkında yazılıp çizilen onca şeyden sonra, elbette Sonbahar Mevsiminin diğer adı Nar Mevsimi olmalı diye düşündüm. Evet evet NAR NEVSİMİ diye bir yazı yazmalıyım dedim.
Oturdum bilgisayarın başına. Aslında bir kaç gün öncesinde okuduğum bir şiir beni çok fena etkilemişti. Şiirin son mısrası beni adeta can evimden vurmuştu ve bir yazı yazmanın artık farz olduğunu düşünmüştüm. Şöyle diyordu son mısrada;
’Katıksız gam, yeni doğmuş keder
Hüzünle yatıp, yalnız kalkıyorum
Göğsümün orta yeri kırmızı nar
Tadıyorum hayatı doyamıyorum’
Derledim, topladım, yazdım yazımı. Ama içime sinmeyen bir şey vardı. Hal böyle olduğu
zaman mutlaka yakınlarıma başvururum. Genelde yazar ve asarım yazdıklarımı, kimseye danışmam. Ama bu kez yine içime sindiremediğim için birilerine okuma ve fikir danışmayı uygun gördüm. Tüm
gece o yazı yüzünden
uykusuz kalmıştım, sabahsa erken kalkmam gerekiyordu. Mecburen bir kaç saatlik
uykuyla ve
uykusuzluğun verdiği müthiş bir baş ağrısıyla başladım güne.
İlk önce eşime anlattım. Her
zamanki heyecanımla; ’sana yazımı okuyum mu?’ diye sordum. Her
zamanki meraksızlığıyla cevabı yine değişmedi. ’Boş işlerle uğraşıyorsun, ne diye
uykusuz kalıyorsun? Değer mi? Gerek yok, okuma. Hem ben sıkılıyorum biliyorsun:’ dedi. Israr etmedim. Zorla okumamın alemi yoktu. Daha öncekilerden deneyimliydim, eziyete dönüşüyordu.
Bir kaç saat sonra dayanamadım ablamı aradım. ’Fulya yeni uyandım, ben seni kalkınca ararım dedi.’ Gündelik rutinlerin ardından dönüp dolaşıyor, kendimi bilgisayarın başında buluyor, açıp açıp yeniden yazımı okuyordum. Eksik bir şey ya da fazla olan bir şey vardı. İstediğim ahenk yoktu yazıda. Akıcıydı ama bütünlükten yoksundu. Birilerine mutlaka fikrini sormalıydım.
Sonra kapı çaldı, Saliha geldi. Bir kaç gündür görüşememiştik. Görüşemediğimiz
zamanın verdiği birikmişliği telafi etmek istercesine hızla bir şeyler anlatmaya başladı Saliha. Eşine ördüğü bereyi, üzerindeki şişlerle beraber adamın kafasında ölçü almaya çalışmış. Bu
kadın benden de deli :)) Haliyle ben de ona bir şeyler anlatıyordum. Defter açıktı yine her
zamanki gibi. Sonra konudan konuya atlarken sayfayı yenilediğim bir sırada gelen bildirimi tıklayınca, Aysu’nun yazıma yaptığı yorumu gördüm. Hemen fırsat bu fırsat sordum;
’Saliha yazımı okudun mu? Ya içime sinmeyen bir şey var, çok beğenmedim’ dedim.
Saliha her
zamanki gibi; ’Hıı evet gördüm. Geçen gün forumda bahsetmiştin, cidden yazmışsın hemen :) ’ diye cevap verdi.
’Okumadın değil mi hepsini’ dedim. Biliyorum artık bıktı benden, kesin okumamıştı.
’Seçil’in yazısına yaptığım yorumu okudun mu?’ diye sordu, konuyu değiştirmek için. (Saliha biliyorum öyleydi, sakın inkar etme :) )
’Yok görmedim ama bakarım bir ara’ diye ben de onu geçiştirdim.
’Yaa n’olur bi bak hadi’ dedi.
’Ne kadar fenasın ya! Benim yazımı bile okumuyorsun, demek Seçil’e yoruma gittin ha! Alacağın olsun, hain domdom :))’ diye kızdırmaya devam ettim onu. Ama gerçekten de keşke okumuş olsaydı, en azından fikir verirdi diye hayıflandım.
’Ne biliyorsun yorum yapmayacağımı. İnan bak yapacaktım. Hatta eve gidince yapıcam zaten. İstersen hemen burdayken yapıyım. Yaa biliyosun ben yorum yapamıyorum, çekiniyorum. Ama bu kez gerçekten yapacaktım, güzel bir konusu vardı’
(Hala yapacak :)) Neyse!)
Sonra Saliha gitti, ben çelişkilerimle baş başa kalmıştım ki telefonum çaldı. Arayan ablamdı. Biraz gündelik şeylerden konuştuktan sonra lafı hemen yazıya getirdim. İçime sinmeyen bir şey olduğunu, çok beğenmediğimi. Ama arkadaşlardan güzel yorumlar geldiğini falan söyledim.
’Okuyum mu sana?’ dedim
’Şimdi mi! Fulya acayip başım ağrıyor, ben sonra okurum bir ara. Adı ne?’ dedi.
’Nar Mevsimi’ dedim. Biraz daha konuştuk kapattık telefonu. Başı ağrıyınca insanın gözü
dünyayı görmüyordu biliyorum. Nasıl kızayım ki? Ben de ona benziyordum. Sabah beri çatlayan başım aldığım ilaçla biraz olsun yatışabilmişti ancak. Bu baş ağrılarıma değecek; bir gün kapıma imza almaya geleceksiniz, o
zaman da ben vermeyeceğim hah! :))))))))
Dedim bu böyle olmayacak, olan oldu. Bir daha ki sefere daha iyisini yazarım. Gönül ister o kıymetli meyve için en güzelini yazmak ama olmayınca olmuyor. Zaten özümdeki acelecilik de ayrıca başıma dert! Hiç bilmem öyle yazdığım şeyi demlendirmeye falan çekmeyi. Neyse dedim, en iyisi facede de paylaşıyım oldu olacak. Açtım face i, anasayfada Birhan Keskin’in iki satır bir şiiri paylaşılmış;
"dürtme içimdeki narı
üzerimde beyaz gömlek var.."
Allah’ım bu bir kabus olmalı :)) Nar Mevsimi değil, Nar Kabusu bu!
Sonra yine telefonum çaldı. Bu kez b
aşka bir arkadaşımla konuştuk. Yine bildik hoş beş etmeler, hava su
muhabbeti, derken;
’Ben de bildiğin, bilmediğin gibi işte, hala yazıp çizip duruyorum. Bıraktığın yerde otluyorum :)) ha haaa ’
’Yaz yaz, gayet başarılısın’ dedi.
’Yaa yok, bi yazı yazdım ama içime sinmedi, okudun mu?’
’Haa şu narlı yazı mı?’
’Evet, evet o! Nasıl olmuş? :))’
Yaşasın, sonunda okuyan, bilen, beni anlayan biri çıktı derken;
’Yaa işin aslı hepsini okumadım. Çok yoğunum bu ara, işim vardı, sabah erken çıktım evden, sadece italik kısımları okudum. Yani başını ve sonunu, o kadar. Ama güzeldi yaa :)’
İyi de, zaten nardan bahsettiğim tek kısım o italik kısımlardı. Yani benim aklımı bulandıran diğer kısımlardı. Konu bütünlüğüne uymadığını düşündüğüm, kendi kendime öz eleştiri yaptığım yerler, tam da arkadaşımın o okumamış olduğu kısımlardı! Ondan da ümidi kestim, kimseden fikir ve öneri beklemiyordum artık. Hırslanmış bir şekilde ’artık önümüzdeki maçlara bakalım’ diye aklımdan geçirip, kendimi telkin ederken, face deki arkadaşlarımın, yazımı okuyup beğenmesi ve yorumlar yapıp sayfalarında paylaştıklarını görünce biraz dağıldı darlanmam.
Defterdeki arkadaşlarda beğenmiş gibiydi. Güzel yorumlar geliyordu ama ben esaslı bir eleştiri bekliyordum. Biri kalkıp ’Ne alaka
kardeşim, nar demişsin, nardan b
aşka her şeyi anlatmışsın!’ dese sanki hoşuma gidecekti. Kimse beni anlamıyordu. İçimin karma/şıklığını çözmelerini ve başlıkla içeriğin örtüşmediğini, tuhaf bir
dünyam olduğunu anlamalarını istiyordum. Bilmiyorum! Cedric’in dediği gibi (2)8 yaşındaysanız, hayat gerçekten çok zor! :)) du! Yok yok, yirmi yedi :)
Aslında hayat anlaşılması çok zordu, belki de insanlar, belki de ben! Emin değilim :))
Geçen gün değerli bir
dostumla konuşurken, sitem etmiştim. ’Yazdıklarımı okumuyor musun? Kötü mü yazıyorum artık?’ diye sormuştum. Bana özel bir durum olmadığını, bu ara kendini dinlemeye çekildiğini söylemişti. Arayıp ona sorsam diye düşündüm, hatta diğer ablamı ya da
annemi arayıp onlara okusam diye geçirdim içimden sonra vazgeçtim. Hala rahatlayamamıştım ama bu kadar bencilliğe de hakkım yoktu. Milletin tek derdi ben miydim! Ya da benim yazım mıydı! Sanki Dünya benim yazımın etrafımda dönüyormuşçasına moda girmenin alemi yoktu!
’Bırak şımarıklığı Fulya hanım!’ dedim. ’Bir dahaki sefere daha iyisini yazarsın. Hadi işine bak sen...’
Sonunda akşam oldu. Yazıya dair endişelerimi rafa kaldırdım. Akşam yemeğini yedikten sonra oğlum yanıma geldi. Masumca;
’Anne bize NAR ayıklar mısın?’ diye sordu. Nasıl dolduysam;
’Bana Nar deme! Bana Nar deme! Nar falan görmek istemiyorum!’ diye delirdiğim anı hatırlıyor ve hala utanıyorum.
Biri nar mı dedi? Hayır ben o meyveyi hiç sevmiyorum! Zaten sevmezdim de, bu mevsim nar mevsimi değil bir kere, kestane mevsimi. Evet evet, bir daha ki yazımın adı bu olmalı ; Kestane Mevsimi :)) Vay o kestanenin; vay haline! :))
Saygılar, narlara ve nar sevenlere.. :)
fulya/ekim2011