27
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1963
Okunma

Kanıyordu elleri, barışı tuzlu dudaklardan
kekik boyalı çorbalardan alıp
götürüyordu manşetine göz çukurlarımızın.
Islaktı hala, vurmadan topuklarını ilk defa
göle kavuşmadan kokusuz,
irili ufaklı pek çok kesik karışmıştı ter damlalarına
oluk oluk akıyordu bileklerinden
oysa minicik ellerim yağmur bile tutamazken
avuçlarımı birleştirsem yeter miydi tartmaya?
Ey korku... Saklanmana gerek kalmadı artık.
Gözlerime düşmeden uzun bir melodi üfledi bile karanlık.
Kapının çalındığını bile duymamıştım. Ev ödevimi hava kararmadan bitirebilmek yegane telaşım olduğu için pencerenin kenarına serdiğim minderden göz ucuyla ip atlayan arkadaşlarımı seyrediyor ve bir yandan da elimde kalem, yazdıkça yazıyordum. Arada bir bana "Gel" işareti yaptıklarında da yüzümü düşürüp önce defterimi işaret ediyordum. Eğer ısrar ederlerse içimdeki kıpırtı katlanarak arttığı için anneme bakıyordum göz ucuyla. O farkında bile değildi. Aslında bilirdi de o vakitte var gücüyle yufka açmakla uğraştığında kafasını kaldırıp bakamaz, ulaşamazdı gözlerime. "Anne. Birazcık çıksam mı?" derken sesimi iki ton inceltirdim. Yumuşacık yüreği hayatta dayanamaz diye, bana cevap vermeden önce yetiştireceği gözleri için bir de boynumu büker beklerdim sonra. Hakikatten dayanamazdı. "İyi ya birazcık çık oyna. Gece yaparsın artık ödevlerini. Ama sonra da uykum geldi diye miyavlamak yok, ona göre". İşte o an, böyle çabucak kabul edince değersiz kalırdı her şey. İzin istemek sıradanlaşır, hemen akabinde mahkum psikolojisi tırmanırdı boynuma. Sanki kalemi sımsıkı tutan ellerime vurulan bir kelepçe gibi tutulurdu harfler ellerimde, ağzımda ve defterin yüzünde. Vazgeçerdim, pişmanlığım olurdu sanki hayallerimi amaçsız bir kaç saate kurban etmek. Bir şey söylemeden eğilirdim daha büyük iştahla sayfalara. Çok geçmez, oklava sesine ara verirdi annem. "Git dedim ya. Ne oldu? Yok mu arkadaşların?" Noktasını bastırarak koyduktan sonra defterin diğer ucuna erişirdi ellerim ve "Boş ver. Hep aynı oyunlar zaten. Çok güzel bir hikaye var Türkçe dersinde" diyerek hem onu hem de kendi iç huzurumu mutlu ederdim.
Eğildi babam, ilk defa özür vardı gözlerinde
öptü alnımdan,
kokumdan alıp yanına öylece uzaklaştı.
O sahne terk etmedi gözlerimi
susadıkça imdadıma yetişti
aktı dirençsizce kurumuş yaprakları dolaşıp.
Beynimin duvarlarına balyozlar iniyordu
yetişemese de düşüncelerim büyüklere
kabul edilmeyecek bir dava başlıyordu gözlerimde.
Yıllar... Yıllar... Hiç çekmezdi kirli ellerini yakamızdan
sonra çabucak alıştırdı yere bakmayı
pençelerimizi gömüp toprağa
naftalin sürmeyi umutlarımıza.
Ben ve annem bu denli dalgın ve olağan kıvılcımlara yüreklendirmişken nefeslerimizi o kapının açılışını duymamıştık. Babamdı. Yüzündeki ifadeyi tanımıyordum, ilk kez o gün görmüştüm. Bir şey söylemeden yatak odasına geçti ama üstü başı kan lekeleriyle doluydu. Annem avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Dövünüp koştu yanına. Ben ise kıpırtısız... Bir süre öylece odadan taşan seslere terk ettim vücudumu. Gündüz karabasanı niyetineydi her şey, akıp gitti pencereyi kapatıp elleriyle. Önce gözümü sürdüm duvarlara, sonrada kalbimi. İçimden kopan yarınlardı ve bunu o yaşın, görüntüsüz tecrübesiyle algılayabiliyordum. Sesler çoğaldı az sonra. Babam da çıktı dışarı annem de. Babam musluğu açtı en sonuna kadar ve bileklerine şiddetle çarpan suyu var gücüyle sıvadı her bir yanına. Kolları, parmakları, avuçları ve yüzü... Annem karışıktı. Yarı ağlamaklı, yarı isyan içerisinde çaresiz. Ben yine kalkamadım yerimden. Defterimi de kalemimi de terk ettim o an, o sahne içinde. Gözlerim kesildi, merdaneye uzanırken kan geliyordu bakışlarımın her birinden. Ve kulaklarım çoktan çıkartılmıştı hapis bırakıldığı zarfın içerisinden. Sonra aniden dokundu babam, öpücük verdi alnıma. Ellerini soğukluk kaplamıştı, dudağı hafif titrer vaziyette... Öylece kaldı bir süre gözlerimde bağdaş kurup bekledi. Konuşamıyordu benim gibi. Ses geçirmeyen yüreğim mi diye endişelenirken onun kıyametini harflerin oluşturduğunu fark ettim, endişelendim. Kalem ikinci kez düştü ellerimden. Bu defa tekrar dokunmayacaktı parmaklarıma. Baktım ikimiz içinde son olma ihtimalini gözden geçirirken yüreğim. Yaşımdan büyük ve ağır bir kalp taşıyordum. Sarıldık birbirimize. Kokumu döktüm olabildiğince. Ve o bırakıp gidene kadar ben vücudumu ona sarılı bıraktım. Sonra uzaklaştı babam. Kışları yağmur ve kar yağınca, bin bir isyanla çatısını kendi başına tamir edemeyeceği bir eve gitti ve ben gittiği yeri boş bıraktım bulmaca sayfalarında.
Pazarda kiraz tartan adamın kızıydım
ismimi yazan kaderimizdi
Kiraz...
Sadece çürük olanların tadını bilerek yaslanmıştım yıllara
ama gafil avlandım.
Özür borcuna sarılı sürüklenirmiş günler
o yüzden hiç sevemedim o kirazların tadını.
Babam yokken bile sokmazdık artık eve. Kiraz... Adımdan nefret etmek için her gün yeni bir bahane bulmama gerek bile yoktu. Kokuşmuş bir tat birikiyordu bakarken insanlar üzerime. Ben büyükçe kötü bir mirasın elle tutulur son damarıydım adeta. Üzerinde jilet izi bulunmaması için annemin uğraştığı ama her gün sokak aralarında yüzüne insanlar tarafından onlarca bıçak yarası bulaştırılan bir kız. İçine düştüğümüz zor hayat mücadelesini anne-kız göğüslemeye gayret ederken nefretimi kazanacak yeni bir değişim başlamıştı vücudumda. Ergenlik... Daha güçlü, bilinçli olmaktı bir bakıma. Artık kağıt parçalarına sığınmıyordu umutlarım. Gündelik kovalayarak belki de babamın hiç hayal etmediği bir genç kız olarak yetişiyordum. Ama o gitmeden önce ve göğüslerim nokta, boyum kısa, sözlerim hala manasızken başımı okşayıp harçlık veren dostlarımız artık cesaretle sokulmaya çalışıyorlardı tenime. Her şey öyle çabuk değişmişti ki... Yediğimiz, içtiğimiz dışında, dostluk kisvesi altında sokulan komşularımızın kuytuda bacaklarımı okşamasını nasıl sindirebilirdim içime? Dudaklara çakılmıyordu çiviler. Mahallenin genç delikanlıları aşk için sulanırken, onların babaları da fiyat biçiyorlardı bir gecelik kaçamak için körpecik bedenime. Ben böyle yaşarken, belki utanması gereken en son kişiyken, yere bakmayı alışkanlık haline getiriyordum işte. Kendimle kalamadığım bir başkalıktı bu. Önce annemden sakladım ama sonra tahammülü aşan bir noktaya dayanınca her şey... Güpegündüz bakkalda koca bir günün yevmiyesini birkaç kese kağıdına dönüştürürken, iki esnaf bir olup dokunmuşlardı yüreğimi yoklamadan. Ne kaçmaya gücüm vardı ne de konuşmaya cesaretim. Sadece tiksiniyordum ama bunun bile onları tahrik etmediği ne malumdu? Her şeye saldırdılar. Onuruma, inançlarıma, yarınıma ve babamın kurduğu dostluğa... İşte bu yıkım annemin gözlerine akıttığım iki damla yaş olarak kalakalmıştı senelerce. Sustuk, eğik başımızla döndük yüzümüzü karanlığa ve o karanlığın evimize çöreklendiği saatler birbirimize sarılarak uyumaya çalıştık. Onları namuslu, güvenilir ve inançlı yapan her şey korurken bakirliğini, biz kuru ekmekle dertleştik, suya batırdık çöreğimizi. Oysa günler de haftalar da aylar da hepimizindi, devam ederken yaşamaya kaldığımız yerden bir tek yılları saklıyorduk içimizde. Yüreğimizde hep bir "Yarın" taşıyarak sustuk. Susmayı öğretti bize, namusu için yaşayanlar...
Her gün soluğuma kaçtığında
çıksın diye dua ederdim
babam benim olmadan
özgürlük karışmazdı semtimin kirli sularına.
Her neyse suçu
kimleri üzdüyse bu kadar
helal etsinler, yazsınlar toplum sözleşmesine bunu da
suç bir sivrisinektir,
kime ne zaman konacağı belli olmadığı gibi
öldürmekle kazınamaz soyu.
İklimlerin kocaman ayaklarına kapandım, yüzleştim hayatımızın tarihçesiyle. Kimin daha fazlaydı günahları? Pencereden el sallayarak 24 saate tutunanların mı? Yoksa aynı elleri birbirine dokundurarak 24 saati doldurmaya çalışanların mı? Ölümün asık yüzlü kardeşi her fırsatta uğrar olmuştu evimize. Bir masal okurdu yatmadan önce. Alışkanlık yapmıştık bunu kendimize. O söndürmeden ışıkları, dolaşmazdı ayaklarımız kalbimizin karanlık kentlerinde. Ama bilirdik ki kardeşi geldikçe ölüm asla uğrayamazdı semtimize. İşte bunu mutluluk saydık. Fakir edebiyatı dedikleri bu olsa gerekti.
Biri gelmiş, kaldırmış çivilerini teker teker
tuğlasız evimizin ahşap destekli bulutlarını.
İstemediğimiz mevsimlere hamile bıraktı bizi
büyüdük merdiven boşluklarında.
Çocuk kalamadım ısrarla
yüzümü yalayan rüzgara inandım.
İtilmeyi okul sıralarında öğrendim evvela
veli toplantılarını gizlemeyi
annemin yaşam kavgasını
verdiği tavizleri insanlara
ve koruyamadığı gururunu
vazgeçtiğini sonra...
Onun gibi olmamak için
kadınlığımı...cesaretimi...
Yel değirmenlerine bıraktım savaşsız...
Öyle eksikti ki içim
yoksulluğun sağır dilsiz hallerinden ziyade
bir adam yaratmaya mecburdum düşlerimde
dudaklarımdaki ruju söküp alan
halsizliğimde omzunu uzatan
yaşam ile ölüm arasında görünmez
tutkulu bir adam...
Mecburdum yaşatmaya onu
içine kustuğum dünyadan ayrı
bir vazoda güneş ve suya boğmayı.
Bana ilk defa bir erkek çiçek ve güzel bir cümle yerine "Umut" vermişti. Boynunda bıraktım ellerimi. Üşüdüm tercümesiz sabahlarda ve hep onun sıcaklığında uyandım kör, içi boş uykulardan. Hiç bir yere kadar ulaşamıyordu ayaklarım o sarılmadıkça. Alırdı beni nereye götüreceği mühim olmadan... Yüzlerce defa baksam da yüzüne hep aynı ilk bakış telaşı saplanırdı yüreğime. Bardağa uzanır gibi yapar dokunurdum ellerine. Bir tesadüf çok ısıtmaz belki ama ikincisi için cesaret tutuştururdu ellerime. O da bir bahane üretir, temas ettirirdi parmaklarını. İşte o vakit cennet düşerdi göz bebeklerime. Aynı otobüste yan yana düşmüş, itiraz etmeyen iki yolcu olurdu kalplerimiz. Camdan dışarıyı seyrederken daha çok sarılırdı birbirlerine. "Ben parmaklarının her birini saatlerce teşhis etmek istiyorum" derdim içimden kalın harflerle. O bunu yapmak için konuşmaya bile gereksinim duymazdı. Kollarına alırdı beni, kalbimi, tek tek saymaya lüzum yok, her şeyimi...
Ama düştüm kollarından
gecikmedi gözyaşı.
Kimin kızı olduğumu bekaret sanmıştı
toz konduramadığım...
duramadı fırtına karşısında
susup insanları dudaksız kılmayı.
Babam gibi olamadı...
Hiç kimse üzülerek vedalaşmadı onun gibi.
Kederimi sığdırdım demir perdeye
mahkum elbiseleri diktim
bir daha uyanmamak için.
Artık kapıdan gelmiyordu kara haber. Her telefon sesi başka bir ölüm demekti benim için. O gitti, bana elveda demeyi bile haysiyetine küfür ettirmek sayarak üstelik. Lekelediği hayallerimin, uzaktan sulanan ahlaksızlardan canımı daha çok yaktığını umursamayarak gitti. En azından bir cümle, affedilmek şöyle dursun, tek bir sarılış beklerdim. O değil, ben son bir kez ağlasaydım uzaklaşırken omuzlarından... Gitti. Güvensizliği çerçeve yaptı evimin duvarına ve üzülmedi arkada bıraktığı çaresiz kıza. Çünkü kolay alışır bizim gibiler diye düşünürdü, yerde yattığı için gururları sadece yürümeyi sevenlerin bacakları çarpıp uyandırırdı bizim gibi basit insanları. Haklıydı, ayak kokusuna o kadar alışkındı ki nefesim...
Bazen bir yalan söyleyip ona yalnız başına inanmak en güzel oyun oluyordu. Hiç olmasa yaşama umudu doluyordu barınağıma. Derken bir telefon sesi daha. Gitti. Bu kez ağlamak ve yas tutmak aylar sürdü. İsmini ağzıma hiç sürmediğim, yeryüzündeki en lekesiz bakışlar... Yavrusu için ne yapmadı ki bunca yıl? Ona doyamamanın acısı evrenseldi. Herkes aynı duygunun bekçisiydi bazen rüyalarında bazen gerçek olduğu zamanlarda. Ama ben istesem bile evrensel yaşayamazdım bu matemi. Odalarda anne koktu her şey. Annemin avuçlarından yayılan sıcaklık dokundu omzuma geceleri. Nefesi hep saklı kaldı yeşil elbisesinde. Parmak izleri bütün çekmecelerde baki ve minicik çeyizimdeydi yaşlı gözleri. Anne! Babam gittiği günden beri hep aynı dua saklıydı içimde. "Ondan önce ölmeyeyim. Dayanamaz benim gidişime. Bir anne defalarca ölebilir. Ne olur benim annem sadece bir kere ölsün. Ben taşırım onun acısını, beni üz, onu değil."
Şimdi söktüğüm kapılara tek bir şeyi,
doğru bildiğim yeganeyi yazıyorum:
Çok seviyorum babamı...
Almış olsa da bir insanın canını.
Çünkü o
sahip olabildiğim tek şey
sevecek kimsem yok
ondan başka kaybedebilecek...
Not: Değerli site yöneticimiz, rumuz ANSIZIN’a herkesin huzurunda teşekkürü borç bilirim. Gerçekten sınırlı zamanını benim gibi yeni sayılabilecek bir üye için ayırmış olması, duygu ve düşüncelerime eşlik etmesi çok büyük bir inceliktir.Ben bugün itibariyle kendisini üzmemek ve gerçekleştireceği bütün projelerde ona sonsuz destek vermek adına kalbimin kapılarını ardına kadar açmış bulunmaktayım. Saygılarımla.