16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2900
Okunma

vakit vakitlerden nar
mevsim mevsimlerden onun mevsimi
kırmızı bir can çekiş
saçlarım kızıl bir yelkovan gibi
küheylanın seyirlik satranç dizginliği
vakit vakitlerden duman kiri
duman dili dilimin bilinmezliği
ben giderim şimdi
sesimi de alır yollara düşerim belki
ey cahil gözlerim
göremediklerini de oku-sana
kuşlar salt uçmak için mi geldi dünyaya
balıklar yüzmek için
sen sevmek için mi geldin
sevgiden yaratılmış bir damla suyla
ayinlerden adın geçiyordu
ceset ceset büyüyorduk içimize
bir tokat indi esirgeyen geceden
kutsadı bizi güneş
ikra!
ikra!
ikra!
...diye
Hava kararıyordu yine. Aydınlıklar kendi köşelerine çekiliyordu. Akılları meşgul bir dolu insan, kimisi hevesle, kimisi ayaklarını sürüye sürüye evlerine dönüyordu. Yorgun geçen bir günün ardından huzur bulmayı ümit ettikleri yegâne duvarlara koşuyorlardı. Ama unutuyorlardı sanki, kapıya ulaşmadan son defa içlerini oksijenle doldurup; ’her şey’ için şükretmeyi. Yorgundu herkes, sıradanlıklar için...
Issızlaşıyordu insanlar bazen. Ruhlarının ve akıllarının en ücra yerinde kalplerine sığdırmayı beceremedikleri meraklar, bir yığın soru işaretleri her defasında önlerine dikiliyor ama konuşmuyorlardı. Bilmiyordu aslında kimse bir diğerinin ne hissettiğini. Varsayımlar üzerinden, ihtimal vermedikleri şeyler hakkında tuhaf manalar yüklüyorlardı ’bir şey’lere ve ’her zaman’ içlerinde bir dolu emanet bilinmezlik kalıyordu...
Bir kamyon dolusu yük bindirilmiş gibi hisseden yürekler, kuş tüyü gibi hafiflemeyi başaramadığında, hem kendim için hem ’birileri’ için dua ediyordum. Son dediğimiz her şeyin, güzel başlangıçlar için açılan bir kapı olduğuna inanıyordum...
İçimde bir kuş çırpınıyordu sürekli. Sanki havalanmak istiyor gibiydi ama kanatları kırık ve sesi çıkmıyordu. Cansız gibi... Boşluk gibi bir yerin içine yuvarlanıyordum kelimelerimle. Söz ağızdan çıkınca insan kendi kelimelerinin kölesi oluyordu. Çıkmadığında sultanlar gibi geziniyordu ruhun dilediği mecralarda, dört bir bucak. Lakin öyle bir an geliyordu ki, sen de dahil tanıyamıyorken içindeki başka insanı, kimlik kargaşaları, soluk benizli maskeler kol geziyordu suretinde.
Körebe oyunu geliyordu aklıma, küçükken oynadığımız. Şimdi gözlerim bağlıyken ve oyun arkadaşlarım kayıpken, kendi etrafımda üçyüzaltmışbeş kere dönüyordum düş meridyenlerimi çizmek için. Bulamıyordum hiçbir gezegende kaygılarımı. Neden sonra bir soluk, bir nefes parıltısı, yakalanıyordum...
İnsan gerçeklerden neden kaçamıyordu sanki...
Bir söz, tek bir söz, hiçbir şeyi, hiçbir zaman, herkes için ve neden her şeyi değiştirmiyordu...
Takıntılıydım sanırım. Taktıkça büyütüyordum, büyüttükçe küçülüyordum, küçülünce eksilme başlıyordu. Kurallardan hoşlanmıyor ve hiç anlamıyordum kimya / biyoloji içeren deneyleri. Ama suyun kaynama noktasına geldiğinde buharlaşmanın başlaması gibi, bir de buz’un erime noktası oluyordu. Tüm hatırladığım buydu eksik bilgilerimin ışığında kıvranırken. Tam anlamasam da, bendeki eksilmeyi ona benzetiyordum...
Ne tam olabiliyordum, ne yarım. Ortada olmak beni sinirlendiriyordu. Hissiz sanıyorken kendimi bazen siyah ve beyaz arasında karar vermem gerekirken bulduğumda ve neticeye varamadığımda gri - ki hiç sevmiyordum- önüme dikiliyor ve bana katlanmak zorundasın diyordu...
Renklerle aram iyi sayılırdı aslında ama bazen gökkuşağını istemediğimi anlasın istiyordum ya da kuşları sevdiğimi ve bulutlarla bir problemim olmadığını. Yağmur yağabilir, gökkuşağı çıkabilir ve kuşlar altından uçabilirdi. Her şeye hazırlıklı olmalıydı insan. Ama olmuyordu, olamıyordu. Sadece gözlerimi duvarlara dikip tek bir siyah noktaya ve o kocaman kaygısız beyaza odaklanmak istiyordum. Şarkı söylemek istiyordum. Kimse duymasın, kimse bilmesin nefes alışlarımın tısıltısını sadece ben işiteyim. Bir fesleğene el süreyim ve akşama kadar çıkmasın kokusu...
Gecenin kuşatmasına yakalandığım vakit; kupada kahve, kahvede miss bir koku, kokuda davet, davete icabet ve şiir ve o keman sesi ve o fransız aksanı ve hiç bilmediğim türlü şeyler, diz boyu ardı sonu, önü sıra karanlık ve yok olmaya yüz tutmuş çığlıkların kanamalı yankılarını istiyordum...
Susmak en çok kimin canını acıtır?
SUSANIN MI? / SUSTUĞUNUN MU?
Susmak en büyük isyandı, peki sustuğunda mı başlıyordu isyan yoksa biri sustuğunda mı?
Neden hep sınırların ardını merak ediyordu sınırda durdurulanlar? Neden ille de görmek istiyorlardı çizginin gerisini! Neden yetinmeyi bilmiyorduk olduğumuz yerle! Sınır koymaya zorluyordu birileri birilerini. Her şey zoruma gidiyordu. Sınır koymak, sınıra maruz kalmak! Sınırları geçmek istemiyordum. Her ne kadar kuralları sevmesem de, kuralları çiğnemek de istemiyordum. Sınır koymak istemiyordum. Çünkü sınırlar çok zorluyor ve zorlaştırıyordu her şeyi. Özgürlük, sınırsız olmak gibi bir şey miydi?
Özledim diyordum içimden. Neyi, kimi ve neden özlediğimi bilmeden, yine tek bir kelimeye delice anlamlar yüklüyordum. Hatta özlenmeyi bekliyordum, alışamadığım gidişler için. Bağışlanmayı bekliyordum vakitsiz gelişlerim ve dönüşlerim için...
Ruhsuzdum, hissizdim bir garip hallerdeydim yine. Kendimi tuhaf bulduğumdan ötürü utandım anlatmaya. Anlatacak ne vardı ki? Bugün de ölmemiştik. Şaşkın bir yaşam gayreti, bir koşturmaca, bir dinginlik, gayret gösteren yanlarına bir ’kal gelme’ hali.
Dalgın gibiydi herkes. Dönüşüm evresinin pürtelaşı için yine hep yaptığım gibi kendimle ilgili kararlar almıştım. Hobi gibi bir şeydi bu. Kararlar almaktan ve uygulamamaktan garip bir haz duyuyordum. Aldığım kararlar bir süre götürür beni sonra yine pes eder ve başa dönerim diye yatıştırırken buluyordum aklımı ve aklımın tuhaf tezlerini. Beceriksiz ve sakardı sürekliliğim...
Kendimle hoş beş ederken bir mırıltı duymuştum. Evvela duymazdan geldiğim bir mırıltıydı bu. Bu işte bir terslik olmalıydı. Neden başkalarının mırıltılarını duyuyordum ki! Kendi mırıltılarım kulaklarımı sağır ediyordu zaten ama hala başka sesler duyuyordum. Aslında tatsız bir konu vardı aklımı bulandıran. Bulandırmakla yetinir ve beynimde kıvrılarak dolanan kan ırmaklarını incitmez diye dualar ettiğim bir mevzuydu. Gözlerimle ve ellerimle yoklarken sabahı, kıvrılıp tenha bir köşesinde uyuyakalmayı başarabilirim umarım...
Dünya dönüyor!
Tüm ihtişamıyla dönüyor kendi ekseninde.
Göç eden kuşlar dönüyor, terk ettikleri ülkelere.
Semazenler dönüyor, yana yakıla ilahi aşk diye.
Atlı karınca ve dönme dolap dönüyor çocuk sesleriyle.
O içli şarkı sürekli başa dönüyor, dönüyor içimi dele deşe.
Oyunun başına dönüyor ebe, mızıkçılık edeceğini bile bile.
Her şey dönüyor, olması gereken biçimde, azade bir ritimle.
Sen sana dönüyorsun, sen yalnızlığa dönüyorsun, sen ona dönüyorsun.
Her şey ve herkes dönüyor, o dönüyor, ben dönüyorum; Aşk Aşk diye Bi(rbirimi)z’e.
Bugünlerde yer gök kıpkırmızı nar...
Dönmek ne güzel kalplerimize hiç bıkmadan... hiç kanamadan... doymadan...
Şimdi bir şifa için
Kalbimi bölsem ikiye
Pazarlığa tutuşsam güzle
Ekim can çekişiyor, ölmesi yakın beş vakte
Kasım desen doğduğumdan mıdır ne, hüzünlü kokuyor her geldiğinde bize
Kırmızı lekesi geçer sanıyorum, gücüm yettiğince silersem bu gidişle..........
Söyle
Aşk mı
Nar mı
Daha kırmızı akar kestiğinde?
fulya/ekim2011