18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1791
Okunma
- Şşşşt! Kımıldama alıyorum acını.
İnce fakat baskın, fısıltıyla ama büyük bir telaş başlatarak yüreğimin okyanusunda... İnanmaya muhtaç olduğum için belki veya o kadar içten söyleyip sustuğu ve derhal görünmez olduğu için... Bir mucizeydi kadını andıran sesi. Ama yok, kadın değildi. Yumdum gözlerimi içime bahşedilen sihirli köprüden geçerek diğer tarafa. Sıkıca tuttum onu, bir yemin gibi bildiğimden fazla anlam yükleyerek. Kımıldamadım tıpkı öğütlediği gibi, geçsin diye aklımda en kötü hatıralardan biri, boğdum ellerimle yüzümü. Sonra tekrar geldi veya ben öyle sandım ama işittiklerim gerçekti.
- Sol elindeki bütün parmakları birleştir ve bastır kalbini. Bir müddet bekle, acı verdiği kadar. Sonra çek elini. Düzelecek her şey. Sakın kımıldama.
Ve nefesini üflemeden, sessiz ama yaygın bir fikir gibi usulca hissettirdi kendisini. Doğruların bizlere büyüklerimiz tarafından kültür, din ve muhtelif araçlar yardımıyla empoze edildiğini unutarak, ilk defa bir şeye inandım kusursuzca. Yalan olsa bile, çıkarsızdı belki bu yüzden sevdim sesini soluğunu.
- Göz açıp kapayıncaya kadar geçecek mi hepsi?
Gittiğini sandım susunca. Ama ben kafa salladıkça içimde çoğalan, benimsediğim bir iktidar doğrusuna karşı ise bana hain gözüyle bakan bir nefes hep yaşadı içimde. Hiç dışarı salıvermedim, korktum lanetler onu zenginler diye, ölümü benim yüzümden olacak endişesiyle arada bir gelmesini bekledim sadece. Öyle çok zengin vardı ki... Her şeyin farklı bir zengini, otoritesi, çok bilmiş dışlayıcı efendisi... "Asla" dedim, "Asla, daha açık bir renge boyanmaz yüzleri." İşte o gün, bir "Az kalmışlık" hareketi içerisinde, "Azınlık" ismini reddederek ilave oldum içerisine sığınmış "Şeffaflık" miğferi altındaki kalabalığa karşı duran ruhsuzlara. Şeffaflık (Glasnots) dedim ya, kulağı çınlasın Gorbaçov›un yattığı yerde çınlayabiliyorsa şayet. İşte o gün, "Basitlik ve Sadelik" kılıfı altında, kolaya alıştırılmış beyinlere armağanlar yağdıran hegemonyanın dilini koparttım ağzımdan. Ve ondan sonra her gün, bizim olmayan hayatlara aşık ve sadece yüksek topuklar sayesinde kendini mutlu hissedebilen yurdumun gençlerini soydum. Tek bir fikir bile çıkmadı. Kendisini görmedikçe başka birinde, sevmesini beceremeyen insanların birbirlerini kovdukları ülkelere gitmem gerekti. Yabancı dili ana dilim gibi konuşunca saygı gördüğüm ülkem için, işte o gün, ben bütün yüzümü değiştirdim. Geri döndüğümde, çıkarım yapmakta uzmanlaşmış, insanları çabucak yargılayan ve bir şey yapmak cesareti yerine, yapılan bir şeyi acımasızca eleştirmeyi dürüstlük sayan kitleleri üremiş buldum. Başka da çoğalan bir şey yoktu!
Bazen tek bir söz için asarız birbirimizi. Ağzımızdan istemeyeceğimiz, kötü bir söz çıkıverir. Üzülmesini istemeyeceğimiz birini, layık olmadığı bir sıfatla kırmış olmanın bıçak keskinliğinin göğsümüzden geçmesini yaşamadan daha, kalkar o çok daha ağır bir kelimeyle karşılık verir size. Artık mesele büyümüştür. Kurduğunuz haddini aşan o ilk cümlenin değeri kaybolmuştur tartışmada. Bir anda hakaretler büyür ve sarf ettiklerinizi düşünmeden, sadece kulağınıza dokunanlar büyür içinizde. Çünkü yargılama sehpasına oturtulan, o yere göğe sığmaz kibirinizdir. Bazen bu durum yaşça birbirine denk olmayan insanlar arasında bile cereyan eder. İşte tam öyle bir sahnenin yanından geçiyorum şimdi. Orta yaşlı adam kavramış delikanlının elini, usulca döndürüyor bileğini. Ağızlarından dökülenler duymak istemeyeceğiniz cinsten. Arada geçen bazı kelimelerden anlıyorum ki iki yabancı değiller. Asıyorum yüzümü ve derhal devşirme sokakların yarattığı minik kümeleşmelere kapatıyorum gözlerimi. Az ileride durak dibinde üç genç kız buluyorum. Ellerinde ders notları, keyifleri o biçim, parıldıyor gözleri. Biri anlatırken açıyor ellerini kocaman "Kıvanç’ı gördün mü dün?" diyor diğerlerine ve hepsi bir ağızdan "Ayy..." diyerek başlıyorlar. Tabi derhal anlıyorum hangi Kıvanç›tan bahsettiklerini. Baklava dilimli, sarışın, dövmeli, bizim eski Behlül... Hayır, kıskanmıyorum işte. Sonra diğeri "Ama Kenan çok daha..." diyor ya, işte tam orada tıkıyorum kulaklarımı. «Hayır, duymak istemiyorum. Kıskanmıyorum onu da» dedikten sonra kocaman bir duman üflüyorum yüzlerine. Buruşuyor parıltıları, "Oh olsun!" Hiç kimseye yakışmıyor kırmızı bana yakıştığı kadar işte. Üstelik beni onlar gibi süsleyenler de yok ama yine de cazibeliyim. Ve o boyuna posuna bayıldığınız adamlar benim bacağıma bile yetişmez. Ben kim miyim? Bu kadar böbürlendiğime göre haklısınız merak etmeye tabi. Ankara›da bir İkarus... Üretim yılı, yani doğum günüm 1968. Hayalleri olan, monoton adımlarına rağmen dikkat çekmeyi başaran ve çoklarınızın kısa yoldan "Ego" dediği bir otobüsüm işte. "Ego" diyorlar diye şişecek hali yok egolarımın ama siz yine de şımarırım diye elinizi korkak alıştırmayın. Bari binerken yumuşak olsun dokunuşlarınız. Haydi bir iyilik daha benden. Sizi yormayayım: "Aferin bana" siz söylemeden ben sıvazlarım sırtımı da.
- Şşşşt! Kımıldama alıyorum acını.
Yine aynı ses, aynı nefes bitiyor içimde. Susup bekliyorum, tahammülle doldurarak ceplerimi.
Kapı açılır açılmaz görünen sakallı bir yüz ve dağınık, yağlı saçlar üzerine hemen geri çekilmeye çalışıyor ayakta kalmış genç kadınlar. Büyük ihtimalle bir kamu kurumunda memurlar ama aldıkları maaşa oranla çok bakımlı her biri. Ellerinden geldiğince güzel görünmeye çalışmışlar işte, sorgulamamak lazım. Bu iki adam ürkütüyor onları. Bir tanesi dediğim gibi kaba sakallı, yağlı saçlı ve görüntüsünü bozan en kötü yeri sapsarı dişleri. Diğeriyse gözlüklü ve gömleğinin düğmelerini açabildiği kadar açmış, arkadaşından birkaç yaş genç olmalı. "İyi ki göğüs kılları var" diyor her gören ama o hariç herkes ter kokusu yüzünden çeviriyor burnunu başka yana. Daha fazla açıklamaya gerek kalmadan, ellerinden geldiğince göz önünden kaybolan genç kadınların ruh halini anlamamak elde değil. Bir süre sonra gözlüklü olan diğerine gülümseyerek "Oğlum ne iş yapıyorsun sen?" diye espri yapıyor sözüm ona. O da etraflarında gezinen kötü bakışlara aldırış etmeden tüm samimiyetiyle "Egocuyum, son durağa kadar" diyerek sarı dişlerini gösteriyor sonuna kadar. "Ona başka şey demezler mi?" Sadece gülüyorlar çok komikmiş gibi.
"Biri son durak mı dedi?" kaşlarını havaya kaldırıyor delikanlı ve arkadaşlarına bakıyor telaşla. "Ben bilmiyorum haberiniz olsun. Geçiyor mu acaba?" Sırt çantasını biraz çekiştirdikten sonra öne doğru hamle yapıyor fakat cesaret edemeyince tekrar gerisin geri dönüyor arkadaşlarının yüzüne. "Sorsana oğlum" içlerinden bir tanesi üstelemekte haklı belki. "Ya, öyle bindik ama son durakta inilecek falan demişlerdi. Bir sor sen yine de" diye devam ediyor arkadaşını ittirmeye, çantasının üzerinden omzuna dokunarak. Tekrar cesaretlenen delikanlı birkaç kişiden müsaade isteyerek şoförün yanına yaklaşıyor ve utanmayı bir kenara bırakarak "Pardon. Son durak neresi acaba?" diye soruyor bir fasılda. Şoför gözünü yoldan ayırmıyor ama bıyık altından gülümseyerek delikanlıya ulaştırıyor gözlerini. "Vallaha benim için son durak kara toprak delikanlı. Ama bu otobüsü soruyorsan Yıldız’a gider" ve herkesten evvel açıyor güçlükle kapalı tuttuğu dudaklarını. Gençler bayılıyor bu cevaba. Derhal gürültü kopuyor aralarında. "Hocam ne matrak şoför ha! Bizim kafadan mı ne?"
Kızın kulaklıkları var, umursamıyor bile. Dayamış başını cama, camın soğuk teması açıyor uykusunu ve dalıyor müziğin büyüsüne. Otobüs mü gidiyor yolu yoksa içinde yeşeren melodiler mi götürüyor ruhunu? Hemen yanında mini etekli kız ise gözlerini ayırmadan kitap okumakta. Hiç kaçar mı bacakları gözlerinden delikanlıların? İki tanesi bir şekilde tutuna tutuna onun yanına kadar sürüklenmiş. Olabildikleri en yakın yere konuşlanıp bakarken, bir tanesi kendini akıllı sanmış olmalı ki askıdan kaydırarak dirseğini iyice yakınına ulaşıyor genç kızın. Ve ezbere bildiği ilk ve tek şiiri, böyle zamanlarda ilgi çekebilmek için günlerce hazırlandığı gibi bir şova dönüştürmeye kalkıyor. Diğeri hafiften dokunuyor koluna. "Falanca filmi izledin mi yahu? O kadar post-modern bir evrende geçiyor ki. Bir kez daha izleyeceğim, doyamadım. Karakterlerin her biri, farklı bir kavram üzerinde yargılanmış." Diğeri gülmemek için güçlükle tutarken kendini, tam zamanı geldiğinden, söylüyor ezbere bildiği şiiri. "Filmin içerisinde bu şiir de geçiyor. Hem öyle bir yerinde söylüyor ki aktör bakarak genç kıza." Birbirlerine bakıp gülüştükten sonra "Evet evet" diyorlar ama umdukları gibi işe yaramıyor gayretleri ve genç kız bir saniye bile ayırmıyor gözlerini kitaptan. Hatta hafif parlatıcı işgali altındaki uzun tırnaklarıyla takip ettikçe satırları, çocukların hevesi temelli kaçıyor. "Bari biraz daha bakalım bacaklarına" ve yetiniyorlar mecburen bu kadarıyla.
Hemen arkalarında durmakta olan yaşları biraz daha küçük iki genç oğlan, Beşiktaş’ı tartışıyor hararetle. "Orta alanda bu kadar top kaybı olur mu? Hocayı değiştirmeli yoksa ayvayı yedik aga." Ötekisi sırtında güçlükle tuttuğu çantasını bir sağa bir de sola yatırıyor ama heyecanından bir şey kaybetmeden tabi. "Falanca biz de bir olsa... Ohooo..." Tam o sırada orta yaşlı bir kadın bunalmış gibi yellenerek "Oğlum biriniz şu pencereyi aralasanız ya" diyor. Gönülsüz de olsa arzusuna karşılık veren bir gence daha teşekkür dahi etmeden çeviriyor gözlerini bu iki çocuğa: "Evladım başım şişti sabahtan beri. Beşiktaş’a ara verin azıcık Allah aşkına." Mecburen susuyorlar ama bir süre sonra fısıltıyla devam tabi. Bu esnada olan kadına oluyor. Bir kere gıcık oldular ya, iki de bir ona bakıp farklı bir hayvana benzetiyorlar kadını ve sonra kahkahalarla gülmeye devam...
Sonra durağın birinde epey yaşlı bir amca güçlükle biniyor. Bastonunu vura vura giriyor kalabalığa. Bizim şoför derhal patlatıyor espriyi: "Dedem senin ne işin var ya sabahın bu saatinde? Randevun mu var?" Dede de yanıt yok. Birileri yerini veriyor, o da bir güzel kuruluyor ama şoför söylenmeye devam tabi: "İyi ki belediye bedava yaptı yaşlılara. Uyku uyumuyorlar ya, bütün gün bunları oradan oraya taşı işin yoksa."
Orta yaşlı bir adam uzun zamandır denk gelmediği bir tanıdığını görüyor arkalarda. Derhal dibine sokulup adamın, selamlaşıyor onunla. Yemyeşil ve geniş bir gömlek var üzerinde. Kıravatı çizgili ve sapsarı. Gözlükleri ince camdan. Gülümsemeyi ihmal etmeden koltuğuna tutunduğu yaşlı amca karşısında, hoş beş ediyorlar uzun uzun. Yaşlı amcanın hemen yanında, cam kenarında yirmili yaşlarda bir genç oturmakta. Evvela göz ucuyla onları seyrediyor delikanlı hatta istemese bile adamın yüksek ses tonu nedeniyle hayat hikayesine kadar öğreniyor mecburen. Öğretmenmiş, kızı üniversiteyi kazanmış, kiradan kurtulmuşlar... Bir müddet sonra adam yaşlı amcaya imalı bir gülümsemeyle "Oruç devam değil mi? Maşallah" diyor. O da "Ya ayakta kaldın bak. Bütün günde yorulacaksın oğlum" diye hayıflanarak karşılık veriyor. Bu pası kaçırır mı? İyice saldırıya geçiyor adam. Gözlerini delikanlıya uzatarak sözüm ona amcayla konuşurmuş gibi yaparak: "Eskiden gençler fişek gibiydi. Hemen yer verirdi. Biz gençliğimizde var ya... Ben hiç hatırlamam otobüste oturarak gittiğimi." Amca hafiften silkinip omzundan yana kaydırıyor bakışlarını ve delikanlı bu sözsüz imadan rahatsız olup kaçırıyor başını, pencereden dışarı uzun ve duyarsız bakışlar fırlatıyor müdahalelerine bir cevap gibi. Amca ciddi bir ısrarla "Evet. Nerde şimdi? Söylüyorsun da kafasını öte yana çeviriyor çocuklar. Utanma kalmadı. Oruçmuş, yaşlılıkmış, namazmış umurlarında değil. Varsa yoksa hay hay huy huy!" diye kulağının içine tutuşturuyor cümleleri. Elbette yeşil gömlekli adam gözlerini uzun süre delikanlıya dikmenin de sonuç vermediğini kavrayınca yaşlı amcaya bakıyor ve olumsuz anlamda kaşlarını yukarı kaldırıp adeta "Boş ver" der gibi bakıyor.
Biraz sonra yaşlı adamın yanında oturan çocuk ayırıyor gözlerini camdan ve kafasını çevirip otobüsün kapısına yakın birisine: "Afedersiniz. Düğmeye basar mısınız rica etsem?" diye sesleniyor. Bir an evvel kalkması için sabırsızlanan öğretmen ve yanındaki yaşlı adam ters ters bakıyorlar yüzüne, delikanlı oralı bile olmuyor. Eğiliyor usulca ve koltuğun altından değneklerini alıyor. Güçlükle önündeki demirden destek alarak ayağa kalkıyor. Değnekleri yerleştirip otobüsün durduğundan emin olunca ancak harekete geçebiliyor, bunun üzerine etrafındakiler de susuyor tabi. Sadece susmakla yetiniyor öğretmen ve yaşlı adam. Delikanlının boşalttığı yere geçip gözlüklerini düzelterek müsterih bir adam gibi davranıyor öğretmen ve bir ya da iki dakika sonra memleket meseleleri dökülüyor ağzından, her şeyi siliveriyor balık hafızası.
Onlar değil ama ben yorulduktan sonra, gün daha yeni başlamış sayılırken çok kısa bir mola verip gölgeye düşüyorum. Bir çocuk geliyor hızla. Elinde bir bardak su. O an öyle kocaman görünüyor ki o bardak, gözümde büyütüyorum güneşten ayırarak çehresini. Açıyorum bütün gövdemi ona, uzatıyor bardağı. Çok şükür! Benim için gelmiş tanımadığım bu çocuk. Sevinmekle kalmıyorum, bakıyorum gözlerinin içine. Hayır, para kazanmak için yapmamış bunu. Bir büyüğü de öğütlememiş. Sadece içinden gelmiş şu an ama dün mutlaka ona öğretilmiş. Seviniyorum öğrendiği bir şeyi, içinden gelerek, komut almadan ve hiç kimse onu görmeden uygulayabildiği için.
- Şşşşt! Kımıldama alıyorum acını.
Bu ses bir an bile bırakmıyor yakamı. Bırakmadığı sürece daha erdemli bir insan oluyorum sanki. "Gitme" diyorum ama öylesine. Çünkü biliyorum ki o hiç bir zaman gitmeyecek.
Belki ibadet böyledir, bir çırpıda ve kimse duymadan, şahsa münhasır edilebildikçe daha korumasız ve sahicidir. Toplumda yer edinmek için sıradan bir araç haline dönüştürülmeden bireyselleştikçe bir parçası oluyordur inancımızın. Dahası, bir şeyi yaptığımızı gösterebilmek için, onu yapmadığını varsaydığımız insanları lanse ederek, mahremiyetlerini suçlarcasına kalabalığın önüne atmadan... Ne kadar zor değil mi? İçinde yaşadığın bir aşkı dışa vurmadan, karşı taraf öğrenince mutlaka elle tutulur bir vaziyet alır ve büyümesi gerekirken küçülür diye muhafaza edebiliyorsan aynı konumda, şanslı bir "Az kalmışlık" içindesindir.
- Hey Ankara! Hiç mi hiç sevmiyorum seni. Hatta nefret bile ediyorum belki. İşte sırf bu yüzden orda durma, gel kollarıma.