16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2100
Okunma
Gece aynı, tek bakışlı ve yüzeysel. Pençeleri düşmüş, bakışların solurken tüketime doymayan ruhunun terbiyesizliğini sadakat kalır mı hücrelerinde? İhtimaller üzerine fazla eğilmeden, henüz oynanmamış bir kumarın cesaretini yükleniyordu kadın. Peki, yok mu onun omzundaki yükleri biraz olsun hafifletecek? Siz varsınız işte. Sevgili okuyucum, üstlenmen gereken kocaman bir vazife seni bekliyor şu an çünkü bu bir öyküden ziyade, çoktan seçmeli bir oyun. Testi dikkatle okuyarak kadın için bir seçim yapmaya mecbursun. Lütfen okumadan “Hayır” deme. Yardım et ona…
A Şıkkı: Sevdiği adamın en yakın arkadaşı.
Hangisi daha zordu? Kabuslarla uyanmak mı? Yoksa incecik parmakların geometrik dağılımlarına göz yumarak göğüs kafesimin uyuşmasıyla mı? Ojesi tırnak uçlarında dökülen bir sıvadan farksızdı, sevimsiz ama sıcacık bir temasla ayırıyordu gövdemi ikiye. Odaya güneş doğmasını beklemeden, geceden kalma kucak dolusu bir nefesle ayık tutmuştum zihnimi ve ıslak kırmızılıkların tükendiği saatleri sil baştan yaşamak içimden gelmediği için sessizliği ortalamıştım. Kayıp gittim. Şımarık ve arsızdım hatta inanmakta güçlük çektiği aşk zırvalarının yüzünü renklendirmesine fırsat vermeden, pencere başında almıştım soluğu. Nutkum, alkolün içimdeki masum adamı parçalara ayırmasından sonra hayli açıktı. Başımı kuvvetle bastırarak cama yasladım, uzun ve amaçsız bakışlarımla örerek yeryüzünü, yalana doyuruyordu günlüğümde kalmış inançlarım. Öyle ya umut... Hala damağımı kirletmesine izin vermediğim bir yemekti, sanki yabancı mutfakların mabedime bir çeşit uyarlaması. Sonra güven... “Bende var ama artık ondan olmayacak.” Yanılmıyorum, şüphesiz ne alkolün tesiri ne de başıboş yalnızlıkların birikintisi... İkisini de kusmamıştık sevişirken. Daha doğrusu anlatmaya başlamadan önce iltimas geçiyorduk birbirimize, gözlerimizi tükenmez kalemle iyice karaladıktan sonra tanınmaz olmuştuk. Yeterliydi daha umursamaz olabilmek için. O başladı esasında. Yalnızca sıkıcı bir adamın kumral saçlarını yatıştırdığı bir alkol devrimiydi gece benim için. Onu yanıma sürükleyen, belki de dünyanın haddinden fazla küçülmeye duyduğu ihtiyaçtı. Kımıldamadım, kımıldatmadı bile bakışları.
Sebepsiz bir yakınlık hissederek uzun tırnaklarıyla çınlattı bardağı ve gözlerini duvarları loş tutan, sarkık lambalardan aşağıda tuttu. Gölgesiyle bakışıyordum. Bana en yakın arkadaşıma duyduğu öfkesinin incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerini sıralamaya başladı hemen ve aşkı omuzlarından nasıl atıp adaletin baskülünde kilolu gözükmeye yeltendiğini anlattı birer birer. Peki, buna alet olmam mı gerekirdi? Hiç düşünmemiştim çoğu erkeğin benzer durumlarda detaysız kaldığı gibi. Dinledim çat pat seken birkaç bahaneyi ve sonra ikimizde gülmeye başladık. İmalı, derin gülücükler... Kadeh tokuşturmak virgül niyetine uzatıyordu cümlelerimizi. Ve her ikimizin de nokta koyacak cesareti yoktu ne yazık ki.
Evvela romantiktim. Hafif alkolün yerinden çıkarttığı beynimi güzel ve mayhoş cümleler kurabilmek için kullandım. Sanki bana benzemeye başladıktan sonra bunu fark edip, sıkıldığım ve hızla yanından uzaklaştığım dudakları çevreliyordum tekrar. Evet, giderken cebinde hep bir geri dönüşü bileti taşıdığını sanır benim gibi erkekler. İşte aynen öyle. Sanki zaaflarının süzüldüğü dudaklarının altına tutuyordum istismar çanağımı. Yaklaştım. Dalgakıran gibiydi açıkta kalan omuzları. Bembeyaz teninde müthiş ayrılık fırsatları… Soluğumu bölen bir engelle karşılaşmadan gözlerini uzunca bir süre kapatmasını sağladım. Derinlere, uzak ve yabancı sahillere açılırken aheste, bir tek fırtına eksikti birbirine karışan kokumuzda. Ayrılamadık ve ayrılamadıkça biz, cümleler boğdu kalkıp gitme isteğimizi. Konuştuk, anlatmaya başladım ona, öpmeye mola verdiğim zamanlar kısa kısa.
B Şıkkı: Eski sevgiliye geri dönüş.
“Bırakalım gece anlatsın seni, benden ödünç alarak. En güzel iltifat olsun rüzgar, kur yapsın saçlarını okşayarak. Yağmur elini tutuşum olsun, dokunsun tenine tekrar tekrar ilk heyecanla... Eridikçe sivrilsin aşk uçuklarım dudağımda. İçin ürpersin gölgeni dolarken kollarıma. Sonra üşüyen kalbini bağışla. Müsaade et, ay dilim olsun. Söyleyemediğim sözleri getirsin dalgalarla ve sen... Sakın uyuma bu gece. Açık kalsın gözlerin. Bir kere gelebilmek için göz göze sakın uyuma. Gece bizim oldukça...”
Bir anda kıpır kıpır oldu içim. Küçücük saniyeleri ekledim uç uca. Dudaklarımın uyuştuğunu algılamam için yetersizdi dilimde kalan son nefesi. Başkasının alkolünü içime almak, kendi mazeretsizliklerimden çok daha çekici ve şıktı sanki. Bırakmadım, kadehten sıyrıldıkça elleri, yüzlerce mazeret bulup yağdı yağmur gibi, gömleğimin arkasına sığınan kalbime kocaman bir kelebek gibi.
Çalıntı bir rüyadayım sanki. Önce gözlerim... Kalbim kadar çıkarsız ve en hafif, makul sebebim kadar. Sonra bir aralık ellerim... Buluşuyor belki teninle, belki yumuşak tenin kadar ama hasret bu. Öldüresiye mazeretler ve tükenmeyen bir korku, geceden kalma bir alışkanlık ve en kutsal tuzak dudakların.. Adımı güzel, sevgimi okunaklı kılan, gitmek nedir hiç bilmeyecek kadar. Oysa sevgilim... Kollarında özleyecek nefesim senin oluncaya dek. Ve sanki bu rüya çalıntı değil, baya bir gerçek.
Dedikten sonra gerçek olduğuna inanmamız için uyanmak, ayılmak istedi hafif. Biraz kafein, el freni kadar kesin ve ani bir çözüm olabilirdi yoldan çıkmaya hazır bulunan suretlerimize. Ama benim ona, onun bana olduğundan daha fazla ihtiyacım vardı. Dudağımın örtüsünü kaldırıp tozumu alan olmamıştı sanki uzunca bir zamandır. Sadece bencil davrandım o dakika. Dağınık müziğin gelişigüzel çarptığı yüzlerimizi çekiştirip uzaklaştırdım, tek bir vücut ve dünya bıraktım masada. Bir kez daha “Hayır” almayacak bir cevap sundum sonra.
Kahveyi boş ver, çayı da. İçine tıka basa buz koymanın mecbur olacağı bir şey söyle. Öyle ki bardağın yüzeyi buzla kaplı olsun ve parmakların güçlükle dokunsun ucuna. Sonra usulca süzül, denkleştir nefesini, birazını içeride birazını dışarıda bırak ve hafifçe eğ bardağını. Evvela buz kütlesi dokunsun, örtsün üst dudağını ve içeceğin damarlarına kadar geçtiğini hissederken aheste kal, sakın düşürme elinden. Yavaş ve sakin, yudumla geçmişi sıyırıp atar gibi bir çırpıda. Biriktirmeye çabalama, bir an bile geçirme aklından, öylece asılı ve bitişik kal bardağa. İyice uyuştuğunu hissedene kadar dudaklarının... Halden anlarım ben, korkma. Sen çekilirken geri, ben hızla yetişirim ileri. Bir nefes buharı örer duvarı, kaçırsan bile gözlerini, yüzün ister, cildin ister. Kapatırsın öylece, bakışların olmayınca soyunmamış gibi emniyetli düşünürsün ve usulca geçerim bardağın yerine bu kez sen eğilmeden. Kıpırdamaz bile göz kapakların, öyle tecrübesiz yeltenmeden bırakırsın karla kaplı derini vücuduma. Titremene müsaade etmem, geçiririm dişlerimi, bir hortum bağlarım üst dudağına, sen dar ağacı sanırsın belki veya çabucak ısınmak için sarınırsın, alev alev deriyle kaplarım gururunu. İçinde meyve bahçesi, portakal kokusu ve güzel kokar nefesin. Yumuşacık bir yastık olurum, uykun gelmiş gibi emanet edersin vücudunu. İşte o an, bütün saniyeler bölünerek çoğalır. Yüzlerce defa hissederim aynı noktaya dokunur ama farklı tatlar duyarak, vazgeçemem iliklerime kopyalayana dek sıcaklığını. Sen de öyle... Sıcaktan piştikçe derisini değiştirir tutkumuz. Sen bukalemunsun, ben de senden farksız. Isındıkça özlemeyiz soğuğu ama o günden sonra biliriz ki her kış birbirimizi kömür, odun niyetine kullanmamızdır. Severiz artık yazlar içinde kış barındırmayı ve ilk ısmarladığımız şey olur “Frozen” ellerimiz birbirine kavuşunca.
C Şıkkı: Aynı iş yerinde, çalışırken zaman zaman sinir bile olduğu ama çok çekici bir adam.
Argo yüzlü adam bir kuş kadar hafif, çırpınarak uzaklaşmakta. Bir o pencerede bir bu balkonun demirlerinde. Tutunan tırnaklarında zehirli mürekkep, yoluna çıkan bütün kadınlara dünyanın en güzeliymiş gibi davranmakta. Çözüyor saçlarını sonra mevcut her rengi yakıştırıyor vücuduna. Pes etmediğin zamanları dolduruyor bak, nasıl da sakin ve takatsiz merhametini çalıyor yarın, yarın, tekrar yarın. İnanıyorsun gözlerine sıkıştırılmış masumiyetin kavmine. Meydan okur da gözyaşlarına, güz fakiri solukları tahammülsüz bırakırsan yeşilliklere, sarıyla değiştirirsen adımlarını ve upuzun turuncu tarlalarına sığdırırsan lakırdılarını, bardak dibinde kalır bu adam. Sokağına döner, unutamadığı argosunu teslim eder giderken veya çırılçıplak kalır dokunurken dudakların, akıtırsın sihrini zehir niyetine. Bardaksız, dudaktan dudağa. Bu kez ya o sana inanır ya da sen devam edersin güzel kalmaya. Sonra büyükçe bir söz verir tutunarak vücuduna: Aşık olmam sana, hoşlanmam hatta kompliman bile yapmam ucuz erkeklik gösterisi olarak. Kabullenmek zordur tuhaf ve iç sıkıcı hallerimi. Rol yaptığımı düşünürsün ama olağan halimdir senin için gayretim. Her gün bir paragraf açarsın penceremde ve ben illa ki yıldızları kovalayıp yer açabilirim gözlerine.
Günah... Söyleme adını, sığdırma düz duvarların iliklenmez yakasına. Aynı otelde iki farklı pencereden buluşturalım gözlerimizi ve bir çırpıda numaranı söyle bana. Kapan kadehlerin arkasına, bense yerden yere vurmalıyım hüviyetimi. Bir asansör boşluğu hafifletir mi bilmem ama kusarım sevgisizliğimi. Bir ve iki, üçüncüsü yok. Açtın ama gözlerin yüzümle sevişmek için soyunmadan kusursuz bekledi sabrımı. Üç ve dört bu defa beşincisi yok kadehin. Şampanyanın sürklase ettiği derindeki el yazmalarını çıkarma, küvette kalsın paragraflarım, ağlarken bir zamanlar çok uzakta gizlenirdi yağmurlar. Köpükleri cellat, dudaklarımı yağlı urgan sayarak... İntihar notlarını ezbere yazıyorum ve yudumlar ilk defa soluk çemberinden yukarı. Günah... Ben veya sen... Kim başlattıysa o değil, diğeri düşmandır ayak uyduran.
Devrik bir cümle kadar tırmalıyordum kulağını. İçinde bir inilti, sığdıramadığı bir pes ediş anıydı gözlerimi değdirirken omuzlarına. Yüzlerce defa “Git” diyecek kadar gücü vardı hatta tırnaklarına yerleşmiş kocaman harfleri işaretlerken vücuduma, bütün “Git” lerin söylenmesinin, zaruri bir yalan olduğuna ben bile başlamıştım inanmaya. Böyle davranınca kimsenin canı acımıyordu daha fazla. Derin bir nefesle çekerek içime beyazlığını, parfümünün adını fısıldadım kulağına. Gülümsedi, meğer sevgilisi hiç önemsemezmiş bunu. Ellerimin arasında saçları kumraldı ama değirmen gibi üfleyerek tazelediğim soğuğa titreyerek karşılık verdikçe ıslandı, ıslandıkça koyulaştı sonra. Büyülendim ve “Memleketim ol. Sığındıkça küçüklüğüme döndüğüm kapkara sokaklar ol gecenin bir yarısı. Tazecik bir aşk olarak kal, devam et beni ağlatmaya. İşte şimdi… Şimdi başlıyorum sevmeye seni” dedim fısıltıyla.
D Şıkkı: Yeni tanıştı ya da tanıştığını sandı zira adam çok eskiden beri seviyormuş meğer.
Fişlerin arkasına “Seni seviyorum” yazan çocuğum hala. Bak, yüzümdeki maskeler fırlayacak soğuktan, yılların eskitemediği hasretin bilinmezlik çorabı örüyorken, ben kapalı kapıların iki yumrukla açılmayı bekleyen sabırsızlığıyım. Şehir şehir, zamansız ve kalabalıkta, adı konmayan gülümsemelere teslim olmadım hiç. İstismar edilmesin diye bir gün, olur da bakarsa bir kadın gözlerimin içerisine, saçlarına yakıştırdığım ilkbahar gibi kokunu ölçmeden sıvadığında ellerime, baktığın gibi bakarsa diye, hep ürkek adamda rol aldım. Zamanın birinde buluşuruz diye aynı evrende, pembe kaplı defterine “Kalbin kadar temiz bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkürler” demiştim ya, devam ediyorum şimdi dokunarak gözlerinle örtülü kalbine. Baktıkça çoğalan, gürültülü atışlarına sakladığın adamı özgür bırak ve gerek kalmasın artık gözlüklere. Hiç kimseyi bilmem ama ben uzak değilim bulanık göreceğin kadar. İşit! Nefesim boynunda bir şerit, kulak memelerinde bir fısıltı. Savunmasızsın, seni çok sevmek için geldim onca yoldan. Yol... İlmeksiz, köprüsüz ve dikensiz. Yol... Düşünmeden, en uyarıcı haliyle siyah ve laciverdin, geçir üzerimize öpücüklerini. Yol... Ayaklarımızı sırtı sırta vererek yürüyelim.
Eğildim, düştü alnım camın ıslak omzundan. Sürüklendi saç tellerim yumuşayan parmak uçlarımın kaldırımlarında. Yetişmeye çalışıyor gibi biraz aceleci biraz da yolcu edasıyla. Otobüs durağı çizdi gözlerim ellerimi almaksızın yanına. Minik bir kız çocuğu annesini ellerinden kurtulup ufak sıçramalarla yaprakların başına üşüşüyordu. Sonbahar fakiri, şerbetini tüketmiş bir sürü yaprak... Ve ısrarla her birinin üstüne basmaya çalışan mis kokulu kız çocuğu. Gözlerimde büyüyen çizgiler resmi daha anlaşılır kılıyordu yaprakların kırılma gürültüsüyle. Ayrılmadım oradan, kız, annesinin elini tutmaya ikna olana kadar bekçisi oldum kendimi tanıma hudutlarının. Sonra onlar otobüse, ben “Bir daha yapmam” dediğim küçük yalanlarımın hafta sonu tazeliğinde pişen vurdumduymaz hallere... Zaten kaç kere pişman oldum ki? Hep bir bahane yıkamadı mı ellerimi? Tekrar uzandım yatağa ve bu defa kurşun kalem sürdüm kalbime, silmesi kolay olsun diye.